Özel / Analiz Haber
Noam Chomsky'nin kaleminden: ABD'nin Saldırganlık Tarihi
Tabloyu genel olarak gözönüne getirirsek, böyle bir dünya düzeninde kaba kuvvetle kazanılan bir zaferin, kaba kuvvetle hükmetmeye niyetli bir gücün çıkarına gayet uygun olduğunu görürüz. Diplomasi ile kazanılan bir zafer bu gücün işine gelmez. Sanırım bu faktör şu an Körfez'de olanları büyük ölçüde aydınlatıyor. Artık Orta Doğu'da vukubulacak büyük trajediye engel olacak fazla vakit yok. Hiç zaman harcayacaklarını zannetmiyorum. Sonuç ne olursa olsun, derindeki sorunlar çözülmeyecek. Yani şiddetin kurumsal kökenleri ile onu destekleyip savunan kültürel faktörler. Bunlar da bizden hiç uzak değil.
Kısa Bir Tarihçe
Ä°sterseniz önce Körfez'deki olayın geliÅŸim mantığına bir göz atalım. Irak'ın Kuveyt'i iÅŸgalinin ardından, Saddam Hüseyin'i Kuveyt'ten çıkmaya zorlamak amacıyla uluslararası camiadan iki tür yanıt geldi. Biri BirleÅŸmiÅŸ Milletlerin tavrıydı Ve ekonomik yaptırımlar ile ambargoyu öngörüyordu. DiÄŸeri ise birinciden oldukça farklı olan ABD'nin tavrıydı. Amerika Suudi Arabistan'da muazzam büyüklükte bir iÅŸgal ordusu konuÅŸlandırdı. Amerikan iÅŸgal ordusunun BirleÅŸmiÅŸ Milletlerle hiç bir ilgisi de yoktu. Bunu, AÄŸustos ortalarında askeri güce katılmaları istenip de, asker göndermeyi reddeden AT ülkelerinin yaptıkları açıklamalardan rahatlıkla görebiliyoruz. Sözgelimi, Alman hükümeti bir kaç gün önce yaptığı açıklamada söz konusu askeri güç gönderme iÅŸleminin Güvenlik Konseyi'nin denetiminde olmayıp, ABD ile Suudi Arabistan arasındaki karşılıklı bir anlaÅŸmanın ürünü olduÄŸunu ve dolayısıyla BM nezdinde herhangi bir statüsü ya da meÅŸruiyeti bulunmadığını bildirdi. Bu tavır farklılığının üstünü örtüp, sanki tüm dünya bizim sancağımızın arkasında kararlılıkla ilerliyormuÅŸ imajını vermek için büyük çaba harcanıyor. Ancak bu tavır farklılığı gözardı edilemez ve çok anlamlıdır da AÄŸustos'tan bu yana, petrol yataklarında ve Kuveyt'teki yatırımlarda kendi hayatı çıkarları bulunan Ä°ngiltere'yi saymazsak ABD'nin yalnız kaldığını söyleyebiliriz, Ä°ngiltere'yi bir yana bırakırsak, ABD esas itibariyle savaÅŸa doÄŸru tek başına koÅŸmaktadır. Dünyanın geri kalan ülkelerini tehdit, kandırma ve satın alma yoluyla askeri yığınaÄŸa katkıda bulunması, ya da hiç olmazsa bu askeri hareketi meÅŸru göstermesi için yoÄŸun bir çaba harcanmaktadır. Åžu ana kadar bu uÄŸraÅŸlar neredeyse tam bir baÅŸarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu hususu unutmamak gerekir.
Olayın mantığını dikkatlice izleyecek olursak, saldırganlığı geri püskürtmenin ilk yolu olan yaptırımlara, yani BM'in yaklaşımıyla bir sonuca ulaÅŸabilinecektir. Sonuç vermesi için bir müddet beklemek gerekecek ve bu da zaman ister. Öte yandan, iÅŸgal kuvvetleri öyle çok uzun bir süre bekletilemez. Askeri güç ne kadar artarsa, onları orada bekletmek de o denli güçleÅŸir. Dev bir askeri kuvveti, bir iÅŸgal kuvvetini Suudi çöllerinde tutup bekletmek gerçekten çok zordur. Bir kaç ay sonra beklemek imkansız hale gelecektir. Bu da iki tercihle karşılaşılacağı anlamına geliyor: Ya askerleri oradan geri çekeceksiniz ya da onları savaÅŸtıracaksınız. Askerleri geri çekmek, tüm hikayenin üzerine kurulu olduÄŸu Saddam Hüseyin'i zor kullanarak Kuveyt'ten çıkarmak anlayışının devasa kozmik önemi ve olayın yüksek ahlaki deÄŸerler uÄŸruna yapılıyormuÅŸ gibi sunulmasından ötürü siyasi bakımdan neredeyse imkansızdır. Olayların Amerika'yı götüreceÄŸi nokta, geri çekilmeyi mümkün kılmayacaktır. Bu oradaki askeri kuvvetlerin kullanılacağı ve bizim yine bir savaÅŸa giriÅŸeceÄŸimiz anlamına geliyor, iÅŸte geliÅŸen olayların mantığı budur ve bu gerçek AÄŸustos'un başından beri açıkça görülmektedir.
Barışçı Bir Çözümün Ana Hatları
AÄŸustos başından beridir açıkça belli olan baÅŸka bir ÅŸey ise ÅŸimdiki tavrın alternatifidir. Alternatif, görüÅŸmeler yapmak ve diplomatik bir çözüm bulmaktır. Bu yol gerçekten de tek alternatiftir. Ancak ABD daha krizin başında her türlü diplomatik iliÅŸki ve uzlaÅŸma olasılığının kapılarını kapattı. EÄŸer Washington herhangi bir diplomatik görüÅŸmeyi engellemede baÅŸarılı olursa, bir savaÅŸ çıkacağından emin olabilirsiniz. Çözüm alternatifine gelince, onun ana hatları ve çerçevesinde AÄŸustos'tan bu yana gayet açık görünüyor. Çözüm özelliÄŸine sahip öneriler Irak tarafından tekrar tekrar telaffuz edildi ve Ürdün, FKÖ, Fransa ve bu felaketten kaçınılabilecek bir yol bulma arzusundaki diÄŸer ülkelerce de önerildi. Barışçı bir çözümün baÅŸlıca özellikleri Irak'ın Körfez'e çıkışını bir ÅŸekilde garantiye almalı ki, bu isteÄŸin hiç de haksız olmadığı hususunda herkes mutabıktır. Kuveyt, Ä°ngiliz sömürge planlarınca tek taraflı olarak bu çıkışı engellemek amacıyla yaratılmıştı. Körfez sularına Irak'ın çıkış yolu bulması bir kaç meskun olmayan adanın Irak'a kiralanması gibi oldukça önemsiz bir deÄŸiÅŸiklikle halledilebiliyor. GörüÅŸmeler yoluyla varılacak bir çözümün ikinci özelliÄŸi ise %95'i Irak ve %5'i de Kuveyt toprakları içinde bulunan, tartışmalı sınır bölgesindeki Rumeyla petrol sahası hakkında varılacak bir anlaÅŸma olmalıdır. Bu bölgede gizlice fazla petrol çıkartıldığına dair deÄŸiÅŸik ithamlar ve karşı ithamlar mevcut. Yine bu sorun da görüÅŸmeler yoluyla muhakkak halledilebilecek bir sorun türündendir. Bundan daha keskin sınır sorunları bile hail edilebilmiÅŸtir. Üçüncü olarak, bölgesel çerçeve içinde gerçekleÅŸtirilmek ÅŸartıyla bir tür bölgesel güvenlik düzenlemesi gerekmektedir. Dördüncü olarak da Kuveyt'de bir plebisit düzenlenmesini ya da bir baÅŸka yolla 'halkın onayı'nı ifade edebilecek mekanizmanın kurulması önerilmektedir. Bu öneri Avrupa'daki çevrelerce geniÅŸ destek görürken, Amerika'da ÅŸiddetle karşı çıkılıp kınanmıştır. Tüm bunlar, muhtemel bir çözümün Irak'ın Kuveyt'ten çekilmesiyle bağıntılı baÅŸlıca hatları ve çerçevesidir.
Acaba bu öneriler ciddi mi? Sözgelimi Irak bunları dile getirirken önerilerinde ciddi mi? Bunu asla bilemeyiz, iÅŸin peÅŸini takip etmedikçe, çözüme doÄŸru adımlar atmadıkça önerilerin ciddi olup olmadığını asla öÄŸrenemeyiz. Zaten diplomasi de budur. Siz önerileri dikkate alır, elinizden geleni yapar ve ancak ondan sonra karşı tarafın gerçek niyetini öÄŸrenebilirsiniz. Fakat ABD bu önerileri tamamen reddettiÄŸi ve olası diplomatik çıkış yollarının tümünü kapattığı için söz konusu öneriler deÄŸerlendirilemiyor. Dolayısıyla yakında mutlaka bir savaşın içinde olacağız. Bunun sonuçlarım burada tartışmak istemiyorum, ancak çok kötü olacağı muhakkak.
