Özel / Analiz Haber
Kemal Sayar: Başkaları için döktüğümüz gözyaşı çabuk kurur
Başkaları için döktüğümüz gözyaşı çabuk kurur. Soma, dilerim bizim için başkası olmaz, bu elim hadise bize insan olarak ötekinden, kardeşimizden sorumlu olduğumuz gerçeğini hatırlatmaya devam eder.
Soma faciasına dek, yer altında ekmek parası için alın teri döken insanlarımızın hangi ÅŸartlarda çalışmak zorunda olduklarını bilmiyorduk. Bu hadise bizi görmemenin, bilmemenin, yüzümüzü hep baÅŸka tarafa çevirmenin bir cürm-ü meÅŸhut psikolojisi içinde yakaladı. Soma faciası bizi utandırdı zira hiç istemiyor ve beklemiyorken bizi kendi karanlığımızla yüzleÅŸtirdi. Ocakların o büyük karanlığından saÄŸ kurtulan madencilerin söz ve irfanı, ruhlarımıza adeta ışık tuttu ve asıl karanlığın bizim içimizde olduÄŸunu gösterdi. Anadolu’nun bu temiz evlatlarının bir sedyeyi kirletmemekteki inceliÄŸi, kendisinden önce arkadaşının kurtulmasını dilemekteki ruh temizliÄŸi karşısında, günübirlik politika ve çıkar hesaplarıyla kirletilmiÅŸ ruhlarımız, bir ÅŸaÅŸkınlık ÅŸoku yaÅŸadı. Madenin içi adeta madenin dışını tedavi ediyordu. Madenden bir ölüm kalım mücadelesiyle çıkanların sükûneti, konforlu hayatlarından olan biteni izleyenlerin öfkesini yatıştırıyor gibiydi. Türkiye orta sınıflarının güncel nevrotik hallerinden biri olan samimiyet simsarlığı, burada da devreye girmekte gecikmedi: Günlerce hangi televizyoncunun, pop starın veya futbolcunun gözyaÅŸlarına hâkim olamadığının hikâyelerini dinledik. BaÅŸka insanların acısının magazin diline tercüme edilerek nesneleÅŸtirildiÄŸi, “baÅŸkasının acısına bakmak”ın ancak benim duygularımı gösterdiÄŸi kadar anlamlı olabildiÄŸi çarpık bir samimiyet simsarlığıydı bu. Benden bir maliyet istemediÄŸi sürece katılmakta beis görmediÄŸim, acı çeken yanımı kendime ve baÅŸkalarına göstermekle kendimi daha insan hissettiÄŸim bir tür samimiyet ayini.
Bir türlü susturamadığımız bir sabah zili gibi: Ä°nsanlarımızın karanlık dehlizlerde karbon monoksitle zehirlenerek öldüÄŸü, hepimizin bakışlarını kaçırdığı o yerde meÄŸer iÄŸrenç bir kölelik düzeni hüküm sürüyormuÅŸ. MeÄŸer insanlar üç otuz paraya hayatlarını o karanlık dehlizlerde kömür tozu yutarak kazanıyormuÅŸ. Türkiye orta sınıfları için kalk borusu. Ve uyandığında gördüklerinin bir kâbus deÄŸil de gerçeÄŸin ta kendisi olduÄŸunu fark etmenin utancı. Bu utanç yüzünden belki uzunca bir süre bir diÄŸerimizin yüzüne bakamadan yaÅŸayabilirdik ama ÅŸükür ki dizilerimiz, transfer haberlerimiz ve içimizdeki öfkeyi boca edebileceÄŸimiz gündelik politika var. Ä°nsan, nasıl göründüÄŸüyle çok ilgili bir varlık. Hepimiz çevremizdeki insanlara daha duyarlı ve ahlaklı görünmek istiyoruz. BaÅŸkalarının gözünden, bu dünyadaki