İsmail KILIÇARSLAN - Yeni Şafak
Yekten söyleyeyim. Dindarlara, muhafazakârlara hiçbir nesnenin iyisini yakıştırmayan; çektikleri dizilerde, filmlerde bile dindar-muhafazakâr insana çaycılıktan, bahçıvanlıktan başkasını layık görmeyen o hastalıklı zihniyetle gram işim olmaz.
Sonrasında şu da aklınızda bulunsun isterim: İslam, sermayeye düşmandır, servete değil. Her türden “mal”ın tek elde toplanmasına şiddetle karşıdır. Spekülasyon, karaborsacılık, faiz, her türlü “hileli pazar üstünlüğü” haramdır. Bunun yanı sıra bir Müslümanın usulü dairesinde para kazanması, bu parayı dilediğince harcaması, servet sahibi olması ise helaldir.
Geçenlerde, memleketimizin en popüler vaizlerinden biri olan Cübbeli Ahmet’in arabası üzerinden kendisine sorulan soruya “sahabe efendilerimiz de en güzel develere biniyordu” cevabını vermesi ise son derece normaldir. İyi savunmadır.
Zengin bir vaiz olan Cübbeli Ahmet’in değil bir, on tane lüks arabasının olması kimseyi alakadar etmez. Kimse ona bunun hesabını sormaya kalkamaz. Parası olan Müslüman dilediği arabaya da biner, istediği evde de oturur. Kimsenin haddine değildir bunu sorgulamaya kalkışmak.
Fakat.
O “fakat” için bir başka kanaldan sürelim atımızı.
Zekâtını, en az 40’ta 1 olmak üzere vermesi, Müslüman bireyin üzerine farzdır. Bunun ötesinde hem Kur’ân-ı Kerim’de, hem de Peygamberimizin hadislerinde infak ve sadaka kavramlarını buluruz sıkça. “Olan olmayana verir” ve “veren kurtulur” şeklinde özetleyebileceğimiz infak-tasadduk emirlerinden anladığımız da şudur: “İhtiyacının fazlasını her an ihtiyaç sahipleri için vazgeçilebilir durumda tut. Dünya malı ile kurduğun ilişki vazgeçebilmek üzerinden olsun. O güzel deveni sürekli vazgeçme direğine bağla.”
İslam’ın servet, dünya malı ve benzeri kavramlara yaklaşımından anlıyoruz ki Mümin kul, zekâtını verip ardından “benim kazancım, benim servetim” diyerek işin içinden çıkma salahiyetine sahiptir ama bu pek çirkin bir salahiyettir.
Bir başka yere ilerleyelim.
İslam tarihi boyunca Müslümanlara sürekli “en ince takva meselelerini” anlatmayı din dili haline getiren hoca ve vaizlerimiz, iş servete, servetin kullanımına geldiğinde kendilerini ve servet sahiplerini aklama işine ehemmiyet veregelmişlerdir.
O yüzdendir ki geçenlerde bir yazımda “zekâta taalluk eden fıkhi hükümler yenilenmelidir” yazdığımda kendilerini Sünnilik leşkeri, İslam distribütörü sayan bazı hocalar hakkımda “entelektüel züppelik yapıyor” diye konuşabilmişlerdir. Oysa “Sünnilik leşkeri” olmak yerine gerçekten “Sünni” olan çok değerli âlimlerimiz ve hocalarımız o cümlem için beni şahsen arayıp “aynen budur, dediğin doğrudur” dediler sağ olsunlar.
Yeri gelmişken söylemekte de bir beis görmüyorum. Entelektüel olan benimdir, züppe olansa kendileri olmasa Allah’ın dini ortadan kalkacakmış gibi davranan bazı hocalardır.
Şunun adını doğru düzgün koyalım. Vaazlarda ortalama dindar kitleye karnına taş bağlayan sahabe efendilerimizi, “El fakru fahrî - fakirlik övüncümdür” diyen Efendimiz’i (s.av.), servetinin tamamını Allah yolunda harcayan ashab-ı kiramı anlatan vaiz ve hocalarımız, iş zenginlerin servetlerini “izan dışı” kullanmalarına; infak, sadaka, zekât bahislerine gelince suskunlaşmayı tercih ediyorlar.
Oysa mesele nettir. 11 trilyon dolar zekât potansiyeli vardır İslam dünyasının. Türkiye’nin yıllık hasılasının 1 trilyon dolar düzeyinde olduğunu hatırlayalım da bu paranın büyüklüğü hakkında bir fikrimiz olsun. Bu potansiyelin yüzde beşi bile “zekât olarak” dolaşıma girmemektedir. Üstelik nelerin zekâta konu olduğunu adam gibi tartışıp karara bağlamak hususunda büyük bir tembellik içerisindeyizdir.
“Hemen her fetvasını büyük bir memnuniyetle kabul ettiğimiz büyük Sünni âlim Karadavi’nin zekât konusundaki yenilikçi yaklaşımlarını görmezden gelmedeki tembellik” diyeyim de anlayın. “Pırlantaya, kol saatine, inciye zekât düşmeyeceğini; çünkü bunlarda nema olmadığını zanneden hocalarımız” diyeyim de anlayın. “Evdeki yüz binlik hat levhasına, beş yüz binlik resme zekât düşmeyeceğini söyleyen vaizlerimiz” diyeyim de anlayın.
Hiç geri vites yapmadan söyleyeyim. Servet kullanımı konusundaki dini limitleri hep “en alt düzeyde” tutan ve zekâtı sürekli “cemaat içi faaliyet” için kullanan hocalarımız Müslümanlara iyilik değil kötülük yapmaktadırlar. “Servete değil, servet kullanımındaki tuhaflıklara karşı olmak gerekir” cümlesi üzerinde düşünmeye başlasak iyi olur. Tabii develerimizi adına “vazgeçme direği” diyebileceğimiz o direğe bağlamakla başlayabiliriz işe. Yoksa ben de param olursa aklımdaki arabayı almak istiyorum yani. Mesele o değil…
Henüz yorum yapılmamış.