Saldırganlık-Uluslararası Hukuk-Bağlantı
Olayların mantığını izlemeye devam edersek ÅŸu soruyu soracağız: ABD niçin her türlü müzakere olasılığını reddediyor? Buna verilecek cevap bizim yüksek deÄŸerleri savunduÄŸumuz, yüksek deÄŸerleri savunanların da asla taviz veremeyecekleridir! Yüksek deÄŸerleri ifade eden bir kaç çift anahtar kelime var. Biri sık sık duymaya alıştığımız 'saldırganın ödüllendirilemeyeceÄŸi'dir. Uluslararası hukuk kutsaldır ve biz de onun ilkelerini ayakta tutmalıyız, ikincisi, bir bölgesel çözümün; teknik terimiyle "baÄŸlantı kurmanın" [linkage] kötü bir ÅŸey olduÄŸudur. BaÄŸlantının bu olayda kötü bir ÅŸey olduÄŸunu anlamanız istenir. BaÅŸka olaylarda o iyi bir ÅŸeydir. Ancak Körfez bunalımında "baÄŸlantı" kurmak kötüdür ve dolayısıyla da onu engellemeliyiz. Çünkü saldırganı mükafatlandırır, üstelik tüm bu olup bitenlerin, tam da olası bir yeni dünya düzeni içine gireceÄŸimiz bu dönemde kendi boyutlarını çok aÅŸan bir önemi ve anlamı vardır. BM, nihayet artık kurucuları tarafından arzulandığı fakat soÄŸuk savaÅŸ döneminde bir türlü gerçekleÅŸemeyen ÅŸekliyle çalışmaktadır. Rusya'nın uzlaÅŸmaz tutumu ve diÄŸer deÄŸiÅŸik Üçüncü Dünya hastalıklılarının keskin Batı karşıtı retoriÄŸi BM'in asli görevini yerine getirmesini engellemiÅŸti. Fakat ÅŸimdi ABD soÄŸuk savaşı zaferle bitirdi ve Ruslar artık engel deÄŸil. Üçüncü Dünya tiplerini de ciddiye almayıp, önemsemeyebileceÄŸimizden BM kırk yıl önce arzulanıp da yerine getirilemeyen 'barışsever' fonksiyonunu bundan böyle layıkıyla üstlenebilir. Bu nokta gerçekte çok önemli. James Baker bizim 'tarihin ender dönüm noktalarından birinde, tam umut vaadeden bir dönemde' yaÅŸadığımızı söylüyor. EÄŸer Saddam Hüseyin'in saldırganlığı doÄŸruların ve haklıların intikamcısının 'kılıcıyla cezalandırılmazsa bu hayale ulaşılamayacaktır. Tüm bunların kanıtı da BM'nin mevcut iÅŸleyiÅŸ tarzıdır.
Maskenin Altındaki Gerçek
Ä°ÅŸte sürekli dinlediÄŸimiz hikaye bu. Åžimdi bir sorumuz olacak. EÄŸer hakikaten ABD yüksek ahlaki ilkelerin savunucuysa, diploması ve müzakerelere gidilmesi gereÄŸi yönünde bir tez öne sürülebilir. Siz yüksek deÄŸerlerinizde, maliyeti ne olursa olsun, asla taviz vermemelisiniz. Özellikle de BM'in nihayette asli iÅŸlevine kavuÅŸtuÄŸu yeni bir dönemde, hayırlı bir dönüm noktasında bunu yapamazsınız. EÄŸer uzlaÅŸma yoluyla tüm barış ve adalet umutlarını yok edeceksek, hiç bir ÅŸekilde taviz veremeyiz. Bu hiç de makul olmayan bir argüman sayılmaz. Öte yandan ise, eÄŸer tam bu yapılanlar ve giriÅŸimler sadece sinik ve ikiyüzlüce göz boyama ile aldatmacadan ibaretse, o zaman her türlü diplomasi ve müzakere için gerçekte hiç bir engel yoktur ve diÄŸer pek çok dünya sorununda yaÅŸadığımız gibi bu bunalımın getireceÄŸi felaketlerden kaçınma yolu da bulunmaktadır.
Sözgelimi Güney Afrika ile Namibya'yı ele alalım. BM Güney Afrika'nın Namibya'yı iÅŸgalini daha 1960'lann başında gayri meÅŸru ilan etti. Bundan bir kaç yıl sonra Uluslararası Adalet Mahkemesi de iÅŸgalin kanun diÅŸiliÄŸini bildiren bir karar aldı. Fakat hiç kimse Güney Afrika'yı iÅŸgal edelim demedi. Bu ülkenin sınırlarına hiç bir iÅŸgal kuvveti yerleÅŸtirilmedi. Aksine ABD hükümeti 25 yıldan beridir "sakin (soÄŸukkanlı) diplomasi" [quiet diplomacy] ve "yapıcı müzakereler" [constructive engagement] diye adlandırdığı bir yöntem takip etti. Biz yapıcı müzakerelerle meÅŸgulken, Güney Afrika Namibya'yı yakıp yıkarak yaÄŸmaladı, etrafa dehÅŸet saçtı, ülkeyi yıkıntı ve harabeye çevirdi ve Namibya'yı komÅŸularına karşı saldırılarda ve cani ataklarda bir üs olarak kullandı. Tüm bu olanlardan sonra nihayetinde ülkede geriye kalan yıkıntıların bir ÅŸekilde Namibyalılara geri verilmesi Amerika diplomasisinin büyük bir zaferi diye anlatılır. Bu diplomasinin önemli bir baÅŸarısıdır! Aynı ÅŸey Rodezya'daki ırkçı rejim için de geçerlidir. BM Rodezya'ya yönelik yaptırım kararları almıştı. ABD yaptırımlara karşı çıktı ve bir keresinde Rodezya minerallerine muhtaç olduÄŸumuz gerekçesiyle yaptırımların ihlaline izin veren bir yasayı onayladı. Bu da altı yıl kadar devam etti. Sonunda yine diplomatik yollarla bir ÅŸekilde bu sorun da çözüldü.
Ancak bu kriz, her nasılsa farklı algılanıyor. Her nasılsa burada "sessiz diplomasi" doÄŸru bulunmuyor. Her zaman uÄŸruna savaÅŸtığımız yüksek ilkeler ve kültürümüzün özünü teÅŸkil eden evrensel deÄŸerler için ani bir intikam almalıymışız gibi gösteriliyor. Bu çerçevede, söylenenlerin sırf bir sinik yüz boyaması mı yoksa gerçekten yüksek ilkeler ve yeni dünya düzeni diye bir ÅŸey var mı sorularını yanıtlamak oldukça önemli olmaktadır. Böyle bir soru sorunca bu tür soruların cevabım verebilecek yanıt aramakla yükümlü olan insanlara gideceksiniz: Aydınlar topluluÄŸu. Onların söylediklerine baktığımızda çok ilginç ÅŸeyler görüyoruz. Göz boyamacaya eleÅŸtirisiz tam bir destek verilmesinin dışında baÅŸka bir ÅŸey bulamazsınız. Zaten bu da göz boyamacanın bir parçası. ABD'nin yüksek ilkeler için savaÅŸtığı ÅŸeklindeki takınılan tavrın herhangi bir eleÅŸtirel analizini veya deÄŸerlendirmesini bulmaya çalışın, bakalım ne bulacaksınız. Åžimdiden, yüksek ilkelerde ısrarlı olmanın pek akıllıca olmadığını, baÅŸka bir ÅŸeyler yapmanın gerektiÄŸini söyleyen makalelerle karşılaÅŸacaksınız. Fakat devam etmeli ve bunun ardında yatan iddiaların bir deÄŸerlendirmesini, bir analizini bulmaya çalışmalısınız. Bu iÅŸ uÄŸraÅŸmaya deÄŸer, çünkü eÄŸer bu iddiaların bütünüyle bir aldatmaca olduÄŸu ortaya çıkarsa; bir, bu krizden bir çıkış yolu gözükecek. Ä°ki, kendi kendimiz hakkında, onun ana deÄŸerleri ve üzerinde yükseldiÄŸi temeller hakkında çok ÅŸeyler öÄŸreneceÄŸiz. Öyleyse devam edelim.
ABD'nin BM Kararlarını Veto EdiÅŸinin Tarihçesi
Ä°sterseniz ÅŸu an içine girdiÄŸimiz yeni dönemin delili olarak her yerde ileri sürülen delile, yani BM'in davranışındaki ani deÄŸiÅŸimiyle, New York Times'ın tabiriyle BM'deki "ani hava deÄŸiÅŸikliÄŸi" konusuna girelim. Basında bugünlerde sözü edilen deÄŸiÅŸimle ilgili yüzlerce makale yazılıyor. Temelde hepsi de aynı ÅŸeyi söylüyor. Ben temel özelliklerini sergilemesi açısından en son yazılardan örnek vereceÄŸim, ancak bununla neredeyse özdeÅŸ sayılabilecek pek çok benzer makale olduÄŸunu tekrar hatırlatayım. BahsedeceÄŸim makale New York Review of Book'sunson sayısındaki "Körfez Krizi" baÅŸlıklı yazı. Aynen ÅŸöyle baÅŸlıyor: "SoÄŸuk savaşın sona ermesi ve Körfez Krizi'nin patlak vermesiyle birlikte, ABD ÅŸimdi Wilsonyan kollektif güvenlik kavramının uygulanabilirliÄŸini ölçmelidir. Bu deneye, son kırk yıldan beridir Güvenlik Konseyi'ndeki otomatik Sovyet vetoları engel olmuÅŸtu." Ä°ÅŸte standart bu. Düzinelerce makale aynı temayı iÅŸleyip duruyor.