varlığımızın doÄŸruluÄŸuna dair bir teyit okumak istiyoruz. HislendiÄŸimizi ve acı çektiÄŸimizi göstermek istiyoruz, birileri bizi de kayda alsın, kendi üzerimizden anlattığımız bu acıdan bize de bir samimiyet puanı versin istiyoruz. Oysa yas zamanları sükûtun konuÅŸmaktan daha kıymetli olduÄŸu zamanlardır. Oturup kayıplarımız üzerine düÅŸünmenin, canlarını yitiren kardeÅŸlerimizin, kocalarını ve babalarını yitiren ailelerin ve maalesef ruhunu yitirmiÅŸ olan bizlerin üzerine düÅŸünmemiz gereken zamanlar. SessizliÄŸin kelimeleriyle ruhumuzu onaracağımız zamanlar. Kalbimizi acıyı içeriden yaÅŸamış olanın sözüne açıp, bizim sustuÄŸumuz zamanlar. Türkiye, yine bir matemini laf kalabalığıyla geçiÅŸtiriyor. Böylece yine kendisiyle yine yüzleÅŸemiyor, kendi eksiklikleriyle karşılaÅŸmıyor, acıyı yeterince sindiremiyor. “Yas tutma yetersizliÄŸi” yüzünden, bu faciayı da ruhsal topoÄŸrafyasında yerli yerine oturtamıyor ve ileride bir dizi ruh spazmına yol açacak bir inkâr politikasıyla matemini geçiÅŸtiriyor. Matem nasıl olurdu biliyor musunuz? Ä°nsanlar utançlarından eÄŸlence programlarına bakamadıklarına olurdu, dizi izlenme oranları düÅŸtüÄŸünde olurdu. Acıyı magazinleÅŸtirmek yerine onu kendi öfkemize payanda kılmaksızın anlamaya çalışmakla, acı çekenle birlikte gerçekten acı çekmekle olurdu. Ä°nsanların yoksulluk ve acılarının dumanı hâlâ tüterken, orada bütün öfkenize raÄŸmen, politik slogan atmamayı baÅŸarabilmekle olurdu. Yine de öfke anlaşılabilir bir duygu. Buhran zamanlarında hepimiz taÅŸlayacak bir ÅŸeytan, parmağımızla iÅŸaret edeceÄŸimiz bir hain ararız. Türkiye’de bir kesim, genelde iktidar partisi ve daha özelde baÅŸbakana duydukları nefret üzerinden bir dayanışma ahlakı inÅŸa ediyor. Bir tür seküler maneviyat. Bir ifritleÅŸtirme/demonizasyon süreci. Öyle ki adeta ülkenin baÅŸbakanından bir karikatür çıkarıyorlar. Onu insan altı bir rütbeye yerleÅŸtirmekle de her türlü kötülüÄŸün taşıyıcısı haline getiriyor, hem kendi politik duruÅŸlarını temize çekiyor hem de sandık sonuçlarına karşı “mücadeleye devam” etmek için bir moral motivasyon saÄŸlıyorlar. KabileciliÄŸi hepimiz seviyoruz, ötekinin kirliliÄŸine duyduÄŸumuz inancın kendi saflığımıza iÅŸaret ettiÄŸinden eminiz. Öfke anlaşılabilir bir duygu ama politik öfkenin de kendi zamanını bekleyebilmesi iyi olurdu. Matem ve endiÅŸenin üzerimizdeki gökyüzünü kömür siyahına kestiÄŸi bir zamanda, öfke beklemeliydi. Soma’da ve baÅŸka yerlerde, facia bütün sıcaklığıyla devam ederken öfkenin bir politik güç olarak devreye sokulması, sokaktaki yurttaşı incitti. Facianın dumanı tüterken Tanrı’yı kendi saflarına çekenlerin pervasızlığı da beni incitti. Acıya uzaktan bakmanın getirdiÄŸi fotoÄŸraf dili.
