Sosyal Medya

Güncel

İsmail Kılıçarslan: İstanbul Sözleşmesi kadınları korur mu?

İsmail Kılıçarslan- Yeni Şafak



Üşenmedim, 34 sayfadan ve 81 maddeden oluşan İstanbul Sözleşmesi’ni dibine kadar okudum. Sözleşme, ön gördükleri ve dili açısından “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ne benziyor. Yani başlıktaki soruya cevabım şu: İnsan Hakları Beyannamesi insanları ne kadar koruyorsa, İstanbul Sözleşmesi de kadınları o kadar korur.
 
Haddizatında kadını da, erkeği de, çocuğu da, yaşlıyı da, engelliyi de yasalar ya da sözleşmeler değil, “toplumsal ahlak” korur. Dünyanın değişimine paralel olarak sürekli değişen kimliklerin canhıraş şekilde savunulması ve korunması çağrıları bu bakımdan bana hep sakil gelir. Ceza ne denli caydırıcı olursa olsun, toplumsal ahlaktan kaynaklanan bir “yaşam düzeni” olmayan topluluklar bu meselede tökezleyip kalacaktır.
 
O zaman geldik meselenin ek yerine. “Kadına, daha doğrusu fiziki olarak senden dezavantajlı durumda herhangi birine, şiddet uygulamak fıtraten de, toplumsal olarak da uygunsuz, yakışıksız, kınanması gereken bir davranıştır” cümlesine hiçbirimizin itirazı yoktur zannederim. Fakat fiili durum böyle olmuyor malum. Giderek son derece kaotik, kafası karışık hale gelen dünyamızda neredeyse tek kural geçerli artık: “Gücü yeten yetene…”
 
Bir başka nokta… Kadın kimliği üzerinden geliştirilen dil öyle bir noktaya geldi ki ne diyeceğimizi, nasıl davranacağımızı bir türlü ayarlayamıyoruz biz erkekler. “Kadınlar dezavantajlı toplumsal gruptur” desek muhtemelen bize itiraz edeceklerdir. “Dezavantajlı grup değilseniz niçin pozitif ayrımcılık beklentiniz var?” diye sorsak bize yine itiraz edeceklerdir. “Bu pozitif ayrımcılık meselesinde kantarın topuzunu kaçırmamak lazım; şu süresiz nafaka işi falan çok saçma” desek yine itiraz edeceklerdir.
 
Çünkü sanki artık şöyle ilerliyor tartışma: “Erkek olarak isimlendirilen aşağılık bir canlı türü var ve bu canlı türünün tek derdi kadınları ortadan kaldırmak.”
 
Böyle mi durum? Elbette değil. Kadın örgütleri açısından da böyle değil durum, biliyorum. Ama işte televizyon reklamında ayıya benzetilen de erkekler son tahlilde.
 
Diyeceğim odur ki erkek milletinin ekserisinin “kadın hakları” konusunda kafası çok karışık. “Abi, anlamıyoruz ki ne istediklerini?” cümlesine sıkışıp kalıyoruz. Hayatı boyunca herhangi bir kadına fiske vurmamış, herhangi bir kadına nezaketsizlik etmemiş “erkek birey”, kadının yenilen hakları konusunda “ayı” ile eşdeğer tutulduğunda “ne oluyoruz yahu?” diyor ister istemez. Zira bir ayılık yapmıyor adam.
 
Bakın şudur: Gündelik hayatta üretilen şiddeti “kadına yönelik şiddet, çocuğa yönelik şiddet, yetişkine yönelik şiddet” diye ayırt edebilmenin imkân dışı olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. 2007 yılında TBMM’nin yaptığı bir araştırma sonucu var mesela elimizde. Buna göre liseli kızlar, erkeklere oranla duygusal, fiziksel, cinsel ve sözel şiddete daha çok başvuruyorlar. Nasıl yapsak bu sonucu? Liseli mağdur erkek çocuklarının örgütlenmesini temin mi etsek?
 
Bir başka yola girelim. Şudur: “Kadına yönelik şiddet” diye özel bir kategori var mıdır? Elbette vardır. Ancak anladığım kadarıyla asıl mücadele edilmesi gereken mesele “gündelik hayatın ürettiği gündelik şiddeti” ortadan kaldırma meselesidir. Erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına, kadının erkeğe uyguladığı şiddetleri “atomize etmek” bu köklü sorunu daha da girift hale getirmeye yarayacaktır sadece.
 
Yani o baklavacılar o arabada bir hamile kadın olmasaydı da o saldırıyı yapacaklardı. Meseleye en temel bir “insani sorun” olarak bakmayıp “kadın”ı paranteze alan yaklaşımlar bana bu bakımdan sorunlu geliyor.
 
Kızacaksınız bana. Bin türlü istatistik, bin türlü “örnek vaka” göstereceksiniz. Çünkü “modern kadın hakları mücadelesi” bunun üzerinden ilerliyor. İstatistik, veri, örnek vaka göstermeye bayılıyor kadın örgütleri. Ben de diyorum ki “bütün bunları erkekleri ayıya benzetme ihtiyacı duymadan da konuşmak, çözümlemek mümkün. Buraya doğru bir gidiş olmadığı sürece erkekler, kadın hakları çalışmaları konusunda daha da öfkelenmenin dışında bir çıkar yol bulamayacaklar kendilerine.”
 
Unutmadan. Popüler KADEM-Yusuf Kaplan tartışmasında “haklı-haksız” aramadım ben ilk günden bu yana. Sadece, ciddi bir “tercüme krizi” idi o kavga bana göre. Yusuf Hocanın konuştuğu dil ile KADEM’in konuştuğu dili birbirine tercüme ettiğinizde ortada bir sorun kalacağını zannetmiyorum. Tabii, “30 yıldır Türkiye ve anlamları üzerine söz alan birine trol demek bir çeşit şiddet içerir mi?” sorusu da ortadadır nitekim.
 
Dahası da var. Ailenin krizde olduğu tespitine sonuna kadar katılıyorum. Ancak bu krizin sebeplerinden değil olsa olsa sonuçlarından biridir KADEM. Sebep mi? İki gün önce Cidde’de yapılan 50Cent’li müzik festivalinin sebebi neyse ailenin yaşadığı krizin sebebi de aynıdır: Sekülarizm.
 
Sekülarizm insanın da ailenin de gözünün yaşına bakmaz vallaha.
 
Dolayısıyla meseleyi doğru yerden konuşmaya başlayıp kadın-erkek safları sıklaştırsak iyi olur.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.