Suriyeliler Geldikleri Yere Gitsinler Diyenler Nereye Gidecek?
Zekeriya Kurşun, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında “Suriyeliler geldikleri yere gitsinler” diyen ve ülkedeki tüm olumsuzlukları Suriyelilere yükleyen zihniyeti yorumluyor:
Kim ne derse desin, kabul etmeliyiz ki; bizim gibi daha çok çalışmaya, daha çok okuyup eğitim almaya muhtaç toplumlar için uzun bayram tatilleri iyi bir şey değildir. Ama gezmek, görmek ve gözlem yapmak adına da fırsattır.
İnsan kalabalıklar ile her zamankinden fazla hareket edebiliyor. Alışveriş kuyruklarında dostlar kazanıyor; restoranda, kafede, belki bir kır bahçesinde tanımadığın insanlar ile sohbet ediyor; hatta başka zamanlarda göremediğin nezaketi bayram trafiğinde yasabiliyorsun.
Bayram namazı ve arada bir de Cuma varsa, ilişkilerin daha da artıyor. Hatta duymadıklarını, duymak istemediklerini bile öğreniyorsun. Ehl-i irfan nadir olsa da her noktada fikir sahibi hüdâ-yi nabit feylesof bulabiliyorsun.
Ülkenin her tarafında bu bayramın da değişmez iki konuşu vardı. Biri İstanbul’da yeniden yapılacak olan 23 Haziran seçimleri ve son bir kaç bayramdır değişmeyen Suriyeliler meselesi.
-Hocam ne olacak?
-Ne, ne olacak?
-’Seçimleri diyorum.. Kim kazanacak?’ sorusunun ardından ardarda sıralanan cevaplar ile konuşmanıza gerek kalmıyor. İstanbul’u bilmese de her konuya hakim bir uzman (!) imdada yetişiyor. Ve sonuçları ilan ediveriyor. Lahavle çekmene de fırsat yok zaten; zira, ardından ‘değil mi hocam?’ sorusu ile bu mevzu kapanıyor.
Etrafa bakıyorsunuz. İnsanlar, kendi sorumluluklarını ve vatandaşlık ödevlerin yapmadıklarından dolayı perişan görünüyor. Ama insanların gündemi Suriyeliler. Mevzu da ondan açılmıştı ya, devam ediyorlar.
-Hocam, bu Suriyeliler ne zaman gidecek, diyor birisi. Efendim, demeden diğeri atılıyor: “Evet aşağı mahallede de çok var”. Filozofça takılmamak için ‘nereye gidecekler?’ diye safça sormaya kalktınız mı?
-Ama, hocam yeter artık, ülkede yer kalmadı, boş ev kalmadı, hemen her yerde onları görmüyor musun? Geldikleri yere dönsünler artık. Hem zaten bayramda gidenler de bir daha gelmesin, cevabı ile karşılaşıyorsun. Hadi alttan alalım, vardır bir yaşadıkları diyor ve izah etmek istiyorsun ama nafile. Yıllarını Almanya’da çalışarak geçirmiş, iyi kötü yükünü de toplamış, şimdi ülkesinde arkadaşlarına ısmarladığı çay ile hem feylosof ve hem de ağa unvanını almış biri devreye giriyor. Bizim insanımız işsiz ama onlar her yerde çalışıyorlar. Markette, inşaatta, yolda, atölyede hep onlar var, diyor ve zafer elde etmiş bir kahraman edası ile etrafına bakıp destek arıyor. Bayramdır, üzerine gitmeyelim, yıllarca gurbet hasreti ile yanıp tutuşmuş amcamızım gönlünü hoş edelim derken;Çerkez Ahmet ile Arnavut Hasan’ın bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz. Çerkez Ahmet bizzat yaşamadı. Ama “hastahanede onlara özel muamele yapıldığını” duymuş. Bu olmasaymış, hiç şikayeti de olmayacakmış. Fakat Arnavut Hasan diretiyor: “Gitsinler.”
Fırsat bu ya, araya giriyorsunuz ve “Tamam da Hasan bey, siz niye geldiğiniz yere gitmiyorsunuz?” dediğinizde buz gibi bir hava esiyor mecliste. Ben nereye gideceğim? Zaten dedem canını zar zor kurtarıp Anadolu’ya kapağı atmış. Gidecek yerim yok ki? demek zorunda kalıyor. Artık başka bir cevap vermenize gerek yok. Zira mecliste hemen herkesin bir hikayesi var. Kimi Filibe’den, kimi Üsküp’ten, kimi de Zagrep’ten. Hatta Osmaniye eşrafı diye bilinenler de Dağıstan’dangeldiklerini anlatıyorlar.
O arada, Anadolu bir buluşma noktası, zaten biz de buraya Irak ve Suriye üzerinden geldik diyorsunuz, lakin kimsenin duyduğu yok.
Sözün bini, bir paraya düştüğü; hikaye ve rivayetlerin ardı arkası kesilmediği bir sırada gözünüz elinizdeki telefona kayıyor; sosyal medyada da bir Suriyeli muhabbeti dönüyor. Bir kişi olumlu bir laf etti diye onlarca hazımsız hücuma geçmiş, aslı astarı olmayan gerekçeler sunuyorlar. Yetinmiyorlar, ırkçılığın hatta faşizmin zirvesine çıkıp oradan önüne geleni taşlıyorlar. Millet adına racon kesiyorlar.
Gerçek hayat böyle mi? Asla değil. İnsanlar Suriyelilerden bıkmış, ama Suriyeli olmayan komşusundan bıktığı kadar. Suriyelilere kızıyor, ama apartmandaki ortak alanları kullanırken hor davranan Türklere kızdığı kadar. Kuyrukta kaynak yapan Suriyeliye içerleniyor, ama yanında biraz önce kuyruk yapan hemşehrisine yan baktığı kadar. Gençlerin işsizliğinden dem vurup sözü Suriyelilere getiriyor ama işi düşene kadar. Hülasa, hayat kendi kurallarıyla devam ediyor.
Sözü uzatmaya gerek yok. Asırlarca bir arada yaşama becerisi göstermiş bir imparatorluğun bakiyesi olarak biz birbirimize mecburuz. Şartlar ne olursa olsun, Evlad-i Fatihana, Bulgaristan göçmenine, Boşnak’a, Arnavut’a, Çerkez’e ne kadar mecbur isek; Suriyeliye, Iraklıya, Mısırlıya ve hatta Libyalıya da o kadar mecburuz.
Ancak bu hakikat gözümüzü kör etmemeli. Suriye göçü ile başlayan sosyal sorunları, ortaya çıkan yeni sosyolojik yapıyı ve gelecekte nasıl bir hal alacağını görmemezlikten gelemeyiz. Kısacası kızanlar ile ihmal edenlerin arasında kalıp gerçeklerden uzaklaşamayız.
Elbette her gün ve her mevsimde, Bursalı Talib Muhammed Bey’in beytini de hatırdan çıkarmamalıyız:
Çeşm-i insaf kadar kamile mîzan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz
Henüz yorum yapılmamış.