Güncel
Leyla İpekçi: Siyaset meydanı da ‘akleden kalb’e dahil
Follow @dusuncemektebi2
Leyla İpekçi- Yeni Şafak
Kameralar gerçeği göstermiyor, haberler ikna edemiyor, ebeveynler çocuklarını terbiye edemiyor, anlamak ve hemhâl olmak kavuşturmuyor, vermek kıymetlendirmiyor, gayret takdire değmiyor, giyinmek örtmüyor, soyunmak açmıyor, merhamet onurlandırmıyor, dayanışmak bereketlendirmiyor.
Saniyelerle algılanıyor dönüşüm. Değişimi izlemek için hız göstergeleri yeni birim bulup ölçene kadar, bir çağ daha kapanıp yenisi açılıyor. Nasıl bir devirse bu!
Söz kalıplarına, slogan ve terimlere, kavram ve söylemlere bir anlam verene kadar içi yeniden boşalıyor her birinin. Kelimeler yetmiyor ifade etmeye.
Gerçek; böylesine bir ilim çağında izini saat başı kaybettiriyor. İlim açığa çıktıkça alimler kendini gizler der büyüklerimiz. İliklerimize kadar hissediyoruz bunu. Ne kadar doğru!
Siyasette de her şey gözümünüz önünde aleni olarak cereyan etmeye devam ediyor. Fakat can gözüyle, can kulağıyla algılamak öylesine zor. Her haber kurgusunun ve her güdümlü kelimenin sözcüleri var ki gerçeğin algılanmasına en büyük engel onlar.
Herkesin çok konuştuğu bir devirde söz, gerçeğe en büyük engel!
***
Gerçeğe olduğu gibi bakabilmek için her tür ideolojik saplantıdan, önyargı ve peşin hükümden azat olmamız gerekiyor ki, söz ve tavırların ötesindeki hallere odaklanabilelim. Ve gerçeğe bizi götürecek bir tür yönsüzlüğü (yönler toplamını) tavaf edebilelim.
Zira olanda hayr var demek kolaydır da, bunu tatbik etmeye geldiğinde Hak sadece mazlumların yanında sanıyoruz. Adaletin ilahi boyutu ‘sonsuz şimdi’de her olanla, olmakta olanla tecelli eder durur oysa. Algılayamıyoruz.
Biz haklı olduğumuzda Hak’tan biliriz ama haksızlıklar başgösterince kabullenmekte zorlanırız. Çünkü sadece kendimize malediyoruz Hakkı. Sonsuz şimdi’de Hakkın tecelli etmediği boşluklar gedikler var sanıyoruz. Tecellinin kesintisiz oluşunu haksızlıklar galip gelince kabullenemediğimizden! Olandaki hayrı göremediğimizden, ibret alamadığımızdan!
Evet bugün olan biteni içerde ve dışardaki ilişkileri, bugünün örgütlü veya içten söylemlerini anbean izlemekte ve eski tecrübelerden ibret almakta olan biriyim ve sözün gönülden gönüle geçmeye yetmediğini gördükçe sükût ediyorum.
İçeriden bakmaya giden yol, dışarıda olup bitenleri hüküm vermeden de olsa takip etmeyi gerektiriyor. Dedikodu yapma niyetiyle değil, anlamını kabımızca tabir etme ameliyle. Yürekle.
***
Bugün uzun bir dönemin birikimiyle patlatılmayı bekleyen bir volkanın üzerindeyiz. Ve elimizden geleni yapma gayretindeyiz. Lakin ne lazımsa o oluyor ve bunun hikmeti ancak gerçeği bilme melekelerini açabilen kalpte tecelli ediyor. Çünkü aklî muhakemelerin yetersiz kaldığı ve kişiye yol gösterici olmadığı bir alan var; bilmeden biliyoruz. Mânâ alemi.
Evet mânâ alemi. Zihinsel terennümlerin rehberliğiyle her şeyin eksik kaldığı, düşünsel çıkarımların kifayetsiz olduğu bir alan. Sözsüz kelam dedikleri bir tür rabıta gerektiriyor gerçeğin ifadesi. Rab’tiyeleyen bizi her şeydeki mevcuda: Hâl ilmi gerekiyor!