Otomatik Sovyet vetosunun BM'in son kırk yoldaki kollektif güvenlik için barışsever iÅŸlevine mani olduÄŸu iddiası tarihsel gerçeklerle doÄŸruluÄŸunu araÅŸtırabileceÄŸimiz bir yargıdır. Kayıtlara ve tarihsel belgelere bakabilirsiniz. Bu zor bir iÅŸ olacak tabii, çünkü hiç kimsenin hakkında bir ÅŸeyler yazmadığı bir konu araÅŸtırılıyor. Ayrıca basında da bu mesele fazlaca iÅŸlenmemiÅŸtir. Åžimdiden aklınızda bazı ÅŸüpheler uyanmış olmalı. Ancak çok da yoÄŸun olmayan bir çabayla bile konuyla ilgili kayıtlar ve gerçekleri bulabilirsiniz. Fark edebileceÄŸimiz ÅŸey oldukça ilginç olacak. Sözgelimi son BM genel toplantısını ele alalım. BM Genel Kurulu her kış toplandığından, en son toplantı 1989-1990 sezonundaydı. Kollektif güvenlik ve barışı koruma gibi Wilsonyan idealler meselesi bir kaç kez gündeme geldi. Aslında o toplantılarda veto edilen üç Güvenlik Konseyi kararı vardı. Birincisi Panama'yı iÅŸgalinden ötürü ABD'yi kınıyordu, ikincisi ABD"nin Panama'daki diplomatik temsilcilerin diplomatik dokunulmazlıklarını ihlal ve tecavüzünü kınıyordu. Üçüncüsü ise Ä°srail'in iÅŸgal altındaki topraklardaki insan hakları ihlallerini kınıyordu. Bunların hepsi de ABD tarafından veto edildi ve her üçüne de ABD'den baÅŸka hiç bir veto da gelmemiÅŸti. Bunların yanısıra, uluslararası hukuk, kollektif güvenlik ve cici Wilsonyan ilkelere iliÅŸkin meselelerle alakalı bir dizi Genel Kurul kararı da alınmıştı. Ä°ki Genel Kurul kararı tüm ülkelerden, uluslararası hukuka baÄŸlı kalmasını istiyordu. Bu kararlar oybirliÄŸiyle olmasa da ezici bir çoÄŸunluÄŸun oyuyla alınmıştı. Her iki oylamada da, karara karşı olan iki Ülke vardı: ABD ve Ä°srail. Kararlardan bir tanesi ABD'yi Nikaragua'ya karşı gayri meÅŸru Contra savaşından ötürü kınıyordu, ikincisi de Amerika'nın Nikaragua'ya karşı açtığı hukuk dışı ekonomik savaşı kınıyordu. Her iki kınanan olayda her ÅŸeyiyle kanun dışıydı ve bunda hiç bir ÅŸüphe yoktu. Uluslararası Adalet Mahkemesi de bir kararıyla bunu daha önce tescil etmiÅŸti. Amerika bu kararı da evrensel deÄŸerlere baÄŸlılığımız ve uluslararası hukuka sadakatimiz dolayısıyla anında reddetti. Tüm bunlarla ilgili, güç kullanarak toprak iÅŸgalini kınayan bir Genel Kurul kararı daha vardı. Bu karar da 3'e karşı 151 oyla kabul edildi. Aleyhteki üç oy Amerika, Ä°srail ve bir de -sebebini hala anlamış deÄŸilim- Dominik'ten gelmiÅŸti. Yine de olaÄŸan ikiliye bir ülke daha eklendiÄŸinden hiç olmazsa bir deÄŸiÅŸiklik olmuÅŸtu diyebiliriz. Bu karar Arap-Ä°srail çatışmasıyla ilgili en önemli BM Güvenlik Konseyi belgesi olan 242 sayılı BM kararının yerine getirilmesini istiyordu. Bu gerçek tüm dünyada ABD, Ä°srail ve Dominik dışındaki tüm ülkelerce anlaşılmıştı. Sözkonusu karar güçle toprak iÅŸgalini kınıyor ve Arap-Ä°srail çatışmasına siyasi bir çözüm bulunması çaÄŸrısında bulunduÄŸu gibi, son onbeÅŸ yılın getirdiÄŸi deÄŸiÅŸikliklere paralel olarak BM'in 242 sayılı kararından farklı olarak Batı Åžeria ve Gazze Yakası'nda bir Filistin Devleti kurulması çaÄŸrısında bulunuyordu. Ayrıca BM Güvenlik Konseyi'nin oybirliÄŸiyle aldığı bir kararın reddine raÄŸmen yasadışı olarak ilhak edilen Golan Tepeleri'nin Suriye'ye geri verilmesini de talep ediyordu. Ancak bu hususlarda da hiç bir somut adım atılamamıştı. Zira ABD geleneksel barışsever fonksiyonuna uygun olarak, tek başına hiç bir anlam ifade etmeyen kararın yaptırımlarla desteklenmesini isteyen Güvenlik Konseyi kararlarını sürekli veto ediyordu.
Son BM Güvenlik Konseyi toplantılarında Wilsonyan kollektif güvenlik ilkelerine benzer kararlar bunlardı ve gerçekten de tüm oylamalarda bir otomatik veto sözkonusuydu, fakat Ruslar'ınki deÄŸil, Amerikan vetolarıydı. Genel Kurul toplantılarında hiç bir ülkenin veto hakkı yoktu, ancak orada hep yukarıda örnek verdiÄŸim sonuçlarla karşılaşılıyordu. Kayıtlar ve gerçeklerden daha fazla örnek vermeyeceÄŸim, fakat aynı tablonun son 25 yıldır geçerli olduÄŸunu rahatlıkla söyleyebilirim. Saldırganlık, ilhak, insan hakları ihlalleri, uluslararası terörizm, silahsızlanma, Orta DoÄŸu, Orta Amerika, uluslararası hukuka baÄŸlılık gibi istediÄŸiniz önemli sorunu seçebilirsiniz. Bu konulardaki Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmede ABD diÄŸer tüm ülkeleri öylesine gerilerde bırakmıştır ki hiç bir ülke bu hususta ona yaklaÅŸamamıştır bile. Bunlar hep otomatik ve refleks vetolardır. Aynı ÅŸey Genel Kurul kararlarına karşı oy kullanılmasında da, bu sefer bir iki uÅŸak ülkesi ABD yanında olsa da, görülebilir. ABD'nin bu tavırları artık bir düzenlilik arz eder hale gelmiÅŸtir. Veto hususunda ABD'den sonra gelen onun gibi diÄŸer bir ülke de Ä°ngiltere'dir. Güney Afrika'daki ırkçı rejimi korumak için o da bir kaç Güvenlik Konseyi kararını veto etmiÅŸtir. Ama ne olursa olsun Ä°ngiltere ABD'nin çok gerilerindedir.
New York Review'de yeni bir dünya düzenine kavuÅŸtuÄŸumuzu, en azından böyle bir umut olduÄŸunu belirten makalenin alıntı yaptığım paragrafındaki mesajı iÅŸleyen yüzlerce makalenin kitle iletiÅŸim organlarında ve entellektüel dergilerde yer aldığını tekrar vurgulamakta fayda görüyorum. Bunların hepsi BM'deki mucizevi hava deÄŸiÅŸimini övmekte, ABD soÄŸuk savaşı kazandığından artık otomatik bir Sovyet vetosuyla karşılaÅŸamadığından, Ruslar'ın bundan böyle sorun çıkartamayacağından ve Üçüncü Dünya'nın keskin batı karşıtı retoriÄŸinin de kaale alınmaması gereÄŸinden dem vuruluyor. EÄŸer zahmet edip de, Üçüncü Dünya'nın keskin Batı karşıtı retoriÄŸinin ne olduÄŸuna bakacak olursanız, bunun büyük ölçüde uluslararası hukuka baÄŸlılık ve BM ilkelerine uymak anlamına geldiÄŸini farkedeceksiniz. Üçüncü Dünya, kararların tamamında olmasa da, oldukça büyük bir tutarlılıkla bu yönde baskılar yapmaktadır. Zira uluslararası hukuk onlara baÅŸta biz olmak üzere vahÅŸi ülkelerin tecavüzlerine karşı bir tür zayıf savunma saÄŸlıyor. Bundan dolayı, uluslararası hukuka baÄŸlılığı savunmuÅŸlardır. Keskin batı karşıtı retorik bu demektir, ancak bu gerçekleri hiç bir yede okumak mümkün olmuyor.
