Özel / Analiz Haber
İhsan Fazlıoğlu: Amentü'nün bedelini ödemek (Video)
Follow @dusuncemektebi2
Tarihe baktığımız zaman bunu görürüz. Büyük Ä°skender’e bakınız; etrafında 40-60 bin arasındaki Makedon’la koca bir dünyayı fethediyorlar. UzaÄŸa gitmeyelim; Aliya Ä°zzetbegoviç’in etrafındaki insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iÅŸ baÅŸarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiÄŸiniz zaman, tarihteki tüm baÅŸarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuÅŸacağım; ama- hakikaten Âmentunün hakkını vermemiÅŸ adamın, kadının, kiÅŸinin 'bi-'den sonra ne koyduÄŸu çok önemli deÄŸildir; hepsi lâfzîdir çünkü.
Sevgili arkadaşlar! Akademik, ilmî, nazarî bir konuşma yapmayacağım. Zaten ortam da buna çok müsait değil. Genelde konuşmalarımı dinleyen arkadaşlar bu tür bir çerçevede konuştuğumu bilirler; ama bugün konuşmam daha çok hayatımıza değen, biraz özeleştiri içeren bir konuşma olacaktır; çeşitli konuları ele alan.
Biz kendimizi kandırmayı, gerçeklikten uzaklaşıp kelimelere ve sözlere sığınmayı, hatta boÄŸulmayı seviyoruz. Çünkü insanların en büyük amacı, gece rahat uyuyacak ÅŸekilde yaÅŸamaktır. Bunu gerçekleÅŸtirmek sadece maddî deÄŸil, aynı zamanda manevîdir de. Olup biteni gece kendisini rahatsız etmeyecek ÅŸekilde yorumlamak, insanların en büyük davranış biçimlerinden biridir.
Benim ilkem ise, yalan içinde yaÅŸayıp akÅŸam rahat uyuyacağına; gerçeklikle yüzleÅŸip, gece rahatsız olmaktır. Onun için konuÅŸmam biraz –bu açıdan- rahatsız edici olabilir diye düÅŸünüyorum.
Bir alıntıyla başlayacağım, metni okuyacağım size; ondan sonra devam edeceğim:
“BeÅŸ bin kiÅŸiydiler, beÅŸ bin süvari. Birkaç yıldır, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta aralıksız savaşıyorlardı. En yakın arkadaÅŸları, yoldaÅŸları gözlerinin önünde ölmüÅŸtü. Maddî ve manevî olarak yorulmuÅŸ ve tükenmiÅŸlerdi. Geri dönmek için yola çıktılar; ancak bir süre sonra atları öldü, yürümeye baÅŸladılar. Açtılar; ancak iki günde bir yemek yiyebiliyorlardı; az ve kuru yiyecek. Süvari olduklarından, yürümeye hiç alışkın deÄŸillerdi; hele bu ÅŸartlarda. Tam iki ay yürüdüler, iki ay; yani altmış gün. Açtılar, uykusuzdular, yorgundular, bitkindiler. Dışarıdan bakınca; tükenmiÅŸ, son güçlerini kullanan, yürüyen ölüler gibi görünüyorlardı. Ülkelerine girdiler. Geldiklerini ve kötü durumlarını haber alan yetkili kiÅŸi, onları birlikleriyle karşıladı. Gerçekten de düÅŸtü-düÅŸecek bir görüntüleri vardı. Dağınık bir ÅŸekilde, yetkili kiÅŸinin önünde hareketsiz duruyorlardı; çıt yoktu. BaÅŸlarındaki komutan, yetkili kiÅŸiye tekmil verdi. Yetkili kiÅŸi, ciddiyetini bozmadan, sesini hem gürleÅŸtirerek, hem de bir acıma hissi vererek ÅŸöyle dedi:
‘Askerler, sizden önce bir emir geldi; derhal geri dönmenizi ve tekrar savaÅŸa katılmanızı istiyorlar. Üç gününüz var. Tüm ihtiyaçlarınızı gidermek, gerekli atları almak ve silah kuÅŸanmak için.’
Bu sözleri duyan, ölü kılıklı beÅŸ bin askerin birden gözleri parladı, çökmüÅŸ bedenleri dirildi, hemen sıraya girdiler; tam bir savaÅŸçı birlik gibi dizildiler. BaÅŸlarındaki komutan, yetkili kiÅŸiye dönerek ÅŸöyle dedi: ‘Hayır! Hayır! Üç gün olmaz, çok fazla. EÄŸer bize ihtiyaç varsa, gerekirse bugün bile geri döneriz; atla ya da yürüyerek.”