Kâl (söz) ile ifade gayreti gerçeği tavaf edemediğinden, yakîn bilgi, yani tatbikiyle ispat edilmiş kesin bilgi olan hâl ilmi. Gelgelelim kalbimiz lekeli, tortulu, paslıysa elbet söz ve hâl arasındaki sırat misali ince farkı algılamamız imkânsız.
Firavun da keramet uygular, Musa da. Birinin benliğinden diğerinin benliksiz makamdan eylediğini algılamak, ancak ehlinin marifeti. Lakin yakîn kespedemeyen bizler de eğer samimi ve halis niyetle bakabiliyorsak, yorumlarımızın ve yargılarımızın tuzağına düşmeden kalpten görebiliyorsak: Bazen, hatta sık sık hâl ilminden nasiplenebiliriz. Ucundan da olsa.
Yüzlere, olaylara, eylemlere içinden ve dışından bütüncül bağlantılar kurmadan, birbiriyle ilişkilendirmeden, farklı merhalelerde derinleşmeden bakıldığında -yani yüzeyden bakınca- bir fark görülmez çoğunlukla. Ama bunu görmek de zoraki bir öğrenmeyle mümkün değil. Gönülden gelmeli. Kendiliğinden. Asıl öğrenmek de böyle. Talip olmadan olmuyor!
Evet hakikatin tabiri herkesin kalbinde biricik sır ve kişiye özel bir dil. Nasıl paylaşılıyor, nasıl emanet ehline veriliyor dersek; tek yanıtı var: Gönülden gönüle.
Kişiye gönlü yol gösteriyor, ama hangi gönül? Kirli, paslı, lekeli olanı değil. Perdelerini kaldırdıkça, zikirle tefekkürle cilalandıkça akleden, ruh olan, sır olan kalbi.
İmdi böyle deyince misal siyaset alanı kalbin hudutları dışında sanılıyor. Bütün melekeler dahil halbuki kalbe. Yoksa ‘kâinata sığmayan mümin kulun kalbine sığar’ hale nasıl gelirdi?
***
İşte sözün yetmediği bir alan; gerçek. İlla kalbinin anadilini talep ediyor bizden. Yoksa gözümüzle gördüğümüzü bile inkâr edecek hale geliyor ve hiç farkına varamıyoruz.
Büyüklerimiz der ki, bizim için kemâl yolu, gerçeği benliksiz algılama seviyesine gelmemizle mümkün. Sıfatları, fiilleri ve isimleri bir’leyerek, Hak’ta olduğumuzu, O’ndan başka yani O’nun dışında kalan ‘gayrı’ hiçbir şey olmadığını ispat edebilmemizle mümkün. Hayatımızla, tavırlarımızla; gözümüzle, kulağımızla, ellerimizle. Haklının da haksızın da kaynağında ‘bir’ olduğunun idraki.
Nihayetinde kalbimizle olacak bu idrak. Lakin elan kalbimiz paslı. Kötülüğü süslü gösteren kat kat benlik perdesiyle örtülü. Ve yine büyüklerimizin dediği gibi gerçek; yani isimleri, sıfatları veya fiillerinin anlamını da kendinde toplayan küllî mânâ; yakîn bilgi, hakikat, mutlak varlık, değişmeyen öz, Hakk, ne derseniz deyin, kalp içinde zâtı insan olmayana açılmıyor.
Talip isek, buradan yanalım biraz da. Siyaset meydanı asla aşk ve irfandan ayrı bir alan değil. Kalbin hudutsuz alanına dahil. Siyasetteki ve hayattaki her hareketimizin içimizde ve dışımızda, içkin ve aşkın, derinimizde ve ötemizde birer sureti var. Ta ki nefsimiz kamile mertebesine gelene ve on sekiz bin aleme yansıdığını algılayana kadar konuşup duracağız değmeden kelimeler gönlümüze!
Henüz yorum yapılmamış.