ABD'nin Saldırganlık Tarihi
EÄŸer sözkonusu gerçeklere daha yakından bakarsanız, ABD'nin günümüzde ileri sürdüÄŸü yüksek deÄŸerleri müÅŸahade edebilirsiniz. Burada üç temel noktayı hatırlatmak gerekmektedir. Birincisi saldırganlık, ikincisi baÄŸlantı ve üçüncüsü de yeni bir dünya düzenidir. Üçüncüsünden epeyce bahsettim. Åžimdi biraz da saldırganlık konusuna girelim. GeçmiÅŸ yıllarda, yüzlerce saldırganlık vakıası gerçekleÅŸmiÅŸtir. Saddam Hüseyin'in Kuveyt'e saldırması oldukça kötüdür ama, en kötüsü de deÄŸildir. Bundan daha çirkin olaylar olmuÅŸtur. En son, Panama'nın ABD tarafından iÅŸgalini ele alalım. BM iÅŸgali kınamıştı, iÅŸgal pek çok yönüyle, Kuveyt meselesiyle paralellik arz ediyordu. Ama en azından Saddam'ın, ABD'nin olduÄŸundan daha fazla makul vesileleri vardı. Zayiat aÅŸağı yukarı baÅŸabaÅŸtı. Kuveyt'te zayiat ilk iki ayda ikiyüz civarında tahmin edilirken, ÅŸimdilerde rakamın bir-iki binin üzerinde olduÄŸu sanılıyor. Tabii ki bu da yaklaşık olarak Panama'da tahmin edilen -tabii ki bunlar yüzlerle ifade ediliyordu- ölü sayısına yaklaşık bir rakamdı. Oysa yapılan araÅŸtırmalar sonucunda, toplu mezarlardan 6000-7000 kiÅŸi çıkarılmıştı, pek çok Panamalı ve Orta Amerika Ä°nsan Hakları Örgütleri'nin iddialarına göre ise, gerçek rakamlar binleri aÅŸmaktaydı. BirleÅŸik Devletler Panama'da her alanda etkili olan ABD askeri danışmanlarının tercihleri doÄŸrultusunda kukla bir rejim kurmuÅŸlardı. Meksika basınında, bu konuyla ilgili sızan pek çok bilgi yer almışken ABD basınında bunlara pek rastlanmamıştı. Bunun adı ABD'de 'demokrasi' idi, oysa aynı ÅŸeyin Latin Amerika'daki adı 'komedi' idi. "Sekizler grubu" -sekiz büyük Latin Amerika demokrasisi- Noriega yönetimi altındaki Panamayı, Noriega'nın suistimalleri gerekçesiyle, geçici olarak üyelikten azletmiÅŸlerdi. Geçen Mart'ta ülke tam anlamıyla askeri bir iÅŸgal altında olduÄŸu gerekçesiyle sürekli olarak üyelikten ihraç edildi. Bu iÅŸ BirleÅŸik Devletler'de geçiÅŸtirildi ve kimsenin de olanlardan doÄŸru dürüst haberi yoktu. AÄŸustos ayında, Panamadaki katolik kilisesi, iÅŸgali, Panama tarihinin en trajedik olayı olarak lanetlemiÅŸti. Tarafımızdan yeniden düzeni oluÅŸturmak için kurulan Panama Hükümet Komisyonu AÄŸustos ayında bir takım teklifler sundu. Bunların en önemlisi ise Askeri iÅŸgal yönetiminin son bulması gerekliliÄŸiydi. Ä°ÅŸte Panama'nın hikayesi budur.
Acaba Kuveyt'te neler oldu? Saddam Hüseyin Kuveyt'i iÅŸgal ve ilhak etti. Ama ÅŸunu gözden kaçırmayalım: BM'in müeyyedilerinden beÅŸ gün sonra. EÄŸer BM, Panama'da yapmış olduÄŸu gibi, tepki kovmasaydı -zaten Panama'da bir ÅŸey yapamazdı, çünkü verilen herhangi bir kararı ABD veto ederdi- Saddam, muhtemelen ABD'nin Panama'da yaptığım yapacaktı, yani kukla bir rejim kuracak ve daha sonra askerlerini buradan çekecekti. Emin olun onun yapmak istediÄŸi tam anlamıyla bundan ibaretti. Çünkü baÅŸka bir ülkeye varmak için en etkin yol buydu. Kuveyt'teki en büyük fark, BM'in manevra yeteneÄŸi idi. Åžöyle ki, otomatik veto sistemi çalışmıyordu. ABD bu saldırganlığa karşıydı, öyleyse BM çalışabilirdi. Buna benzer pek çok hadise daha vardır. Kuzey Kıbrıs'ın Türk iÅŸgal ve ilhakını ele alalım. Burada bir kaç bin insan öldürülmüÅŸ, bir kaç yüzbini de sürülmüÅŸtü. Bölge büyük ölçüde yaÄŸmalanmış ve harab edilmiÅŸti. Klasik antik çaÄŸa kadar giden Yunan Medeniyeti ile ilgili her ÅŸey yok edilmek istenmiÅŸti. Bu da Türkiye'dir. O zaman da hiç bir ÅŸey yapılmadı. ABD bu iÅŸe taraftardır. Taksimat iÅŸi ise 1960'larm baÅŸlarına kadar uzanıyordu. O zamanlarda bu Acheson Planı olarak adlandırılıyordu ve ABD'nin BM'in oraya barış getirme uÄŸraşılarını baltalamaya çalıştığı zamanlara denk geliyordu, iÅŸte bu olay da Saddam Hüseyin ve Kuveyt hadisesinin bir benzeridir. Ya da Fas'ın Batı Sahra'yı iÅŸgalini ele alalım. Bu iÅŸgal de ABD tarafından desteklenmiÅŸti. Pas bir müttefikti. Fas'ın Sahra'yı iÅŸgalini haklılaÅŸtıran etmen, Kuveyt'in iÅŸgali için de geçerlidir. Sebebi sadece, zengin kaynakların bir avuç kabile adamının elinde bulunmasına baÄŸlamak, kötü bir izahtır. Batı Sahra baÅŸka bir yer de olabilirdi: Ama ABD bunu da becerdi ve BM hiç bir ÅŸey yapamadı. Ä°srail'in Lübnan'ı iÅŸgalini ele alalım. ABD, burada, güçleri ayırmaya, saldırganlığa son vermeye, Beyrut'un bombalanmasını durdurmaya çalışan Güvenlik Konseyi kararlarının tamamını veto etmiÅŸti. Tarihte ilk kez bir baÅŸkent, TV kameralarının önünde bombalanmaya ÅŸahit olmuÅŸtu. Bunların hepsi iyi ÅŸeylerdi ve ABD tarafından onaylanıyordu. Sözkonusu olay Irak'ın Kuveyt'i iÅŸgalinden çok daha kötüdür. 6000-7000'i sadece Beyrut'ta olmak üzere, çoÄŸu sivil 20.000 kiÅŸi katledilmiÅŸti. Ya da Endonezya'nın 1975'te DoÄŸu Timor'u iÅŸgalini ele alalım. Bu daha farklı bir düzlemdedir. Hem iÅŸgal hem ilhak bir aradadır. Tam bir soykırım gibidir. Ä°kiyüzbin kiÅŸi öldürülmüÅŸtür. Olay, ancak, aynı yıllardaki Pol Pot gaddarlığı ile kıyaslanabilir. ABD, katliamı yakinen desteklemiÅŸtir. Gerçekten de iÅŸgalcilerin elindeki silahların %90'ını "Ä°nsan Hakları Yönetimi" (Carter) saÄŸlamıştı ve katliam büyüdükçe silah sevkiyatı yaygınlaÅŸmıştı. Oysa burada tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kendi evimizde çıt yoktu. Kissinger zamanında ise, silahlar geçici bir ambargo varmış gibi gösterilerek, el altından sürülüyordu. O dönemde BM yine iÅŸ başında bulunuyordu ve orada Daniel Patrik Moynihan adında BM Büyükelçisi vardı, iÅŸgal sırasında kendisinin nasıl davrandığını gururlanarak dile getirmektedir. Hatıraları Tehlikeli Bir Yere bir göz atalım. Konu Üzerine olan iki paragrafta ÅŸöyle diyor: "ABD hükümeti her ÅŸeyin yerli yerinde oturmasını istiyordu. Washington BM'in almak istediÄŸi yaptırım kararlarına mani olunmasını arzuluyordu. Sorumluluk bana verildi ve ben de bunu baÅŸarıyla ifa ettim." Daha sonraki satırlarda baÅŸarısının ne olduÄŸunu ÅŸöyle ifade ediyor: "Ä°ki ay içerisinde raporlara göre, yaklaşık 60.000 kiÅŸi öldürülmüÅŸtü. Kabaca bu, Naziler'in Ä°kinci Dünya Savaşı'nda öldürmüÅŸ oldukları insan sayısına eÅŸit bir orandı." Moynihan, BM'in giriÅŸimlerini nasıl durdurduÄŸunu açıklarken gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Daha ilginç olanı ise, iÅŸlenen cinayetleri tanımlarken, bunları (ben deÄŸil o) Naziler'inkiyle kıyaslıyordu. Daha sonra ise öteki konulara geçiyor. Dolayısıyla BM için bu ara düzülen methiyeler serisi içerisinde Daniel Moynihan'ın bir kahraman gibi karşılanması doÄŸaldı.