Ben bu metni ilk defa lise yıllarında okumuÅŸtum. Kendime örnek aldığım bir tablodur. Åžunu düÅŸündüm. Kim bunlar? Sahnedeki hiç kimse Müslüman deÄŸil. Ashab’dan bir alıntı yapsam, anlaşılır bir ÅŸey, deÄŸil mi? Ä°nanan insanlar, Hz. Peygamberin terbiyesinden geçmiÅŸ insanlar. Cennet ümitleri var. ArkadaÅŸlar, bunlar bir MoÄŸol BirliÄŸi. Cengiz Han’ın komutasında savaÅŸan bir MoÄŸol birliÄŸi. Ta o zamandan beri –ilk okuduÄŸum tarih, lise 2’dir- bu metin üzerine çok düÅŸündüm. Ä°nsanın, inancının bedelini ödemesi ne demektir?
Nasıl bir inanç ki, nasıl bir iman ki; bu bedeli, bu inancın bedelini bu kadar rahat ve gönüllü ödeyebiliyor insanlar. Bugünkü günlük kullanımla, ne türlü bir 'motivasyon' var bu davranışın arkasında? Benim kiÅŸisel kanaatim ÅŸu: Dünya, Âmentunün bedelini ödeyen insanlara verilir. Âmentusünün bedelini ödemeye hazır olmayan insanların imanı, kuru bir gürültüdür[1].
Öyle bir iman ki bu MoÄŸollarınki, mevcut dünyanın yüzde 22’sini ele geçirip, 30 milyon kilometre kare kesintisiz –arada boÅŸluk olmayan- bir kara imparatorluÄŸu kurdular; 30 yılda... Dünyanın o dönemde yüzde 22’sini ele geçirdiler...
KiÅŸisel kanaatim, çaÄŸdaÅŸ Müslümanların en önemli sorunu –tabi bunun gerekçeleri var- Âmentulerinin bedelini ödemeye hazır olmamalarıdır. Bunun için, yükün altına girmekten kaçınmalarıdır. Bunun nedeni nedir? Bunun üzerine biraz sonra duracağım.
Hâlbuki Âmentu basit bir hadise deÄŸil arkadaÅŸlar[2]. Bizim hayat görüÅŸümüzün ilkelerini veren, yaÅŸamamıza anlam katan ilkeleri inÅŸa eden bir yapıdır. Bu o zaman bize ÅŸunu gösteriyor: ÇaÄŸdaÅŸ Müslümanlar olarak, bizim bir hayat görüÅŸümüz –ben dünya görüÅŸümüz kavramını hayat görüÅŸümüz olarak deÄŸiÅŸtirdim- yok. Åžimdi bu hayat görüÅŸü/Âmentu o kadar önemli ki, Ä°slam öncesi câhiliye toplumunda okuma-yazma bilen; bilebildiÄŸimiz kadarıyla KureyÅŸ’de on kadar adam var. Biri de –çok ilginçtir- Ebû Cehil’dir. Ebû Cehil diyoruz; ama adamın Ä°slam öncesi künyesi Ebû'l-Hikme...
Sorumuz ÅŸu: Hikmetin babası, nasıl cehâletin babasına dönüÅŸüyor? Åžimdi bu adam, Kelime-i Tevhîd ya da Åžehâdet getirerek siyâsî, toplumsal ve iktisâdî statüsünü devam ettirebilirdi. Hatta Ä°slam toplumunda, Hz. Peygamberin yanında çok önemli bir konum kazanabilir ve dahası Hz. Peygamberden sonra Ä°slam “devletinin” yönetimini de üstlenebilirdi. Buna hem asaleten, hem zekâ açısından, hem birikim açısından müsaitti. Ama Ebû Cehil Kelime-i Åžehâdet getirdiÄŸinde, Âmentu dediÄŸinde ne türlü bir yükü yüklenmesi gerektiÄŸini, ne tür ÅŸeylerden vazgeçmesi gerektiÄŸini bildiÄŸi için dürüstçe davrandı; çok dürüst bir insandı. Onun bedelini ödedi; kendi Âmentusünün bedelini ödedi. Tasavvufta, Åžeytan kemal mertebesinde görülür; niye? Çünkü Åžeytan iÅŸini kemâl mertebesinde yapar; en iyi ÅŸekilde yapar. Åžeytan da kendi Âmentusünün bedelini öder; ödüyor; ödeyecek de...
DeÄŸerli arkadaÅŸlar, inançsız –imanı illa dinî düÅŸünmeyin- imansız hiçbir insan yoktur; merak etmeyiniz. Her insanın inançları vardır. Ä°nanç olmadan, imkân olmaz; bedel olmadan hiçbir imkân, mümkün olamaz. Benim aforizmam ÅŸudur: Ä°man imkân verir, bedel mümkün kılar. EÄŸer bedel ödememiÅŸsek, o imkânı mümküne dönüÅŸtüremeyiz; hiçbir ÅŸey gerçekleÅŸtiremeyiz. Onun için bu dünya –biraz önce dedim- Âmentulerinin bedellerini ödeyenlerindir; bu, ister MoÄŸol olsun, isten Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, fark etmez.