Herkes bir fotoÄŸraf çekiyor, kimi kendini merkeze alarak bir selfie peÅŸinde, kimi ideolojik bir selfie derdinde. FotoÄŸrafın merkezi yerinde onun o sözüm ona kutsal davası görünsün istiyor. Kurtarma faaliyetleri sürerken, bütün Türkiye nefesini tutmuÅŸ beklerken, birileri politik hesaplar yapıyordu. Samimiyet ve öfke simsarlığı at başı gidiyordu. KutuplaÅŸma mı dediniz? DoÄŸrusu ben, bu modern zaman masalından da fazlasıyla sıkılmaya baÅŸladım. Ortada saÄŸlam bir fikriyatla tahkim edilmiÅŸ mevziler göremiyorum, bir polemik dili her yeri ele geçirmiÅŸ olsa bile, mesele konforundan vazgeçmeye gelip dayandığında, o sahte mevziler hemen dağılacakmış gibi geliyor bana. Dolayısıyla Soma faciasının akabinde yaÅŸanan atışmalarda da bir toplumsal kutuplaÅŸmadan ziyade genel bir olgunlaÅŸmamışlık buluyorum. Beklemeyi bilemeyenlerin, acıyla nasıl daha olgun bir biçimde baÅŸ edebileceÄŸinin bilgisini edinmemiÅŸlerin tepkiselliÄŸi. Bunu sosyal medyada üretilen söylence kültüründen de izleyebiliyoruz. Yalan haberler, milletvekillerinin hesapları ele geçirilerek üretilen sahte beyanlar, politik hasmını ÅŸeytanlaÅŸtıracak her türlü söylence, kolaylıkla devreye sokuluyor. Özellikle ulusalcı çevrelerden gelen politik muhaliflerin dili, rasyonaliteden uzaklaÅŸarak giderek bir söylence diline, hatta biraz daha ileri gidersek, inanma biçimleri de bir söylence dinine dönüÅŸüyor. Kısa vadede anlık bir heyecan saÄŸlamakla birlikte, bu dil, kendi çoÄŸaltıcılarının güvenirliÄŸini zedeliyor ve bir akla yaslanamıyor oluÅŸun zaaflarıyla, orta vadede politik dezavantaja dönüÅŸüyor. Üslup, matem zamanlarında bir mücevher gibi ışıldar oysa. Bu kadar kritik bir zamanda aslında ne kadar az konuÅŸulsa o kadar iyiydi, insanlar sadece “hissedildiklerini hissetmek” istiyorlardı. YaÅŸadıkları acının devletin yetkililerince de samimiyetle paylaşıldığını hissetmek ve herkesi içine alan karamsarlık ve endiÅŸe bulutundan kurtulmak istiyordu insanlar. Bunu için yanlışlıkların üzerine kararlılıkla gidileceÄŸi mesajı ve açık bir duygudaÅŸlık yeterliydi. Fıtrat tartışması ve ‘tarih öncesi’ maden kazalarının bir örnek olarak sunulması da insanları incitti.
Bu savunmacı dil, acıların temize çekilmek istendiÄŸine dair bir algı oluÅŸturdu ve varlığını öfkeyle saÄŸlayan kimilerinin ekmeÄŸine yaÄŸ sürdü. Ä°nsan hayatının deÄŸersizliÄŸine duyulan ortak milli itikat, bu sözlerle adeta teyit ediliyor, bu da insanların çaresizlik hislerini ve dolayısıyla öfkelerini tırmandırıyordu. Devleti yönetenlerin matem zamanlarında çok susup az konuÅŸmaları daha yerinde olur. Türkiye’nin geçmiÅŸinde devletin bazı ölümlerin yasını tutarken diÄŸerlerini görmezden gelen tavrı adalet hissimizi nasıl incitmiÅŸ idiyse, aynı tavır bugün bizi daha çok incitir. GeçmiÅŸin ideolojik devletinin yerini, daha özgürlükçü ve “makbul vatandaÅŸ” tanımı olmayan bir devletin alacağını beklerken, kimi hayatları “yası tutulamayacak hayatlar”ın arasına yazmak kabul edilemez. Devlet bizim mutluluÄŸumuz içindir, sopasını kafamıza indirmek için deÄŸil. Sokaklarımızı terörden korusun ama bunu ne olur her bir insanın canı üzerine titizlenerek yapsın. Sobalarımıza, kazanlarımıza kömür üretsin ama her bir madencinin canını aziz bilerek yapsın. Türkiye’nin kutupları, rasyonel olanın deÄŸil, iÅŸlenmemiÅŸ duyguların iÅŸbaşında olduÄŸu bir politik iklimin meyvesi. Dolayısıyla da, bana göre, gerçek manada bir sosyolojik karşılıkları yok. O yüzden tepkisellikte bazen birbirinin karbon kopyası izlenimi veriyor. Acı Soma tecrübesinden sonra, Anadolu insanının irfanının, öfkeli kalabalıkların politize zihinlerinden daha doÄŸru bir yerde durduÄŸunu fark etmiÅŸ bulunuyorum. Bu ruh zenginliÄŸine ihtiyacımız var. Birilerinin zekice söylediÄŸi gibi, “meÄŸer yer altı zenginliÄŸi dediÄŸimiz, bu madencilerin ta kendisiymiÅŸ!” *Bu yazı aljazeera.com.tr'de yayımlanan yazının güncellenmiÅŸ halidir.
Henüz yorum yapılmamış.