New Yok Times ilk sayfalarında onun kitabına yer ayırıyor, kitabı göklere çıkarıyordu. Kendisiyle röportajlar yapılıyordu. Çünkü hayatını, uluslararası hukukun BM müeyyidilerinin uygulanmasına adamıştı. Ve sonuçta da onun kahramanca mücadelesinin sonunda tüm dünya, onunla aynı konuma gelmiÅŸti ve o da kendini temize çıkmış hissetmiÅŸti. Hem de kendisi bir Harvard profesörü idi. Tüm bunlardan çıkan sonucun ÅŸu olduÄŸunu düÅŸünüyorum: Hayal gücünüz ne kadar zengin olursa olsun, ahlaksızlık noktasında asla saygıdeÄŸer ve medeni bir aydın topluluÄŸunun seviyesine eriÅŸmeniz mümkün deÄŸildir.
Daha fazlasına lüzum yok. Sonuçta görülmektedir ki; ABD'nin saldırganlığa, her nasıl olursa olsun, itirazı yoktur. Saldırganlar mükafatlandırılamaz fikri, ABD politikası prensipleri gözönüne getirildiÄŸinde, oldukça komik kaçmaktadır. Onlar bu sözü çok nadiren ağızlarına almaktadırlar. Sözün geçtiÄŸi baÄŸlamlar ise oldukça enteresandır. Sadece, ABD'nin muhalifleriyle, saldırganlık hususunda anlaÅŸamadıkları zamanlarda. Biz yanlış yapıyoruz. Yaptıklarımız hakkında yeterince açık deÄŸiliz. Yaptıklarımızı berbat edip bırakıyoruz. Åžu bir gerçek ki, bu tarihsel kayıtlarda temelli bir tutarsızlık bulamıyorum. Aksine ABD'nin eylemlerinin tümüyle tutarlı olduÄŸunu söyleyebiliriz. EÄŸer saldırganlık ABD'nin çıkarlarınaysa, yumuÅŸak ve sevimlidir. Yok eÄŸer tersineyse, çirkin ve iÄŸrençtir. Yani gösterilecek tepki, saldırganlığın çıkarlara uygun olup olmamasına baÄŸlıdır. EÄŸer bunun tek bir istisnası bile varsa görmek isterim doÄŸrusu. Burada bir terslik göremiyorum. Bu ifade edilemeyen bir hakikattir ve sorgulama dışıdır.
Bağlantı
Müzakerelere neden müsaade etmediÄŸimizin son sebebi olarak, ÅŸimdi de baÄŸlantı hususuna deÄŸinelim. BaÄŸlantı, bölgedeki diÄŸer benzeri meselelerle ilgilenen bölgesel güvenlik antlaÅŸmasını sembolize eden bir kavramdır. Sözgelimi Ä°srail'in, Suriye Golan Tepeleri'ni ilhak etmesi, Batı Åžeria'yı ve Lübnan'ın %10'unu iÅŸgal etmesi gibi. Bizim karşı çıktığımız baÄŸlantı meselesinin bir yönü de budur. Akıllıca düÅŸünebilen insanlar olarak sizin de "baÄŸlantı"ya, yani bölgenin tamamındaki saldırganlık ve ÅŸiddeti çözecek genel bir güvenlik düzenlemesine karşı olmanız gerektiÄŸi sürekli olarak size dikte edilir. ABD, baÄŸlantıya neden karşıdır? Åžunu unutmayalım ki, bu karşı çıkışlarımızın tümünde de diÄŸer ülkelerce açık bir biçimde yalnız bırakıldık. BM'in en son oylamaları, Arap-Ä°srail çatışmasının siyasi uzlaÅŸması Üzerine olan 151,152 ve 153, maddeleri ile ilgiliydi. Orada da bir tarih vardır. Son yirmi yıldır ABD, BM'in bütün çabalarını ya da Arap-Ä°srail çatışmasına barışçı diplomatik uzlaÅŸma saÄŸlamak isteyen herhangi bir çabayı engellemektedir. 151, 152 ve 153'ün oylanması dünyanın bu mesele üzerine nasıl bölündüÄŸünü çok iyi bir biçimde göstermektedir. 1976'da ve tekrar 1980'de ABD; Suriye, Ürdün, Mısır gibi Arap ülkelerinin önerdiÄŸi ve FKÖ'nün desteÄŸi ile hazırlanmasında katkısı bulunan tasarıyı, Güvenlik Konseyi'nde veto etmiÅŸti. Onlar BM'in 242 sayılı kararı doÄŸrultusunda, güvenlik garantisi, askersiz bölge, sınırlar vs. gibi konuları içeren siyasi bir çözüm istemiÅŸlerdi. ABD bunu Güvenlik Konseyi'nde veto etti. ABD, Genel Kurul'da da kararlara sürekli karşı çıkıyor, ancak çoÄŸu kez itirazında yalnız kalıyordu. Bu durum, 1970'lere, Henri Kissinger'in Orta DoÄŸu Politikası sorumlusu olarak, politikayı yönlendirmeye baÅŸladığı tarihe kadar uzanır. Ortada bir çatışma vardı ve bu bir ÅŸekilde çözüme baÄŸlanmalıydı. ABD o dönemlerde, uluslararası konsensusla uyumlu bir konum arayışı içindeydi, Kissinger bunu tersine çeviri vermiÅŸti. Çatışmanın adı artık 'açmaz' [stalemate] olarak deÄŸiÅŸtirilmiÅŸti. Mevzu, Mısır BaÅŸkanı Enver Sedat'ın uluslararasında tanınan, 1967 Haziran öncesi sınırları üzerine olan genel bir barış antlaÅŸması teklif etmesiyle tekrar öne çıktı. O zaman Filistinliler'e herhangi bir gönderme yapılmamıştı. 1971'de, hiç kimse Filistinlilerden bahsetmiyordu. Filistin devleti ya da benzeri ÅŸeyler gibi meseleler yoktu, Ä°srail ise teklifi reddediyordu ve bunu "içtenlikli bir barış teklifi" olarak görmesine karşılık eÄŸer gerçekleÅŸirse, Araplar'ın sınırların belirlenmesi konusunda daha avantajlı bir konuma geçecekleri gerekçesiyle reddediyordu. Kissinger'in etkisindeki ABD, Ä°srail'e itirazında arka çıktı. Hatıralarında açıkladığı gibi, Kissinger çözüm bulma yerine, açmazda bırakmayı tercih etmiÅŸti. Bunun pek çok sebebi vardır, ancak bu böyleydi ve devam etmesi de bu yolla olmuÅŸtu. O gün bugündür de, ABD çatışma ile ilgili bütün siyasi anlaÅŸma çabalarını engellemiÅŸtir. Bunu yaparken en son Genel Kurul kararına kadar da, bütün dünyaya karşı tek başına kalmıştır.
Sözkonusu olay, medeni aydın topluluÄŸu tarafından nasıl karşılanmıştır? Bir kaç ay önce, New York Times'ta Alan Cowel imzasıyla yayınlanan ve "Sovyetler, Orta DoÄŸu'da takıma girmeye çalışıyor" baÅŸlıklı yazıları görmemiz mümkündür. Sözkonusu yazının içeriÄŸi ÅŸöyledir: "Sovyetler, Washington'la çatışmaktan kaçınmaktadırlar ve bölge diplomasisindeki Ana akıma yaklaÅŸmaktadır. Ve eÄŸer Sovyetler bu medeni tavırlarında sebat ederlerse, Ana akımın içerisinde takım oyuncusu olabilirler." Burada neler oluyor? Oldukça basit, bunları anlamalısınız. Takım BirleÅŸik Devletleri'dir. Ana akımdan kastedilen de baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Dünyanın geri kalan kısmı ise takım dışıdır. Ana akımın dışındadırlar. Åžimdi ise Ruslar takıma alınmak istenmektedir. Çünkü onlar, dünya deÄŸerlendirmelerinde bizimle hem fikirdirler artık. Böyle devam ederlerse, Orta DoÄŸu diplomasisinde bizimle beraber olabileceklerdir. Åžimdilik ana akım sadece bizden oluÅŸmaktadır. Onların katılmasıyla cüsse ikiye katlanacaktır. Bunlardan daha da ilginç olanı, bütün bunlara herhangi bir eleÅŸtiriye tabi tutulmaksızın, gülümsenmeksizin ve ÅŸaşırılmaksızın geçip gitmektedirler. Bu da bize göstermektedir ki, ortalıkta gerçekten de otoriter ve fanatik bir entellektüel kültür iÅŸ görmektedir ve fanatizmin derecesi Rum'daki mollalardan bile daha aşırıdır. Sözünü ettiÄŸim bizim entellektüel kültürümüzdür ve sözkonusu olan da onun nasıl iÅŸlediÄŸidir. Bunlar olurken ne bir kimse ayıplamış, ne bir kimse gülümsemiÅŸ ve ne de bir kimse farketmiÅŸtir. Medya'daki 'barış sürecine' iliÅŸkin literatür oldukça geniÅŸtir. Nedir Barış Süreci? ABD'nin geçtiÄŸimiz 20 yılda Orta DoÄŸu'daki barışı engelleme çabalarını anlatan teknik terimden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Güvenlik Konseyi kararlarının veto edilmesi BM'yi devre dışı bırakılması, kararlarının geçersiz ve hükümsüz kılınması; iÅŸte barış süreci budur. Yine olanlar ne bir kimse tarafından ayıplandı, ne de eleÅŸtirildi. Gençlere tavsiye olarak ÅŸunu da eklemeliyim; bu normları/deÄŸerleri içselleÅŸtiremediÄŸiniz sürece, oyunun bir parçası olamazsınız. Onun için dikkatli olmanız sizin menfaatinizedir.
Dolayısı ile biz herhangi bir baÄŸlantıyı kabullenenleyiz. ABD, körfezdeki çatışma için diplomatik bir antlaÅŸmayı istememektedir ve aynı ÅŸekilde Arap-Ä°srail çatışmasında da diplomatik bir çözüme karşıdır. Açıktır ki ikisi arasında bir baÄŸlantıya yani, her ikisini de içeren genel bir diplomatik uzlaÅŸmaya karşı çıkacaktır. Böylelikle, Körfez krizini yatıştıracak, katliamları durduracak, oldukça makul ve akıllıca yollardan biri olan bölgesel güvenlik antlaÅŸmasına muhalif olacağız. Ä°ÅŸte bunlar tartışılan konulardır ve bunlar bizim erdemimizin doruÄŸudur!
Bu noktada, olanların ne önemi var diye sorabilirsiniz. Acaba gerçeklerin bir önemi var mı? Acaba, basın ya da aydınlar topluluÄŸu giyinip kuÅŸanıp aynanın karşısına geçip cesaretleriyle övünürken, bizim ne kadar mükemmel olduÄŸumuza, diÄŸerlerinden ne kadar ayrıksı bir yerimiz olduÄŸunu söylediklerinde, bunlar önemli olmayacak mıdır? Bu müÅŸkül durum çok sorun çıkaracaktır. Bunun neden böyle olacağını daha önceden açıklamıştım. EÄŸer yüksek deÄŸerlerin konumu, olanlara bir liyakat atfederse, o zaman makul bir argümanımız var demektir. Hem de öyle bir argüman ki, sizi diplomatik çözüm yollarından men edip, doÄŸruca savaÅŸa sürükler. Hakikat kılıcı, bu devasa yeni düzeni kabullenmeyen her kiÅŸiyi yok etmelidir. Öte yandan, eÄŸer her ÅŸey bir göz boyama ise, mutlaka içsel bir felaketten kaçınmanın bir yolu olmalıdır. Bu nedenle aydınlar topluluÄŸunun nasıl iÅŸlediÄŸi önem kazanmaktadır.
Bu arada entellektüel standartlarımızdan pek bahsetmedik. Bizim ahlaki ölçülerimiz nelerdir? 3 Kasım tarihli New York Times gazetesinin baÅŸ sayfasındaki bir makalede "Fırtına Norman" diye bilinen, çöldeki genel komutan General Schwarzkophf ile bir mülakat vardı. Åžöyle baÅŸlıyordu: "Irak'taki Amerikan güçleri komutanı, birliklerinin Irak'ı ortadan kaldırabileceÄŸini, ancak ülkeyi yok etmenin bölgedeki uzun vadeli güç dengelerinin çıkarına olmayacağından ihtiyatlı olduÄŸunu söyledi." Yani baÅŸka bir deyiÅŸle, biz 17 milyon insanı katledebilir dik ve herhangi bir zorlukla karşılaÅŸmaksızın ülkeyi yeryüzünden silip süpürürdük, ancak bu taktik icabı pek akıl kan deÄŸildi; çünkü bizim uzun dönemli çıkarımıza uygun deÄŸildi. Ve buna bir tepki de gösterildi. Sözkonusu makalede Fırtına Norman'ın neredeyse bir güvercin olduÄŸu sonucu çıkarıldı. Buna pek çok tepki gelmiÅŸ olabilir. Benim gördüÄŸüm sadece bir tanesi. Fırtına Norman 'taktik nedenlerle' 17 milyon insanın öldürülmesi ya da ülkenin yok edilmesi taraftan deÄŸil, iÅŸte tüm bunlar bize; 'biz' ve 'onlar' konusu ile, bizim evrensel deÄŸerlerimiz hakkında bir ÅŸeyler söyleyebilir. Takdiri size bırakıyorum.
Bütün bunlar mesele mi? Evet, bunlar mesele, tarihî ilk elde sömürme deneyimini yaÅŸayan insanların meselesi, gerçekte pratik olarak geçerli olmayan erdemin ve hayırhahlığın meselesi. ABD neden, Ä°ngiltere hariç kimsenin onaylamamasına raÄŸmen, çıkarları uÄŸruna savaÅŸmaya can atmaktadır. Sanırım bunun iki büyük sebebi var. Petrolünü artırmak, petrol fiyatlarını düÅŸürmek ya da bu gibi ÅŸeylerden herhangi biri olduÄŸunu düÅŸünmüyorum. Açıkça, prensiplerle de ilgili bir ÅŸey deÄŸildir. Åžimdi bunu bir kenara bırakalım. Aydınları endiÅŸelendiren konu budur.
ABD Dış Politikasının 1 Nolu Aksiyomu
ABD'nin bu en baskın ve belirleyici dış politika ilkesi o denli önemlidir ki, onbeÅŸ yıl önceye kadar hakkında yazı yazarken "uluslararası" iliÅŸkilerin 1 numaralı aksiyomu" diye adlandırmıştım. Bu aksiyom, hiç bir yerel gücün Orta DoÄŸu'nun enerji kaynakları üzerine denetim saÄŸlamasına izin verilmemesini içerir. Orta DoÄŸu enerji kaynakları ABD'nin petrol ÅŸirketlerinin ve yerli iÅŸbirlikçilerinindir. Zaten Orta DoÄŸu siyasi coÄŸrafyasına bir göz atarsak bu sömürgeci düzenlemenin nasıl sürdüÄŸünü görebiliriz: Bölgede yoÄŸun bir nüfus yaşıyor, ancak petrolün büyük bir bölümü ufak ailelerin elinde. Bu düzen ÅŸimdiki haliyle baÅŸlangıçta Ä°ngilizler tarafından kurulmuÅŸ ve ardından da ABD tarafından devralınmış. Bu küçük ÅŸeyhlikler ABD ve Ä°ngiltere'nin eli altındadurduÄŸu müddetçe her ÅŸey yolunda ve mükemmel. Onların iÅŸleri çok iyi idare ettiklerini Harvard iÅŸletme Fakültesinde eÄŸitim gördüklerini ve bizim öÄŸrettiklerimizi uyguladıklarını söyleyebiliyoruz. Ä°ÅŸte bağımsızlık budur. Öte yandan, eÄŸer toplumun deÄŸiÅŸik kesitlerini temsil edebilen herhangi bağımsız milliyetçi bir güç etkinliÄŸini arttırsa, iÅŸler çığırından çıkmıştır anlamına geliyor. Bu tür sebeplerden ötürüdür ki ABD 1953 yılında Ä°ran'daki muhafazakar milliyetçi parlamenter rejimi devirdi. En kalabalık Arap devleti olan Mısır'a bölgedeki doÄŸal kaynaklan denetimi altına alma fırsatını veren Arap milliyetçisi hareketin temsilcisi Nasır'ı da ABD bu yüzden hezimete uÄŸrattırdı. Humeyni'ye bunun için karşıydı. Åžimdi de Saddam Hüseyin'e bunun için karşı çıkıyor. AÄŸustos'un 2'sinde Saddam Hüseyin ABD'nin düÅŸmanı oldu. AÄŸustos'un 1'inde de Saddam en az AÄŸustos'un 2'sinde olduÄŸu kadar iÅŸkenceci, katil ve gangsterdi. Ama o zamanlar vazgeçilmez bir dosttu, iliÅŸkilerimiz geliÅŸiyordu. O da bir ılımlıydı. Ona karşı hoÅŸ davranmalıydık. Bizim yanımızdaydı ve kendisiyle hiç bir sorunumuz yoktu. Kürtlere karşı kimyasal silahlar kullanır, insanlarına zulmeder. Her ÅŸey harika. Fakat AÄŸustos'un 2'sinde uluslararası iliÅŸkilerin 1 nolu aksiyomunu ihlal etti ve birden Cengiz Han'la Hitler'in ruhlarına büründü, Hem zaten Hitler benzetmeleri de standart model haline geldi. Tabii hiç bir dürüst aydın bu tür bir söylemi dürüstlük tanımına sığdıramaz. Aynı model Mussolini, Trujillo, Marcos, Duvalier ve Noriega ile olan iliÅŸkilerimizde de mevcuttur. Hep aynı hikaye. Diktatörler istedikleri her ÅŸeyi yapabilirler: Cinayet, iÅŸkence, gasp, her ÅŸey. Hiç bir itirazımız yok. Ancak bize zararı olmaması ÅŸartıyla ABD çıkarlarını destekliyormuÅŸ gibi görünmeleri ÅŸartıyla. Ama eÄŸer çıkarlarımıza zarar verirlerse, hemen daha önceki suç dosyalan gün yüzüne çıkarılır ve biz de bu hususlarda son derece dürüst davranır, ilkelerden vazgeçmeyiz. Bu felaketin böyle gitmesine göz yumamayız. Onları yıkmak ve yerlerine tıpkı eskisine benzeyen, -genellikle daha beteri olur- yeni birini koymak için müdahele etmemiz gerekir. GerçeÄŸin saptırılması olaylarından bir tanesi de budur. Zira bu model çok yaygındır ve aynı ÅŸey AÄŸustos'un 2'sinde Saddam Hüseyin için de uygulanmaya baÅŸlanmıştır.
Petrol = Güç
ABD niçin petrolün denetimini ele geçirmek istiyor? Bunun da bir hikayesi var. Daha 1940'larda, Arabistan Yarımadası'nın enerji kaynaklarının muazzam miktarlarda olduÄŸu çok iyi anlaşılmıştı. Hatta 1944 yılında hükümet tarafından "eÅŸsiz bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihinin en büyük maddi mükafatı" olarak tanımlanmıştır. Bir kaç yıl sonra da bazı gizli bölgelerde bu yabancı yatırım sahasından en büyük mükafat ÅŸeklinde söz ediliyordu. Petrol açıkça dünyayı denetlemenin anahtarı olacaktı. Her kim buraları ele geçirirse, dünyanın çoÄŸunluÄŸuna nüfuz edebilirdi. ABD de bir süper güç olmayı amaçladığından, bu musluÄŸu kendi eli altında tutmaya çalışıp, baÅŸka hiç bir gücün kendisine ortak olmamasını istiyordu. Çok uzak görüÅŸlü ve etkili bir planlamacı olan George Kennan, 1949 yılında ABD'nin petrol üzerinde denetim saÄŸlaması halinde, Japonya ve Almanya gibi hasımları üzerinde "veto gücü" diye adlandırdığı bir güce ulaÅŸabileceÄŸini belirtmiÅŸti. O zaman Almanya ve Japonya rakip olmadıkları halde, gelecekte bu konuma gelebileceÄŸini kestirmiÅŸ olsalar gerek. ABD bunun için petrolü istiyor. Yani biz kullanmayacağız. ABD ve Batı Hemisphere, 1960'ların sonlarına dek dünyanın en büyük petrol üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı. Ama buna raÄŸmen belirtilen politikayı aynen takip ettik. ABD'nin petrol fiyatının düÅŸük olmasını sürekli istediÄŸi de doÄŸru deÄŸildi. Bazen düÅŸük fiyat istedi, bazen yüksek. Ancak her zaman petrolü elinde tutmak, hakim etkileyici bir konumda olmak istedi. Asıl önemlisi, hiç bir yasal güç bu rolü ele geçirmemeliydi. Buradan doÄŸal olarak çok daha genel bir ilkeye varılmıştı: politikalı saÄŸcı olmuÅŸ, solcu olmuÅŸ ne olursa olsun Üçüncü Dünya'da rastlanan radikal milliyetçilik ve bağımsızlıkçı milliyetçiliÄŸe göz yumulamaz. Çünkü bağımsızlık kaynakların ülke çıkarlarına yönlendirilmesi anlamına gelir ki bu da asla kabul edilemez. George Kennan'ın da ortaya koyduÄŸu gibi Üçüncü Dünya'nın rolü sömürülmektir. Bu hükümet siyasetini belirleyen politikacının belirttiÄŸine göre Üçüncü Dünya fonksiyonunu yerine getirmelidir. Hammadde kaynağı ve endüstri dünyasının pazarı olmak. Bağımsız milliyetçilik buna izin vermez. Dolayısıyla, hep bir ağızdan bağımsız milliyetçiliÄŸe karşı çıkarız. Bu muazzam stratejik güç kaynağının, dünyada olup biteni etkileme gücü veren bu büyük nimetin deÄŸerinden ötürü Orta DoÄŸu'da sözkonusu husus özellikle önemlidir.
Ä°ÅŸte dünya meseleleri için 1 nolu aksiyom. Bölgede olup biten ÅŸeylerin pek çoÄŸu bu baÄŸlamda rahatlıkla anlaşılabilir, Ä°srail'le stratejik ittifak denilen ÅŸey 1950'lerin sonlarına doÄŸru tam da bu baÄŸlamda ÅŸekillendi. Ulusal Güvenlik Konseyi 1958 yılında, radikal Arap milliyetçiliÄŸine karşı muhalefetin mantıki bir çıkarımının, bölgede tek güvenilir Batı dostu olarak Ä°srail'in desteklenmesini gerektirdiÄŸi sonucuna vardı. 1960'larda Ä°srail, ABD istihbaratınca Nasır'ın körfez ülkeleri üzerindeki baÅŸkalarına karşı bir engel ÅŸeklinde deÄŸerlendiriliyordu. Mısır o zamanlar Suudi Arabistan'la neredeyse savaÅŸ ediyor gibiydi. Son zamanlarda açığa çıkan dokümanter deliller, Yemen kökenli Ä°srail askerlerinin de bu savaÅŸa fiilen katıldığını göstermektedir. ABD istihbaratının son 20 yıldır Ä°srail'i Nasır'ın Arap dünyasını birleÅŸtirme çabalarına ve Arap topraklarının kaynaklarını halkının kullanımına açmasına karşılık bir tür engel olarak deÄŸerlendirdiÄŸini zaten hepimiz biliyoruz. Aksi halde Orta DoÄŸu bölgesi asli fonksiyonunu yerine getiremezdi.
Nixon Doktrini
Ä°srail, Nasır'ı 1967 Savaşı'nda neredeyse tahrip etmeyi ve ezmeyi baÅŸardığında, ABD ile olan stratejik ittifakı güçlenmiÅŸti. Hem Amerika da oraya silah yığmaya baÅŸladı. Ä°srailliler vazifelerini baÅŸarıyla yerine getirmiÅŸlerdi ve 1970'ler boyunca mükafatlandırmaya devam edildiler. Bu arada 1970"lerin başında Kissinger'in barışçı bir çözümü engellediÄŸi ortama deÄŸinmek gerek. Kissinger'in politikalarının bir hazırlanış ortamı vardı. Adı Nixon Doktrini'ydi ve ABD'nin Vietnam Savaşı'nda dünyayı sırf kendi kaba gücüyle idare etmenin imkansızlığını anlaması manasına geliyordu. Görevini baÅŸkalarıyla paylaÅŸmalı, bazı sorumlulukları yanlısı ülkelere devretmeliydi. Nixon doktirini budur. Kissinger'in tanımlamasıyla, bölgesel güçler de, ABD'nin rehberliÄŸindeki genel bir çerçevesi içerisinde kendi bölgesel sorumluluklarını üstlenmelidirler. Çok zeki bir entellektüel olmayan Savunma Bakanı Melvin Laird bunu daha basit bir dille açıklamıştı: O, emirleri Washington'dan alan yerel 'cops on the beat'lerin [jandarma] olacağını söylemiÅŸti. Orta DoÄŸu'nun jandarmaları Ä°srail ve o zamanlar CIA darbesiyle tahta oturtulan Åžah'ın iktidarda olduÄŸu Ä°ran'dı. Ä°srail, Ä°ran ve Suudi Arabistan armasında, sözle ifade edilmese de oldukça gerçek bir üçlü ittifak mevcuttu. Suudi Arabistan, ABD için çalışan ve petrol kuyularını iÅŸleten bir kaç bin insan demekti. Ä°srail ve Iran ise, kimsenin bu düzene karşı çıkmamasını saÄŸlayacak, özellikle de sık sık çılgın fikirlere sahip olan bölge halkına karşı düzeni koruyacak bekçilerdi. Bu düzen 1970'ler boyunca devam etti. 1973 Savaşı Mısır'ın basitçe dışlanamayacağını kanıtlamıştı. Nasıl silah kullanılacağını biliyorlardı. Yeteneksiz Araplardan deÄŸillerdi. Bunun için Kissinger Mısır'ı çatışmanın dışında tutacak bir geri çekilme konumu aldı. En büyük Arap caydırıcı gücüyle çatışmayı göze alamıyorsan, Mısır'ı çatışmanın dışında tutarsın. Böylece Ä°srail yoÄŸun Amerikan yardımıyla birlikte engelsiz kaldı. Artık elindeki silahları iÅŸgal ettiÄŸi toprakların entegrasyonunu geniÅŸletmek için çatılardan ateÅŸ ederken ya da kuzey komÅŸusuna saldırırken kullanıyordu. O zamandan bu yana da aynı durum sürüyor.
Åžah'ın devrilmesiyle birlikte Ä°srail'in rolü daha da önemli hale geldi. Dahası Åžah'ın yıkılışının hemen ardından, Humeyni'nin baÅŸa geliÅŸinden bir kaç hafta sonra ABD Ä°ran'a parası Suudi Arabistan tarafından ödenen ve Ä°srail üzerinden giden silahlar göndermeye baÅŸladı. Amaç daha sonra olaya karışan yüksek mevkideki Ä°srail yetkililerince açıkça ifade edildi. Bunlar ancak Ä°ran-Contra meselesi sırasında açığa çıkabilmiÅŸti. Amaç, o zamanki hükümeti devirebilecek Ä°ranlı subaylar bulmaktı. Bu hiç bir sır tarafı bulunmayan çok yaygın bir uygulamaydı. Devirmek istediÄŸiniz hükümete askeri yardım saÄŸlamak son derece alışık olunan bir metottur. Bunu Ailende zamanının Åžili'sinde, Sukarno'nun Endonezya'sında ve en son olarak da
Humeyni'nin iran'ında gördük. Sebebi de gayet açık. Bir iktidarı devirmenin en iyi yolu, orduda sizin adınıza bu iÅŸi yapabilecek adamlar bulmaktır. Ordudaki bu adamları bulabilmenin yolu ise onlarla iliÅŸki kurmaktır: Onlara askeri yardım gönderirseniz, eÄŸitirseniz, baÄŸlantıları kurarsınız, yönlendirip sizin ÅŸartlarınıza uyacak adamlarınızı seçebilirsiniz. Tüm bunların tran-Contra söylentileri sırasında üstünün örtülmesi gerekiyordu. Bunun için epey uÄŸraÅŸtılar. HerÅŸeyin 1985 yılında rehinelerle ilgili yapılan bir hatayla birlikte baÅŸladığı izlenimi bıraktırmak zorundaydılar. Halbuki bu, yıllar önce baÅŸlamıştı ve rehinelerle alakası yoktu, iÅŸin içinde rehine falan yoktu. Artık tamamen açığa çıktı. Standart iÅŸleyen bir prosedür uygulanmıştı. Hükümetler böyle devriliyordu. Fakat yine hiç kimse bu konuda konuÅŸmak istemiyor. GeliÅŸmelerin cereyan ettiÄŸi baÄŸlam buydu. Iran-Irak savaşı sırasında ABD'nin Irak'a karşı yakınlaÅŸması -belki bir gün Irak'ı iÅŸgale ABD'nin ittiÄŸi de ortaya çıkabilir- iÅŸte bu baÄŸlamda geliÅŸti. Amerika'nın Irak'la olan iliÅŸkilerinin içeriÄŸinin bazı yönlerini ÅŸimdilik tam olarak bilemiyoruz. Fakat tüm bunlar uluslararası iliÅŸkilerin 1 nolu aksiyomu çerçevesinde gerçekleÅŸtirildi: Dengelerin bölge halkının deÄŸil, kendi elimizde olmasını garantiye almak. Amerika'nın ÅŸimdi Körfez'de olmasının en önemli sebebi budur.
Yeni Dünya Düzeni: Dizginsiz ABD Saldırganlığı
Niçin güç kullanarak kazanmak istiyoruz? Neden diplomasi deÄŸil? Söylediklerime spekülasyon denebilir, fakat benim spekülasyonum bunun yeni uluslararası düzenin, yeni dünya düzeninin diÄŸer özellikleriyle açıklanabileceÄŸidir. Kendimize ABD'nin gücünün ne olduÄŸunu soralım? Yeni Dünya Düzeni'nde bizim en önemli kartımız nedir? Moral veya ahlaki bir güç mü? Bunları bir kenara koyabiliriz. Hiç kaale almadığımız Kosta Rikalı Üçüncü Dünya Katolik teologları bu konuda tamamen haklılar. Siz Hıristiyanlar'la-Roma imparatorluÄŸu analojisinden hoÅŸlanabilirsiniz veya hoÅŸlanmayabilirsiniz, hiç bir ahlaki ve moral güce sahip olmadığımız ÅŸüphe götürmez bir gerçek. Peki ya politik ve diplomatik gücümüz var mı? Buna hiç bir zaman sahip olamadık. ABD'nin izlediÄŸi politikalar Üçüncü Dünya ülkelerinde hiç beÄŸenilmez ve hep eleÅŸtirilmiÅŸtir. Dolayısıyla da eÄŸer herhangi bir çatışma diplomasi sahasına kayarsa, büyük olasılıkla kaybederiz. Zaten ABD bunun için ısrarla Orta DoÄŸu, Hint Çini, Orta Amerika'da müzakerelere ve diplomasiye karşı çıkıyor. Buralarda tekrar tekrar barış müzakerelerini kesmeye çalıştık ve bunda da bir hayli baÅŸarılı olduk. Yine bu sebeple ABD BM'i her giriÅŸiminde etkisiz hale getiriyor. Daniel Moynihan'dan daha önce söz etmiÅŸtim. Güzel bir gerekçe. Diplomasi bizim için kötü haber demek. Diplomasi yoluyla ulaÅŸmak istediÄŸimiz sonuca varamıyoruz. Bu sahada gücümüz yok. Ya öyleyse ekonomik gücümüz var mı? 1970'lerin başına kadar, ezici bir ekonomik hakimiyetimiz vardı. Ama artık böyle bir üstünlüÄŸümüz kalmadı. ABD hala en büyük ekonomiye sahip ülke, ancak eskisi gibi dev bir farkla deÄŸil. Amerikan ekonomisine uzun vadede pek çok yıkım getirecek Reagan yıllarından sonra baÅŸ rakipleri Almanya ve Japonya ile kıyaslandığında ekonomik olarak daha zayıf. Moda bir ifadeyi kullanırsak, dünya üç kutuplu bir ekonomiye sahip. Dolayısıyla ekonomik gücümüz de fazla önemli deÄŸil. Geriye tek bir ÅŸey kalıyor: Askeri güç. ABD bu hususta neredeyse tekeli elinde tutuyor. Üstelik, yeni dünya düzeninde, ABD'nin güç kullanmasına karşı artık bir caydırıcı güç bulunmaması gibi çarpıcı bir yenilik de var. Eskiden bir caydırıcı güç bulunuyordu: Sovyet gücü. ABD ancak belli ölçülere kadar güç kullanabiliyordu. Sının aÅŸarsa karşısında Sovyetler'i bulacak ve bu da tehlikeli sonuçlar doÄŸuracaktı. Kendimizi tehlikeye sokmak istemediÄŸimizden dolayı da sınırı aÅŸmıyorduk, izlediÄŸimiz ahlaki ilke bundan ibaretti. Yani bize karşı güç kullanabilecek bir güç her zaman mevcuttu. Dahası Sovyetler BirliÄŸi ABD saldırısının kurbanlarına da yardım edebiliyordu. Buna teknik bir isim de takılmıştı: 'Sovyet saldırganlığı' deniliyordu. Sözgelimi, Sovyetler BirliÄŸi, Nikaragua'da ABD'nin ÅŸiddet kullanarak devirmeye çalıştığı hükümete yardım saÄŸladığında "saldırganlık" yapmış oluyordu. Ama artık ne Sovyet saldırısı ne de Sovyet caydırıcı gücü vardı. Dolayısıyla ABD askeri güç kullanmak açısından çok daha serbest. ABD bunun tamamen farkında ve bilincinde. SoÄŸuk savaÅŸ sonrası dönemin önemli özelliklerinden biri de bu olacak. Ä°lk soÄŸuk savaÅŸ sonrası askeri müdahale Panama'yaydı. Farklı bir bahane bulması dışında her ÅŸey eskisi gibiydi. Artık Ruslar'ı bahane olarak gösteremezdik. Bu sefer baÅŸka yalanlar gerekiyordu. Bu anlamda soÄŸuk savaÅŸ sonrasında olduÄŸumuz anlaşılıyordu. Yine hiç bir caydırıcı güç de yoktu. Bu gerçeÄŸi Elliott Abrams, ilk defa Ruslar'la çatışma ihtimali korkusu olmadan askeri güç kullanabiliyoruz diye övünerek açıkça ifade etmiÅŸti. Zaten Latin Amerika'da, Ruslar'la çatışma ihtimali zaten hep az olmuÅŸtu; fakat Körfez'de bu çok daha büyük bir anlam taşıyor. Burada ABD ilk defa askeri gücünü oldukça serbestlik içinde kullanabilecek. Ruslar'la çatışma olmayacağına bundan daha fazla emin olunamazdı. Onlar artık oyunun dışında kalmışlardı. Caydırıcı güç yok. Ä°ÅŸte yeni dünya düzeni. Askeri güç kullanımında hakimiyet kurmaktan da öte, karşımızda hiç bir caydırıcı güç de bulunmuyor.
Tabloyu genel olarak gözönüne getirirsek, böyle bir dünya düzeninde kaba kuvvetle kazanılan bir zaferin, kaba kuvvetle hükmetmeye niyetli bir gücün çıkarına gayet uygun olduÄŸunu görürüz. Diplomasi ile kazanılan bir zafer bu gücün iÅŸine gelmez. Sanırım bu faktör ÅŸu an Körfez'de olanları büyük ölçüde aydınlatıyor. Artık Orta DoÄŸu'da vukubulacak büyük trajediye engel olacak fazla vakit yok. Hiç zaman harcayacaklarını zannetmiyorum. Sonuç ne olursa olsun, derindeki sorunlar çözülmeyecek. Yani ÅŸiddetin kurumsal kökenleri ile onu destekleyip savunan kültürel faktörler. Bunlar da bizden hiç uzak deÄŸil.
Noam Chomsky, Massachusetts Institute of Technology, Cambridge'de öÄŸretim görevlisidir. ABD dış politikası ve uluslararası iliÅŸkiler üzerine bir çok kitap ve makalenin de yazarıdır. Kitapları arasında ÅŸunları sayabiliriz: The Fateful Strugglc: The United States, Israel and the Palestinians (1983), Turning the Tide: US Intervention for Peace (1985), Pirates and Emperors: International Terrorism in the Real World (1986) ve On Power and Ideology: The Managua Leclures (1987). Chomsky'nin uluslararası terörizmi konu alan bir makalesinin çevirisi "Uluslararası Terörizm: Çare Ne?" adıyla Dünya ve Ä°slam'ın Ocak 1990 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.
Henüz yorum yapılmamış.