Tarihe baktığımız zaman bunu görürüz. Büyük Ä°skender’e bakınız; etrafında 40-60 bin arasındaki Makedon’la koca bir dünyayı fethediyorlar. UzaÄŸa gitmeyelim; Aliya Ä°zzetbegoviç’in etrafındaki insanlara bakıyoruz ki, çok az bir grup ve büyük imkânsızlıklar içinde, sadece Âmentulerinin bedelini ödedikleri için büyük iÅŸ baÅŸarıyorlar. Tarihin derinliklerine indiÄŸiniz zaman, tarihteki tüm baÅŸarıların arkasında insanların inandıklarının gereklerini yerine getirme, bedellerini ödeme içinde olduklarını görürsünüz. Sebepler üzerinde az sonra konuÅŸacağım; ama- hakikaten Âmentunün hakkını vermemiÅŸ adamın, kadının, kiÅŸinin 'bi-'den sonra ne koyduÄŸu çok önemli deÄŸildir; hepsi lâfzîdir çünkü.
Gazâlî’nin ifadesiyle, “ancak ahmaklar lafızlarla düÅŸünürler.” Lâfzî olarak ha Allah dediniz, ha ÅŸeytan dediniz; hiç fark etmez. Çünkü biz, Allah’ı da ÅŸeytana dönüÅŸtürmesini becerecek yapıda donatılmışız. Lâfzen “Allah” diyebiliriz; ama mefhum açısından ÅŸeytan olabilir o...; 'bi'den sonra “para” da koyabilirsiniz; kısaca 'bi-' deÄŸil, Âmentu'dur çok önemli olan... Oradaki bilinç düzeyi, teyakkuz; yakaza hali[3], idrak seviyesi; neyi üstleneceÄŸini, neyi sahipleneceÄŸini, neden vazgeçeceÄŸini idrak etme, ondan sonrakileri kabul etmeyi son derece kolaylaÅŸtırır. Bunun üzerine düÅŸünmek, ciddi bir biçimde düÅŸünmek gerekiyor. Denebilir ki, itikadı yani aslı, kökü saÄŸlam olmayanın furûatında, dallarında da bir sürü sorun ortaya çıkar[4].
Bir Âmentunün bedelinin ödendiÄŸi nerede görünür kılınır? Bunun delili nedir? Bu nokta çok önemlidir: Kısaca, bir teklif ve temsil sahibi olmaktır.
EÄŸer bir Âmentu, teklife dönüÅŸmemiÅŸse, yaygınlaÅŸamaz; ve bir Âmentu, ona tabi insanlar tarafından temsil edilmiyorsa, yine karşılık bulmaz. Ä°nançlarımızı, itikadımızı, imanımızı ne kadar teklife dönüÅŸtürüyoruz? Ä°nsanlara ne teklif ediyoruz? Ve dahi günlük hayatımızda bu teklifi kendi nefsimizde ne kadar temsil edebiliyoruz? Nazarî konuÅŸmayacağım dedim. Onun için bir tecrübemi aktararak konuyu açık kılmaya çalışmak istiyorum: Batı Almanya’da bir uluslararası çalıştayda katılımcı bir Alman profesörün dinlenme esnasında söylediÄŸi bir cümleyi paylaÅŸacağım. Yaklaşık 11 günlük bir çalıştaydı ve birbirimizi yeterince tanımıştık. Çalıştaya doÄŸal olarak lisansüstü öÄŸretim gören bazı öÄŸrenciler de dinleyici olarak katılmıştı ve aralarında Türk öÄŸrenciler de mevcuttu. Bir olaydan sonra bana ÅŸunu söyledi Profesör:
“Ä°hsan Bey! Burada 3 milyon Türk yaşıyor. Bana neyi teklif ediyorlar bende olmayan ki, Müslüman olayım?”
Bakınız bu nokta çok önemli. Oradaki 3 milyon insanın, Almanlara teklif edeceÄŸi bir ÅŸey yok. Niye? Diyelim ki var; varsa da tekliflerini temsil edemiyorlar; çünkü teklif basit bir biçimde sadece sözel olmaz, bir temsille birlikte olur; bir temsilin ona eÅŸlik etmesi gerekir.
Ne olduÄŸunuzu temsil edemiyorsanız, ne olmadığınızı insanlara ispat etmeye çalışırsınız: "Ben ÅŸöyle deÄŸilim, ben böyle deÄŸilim...” Bu kadar uÄŸraÅŸacağına, ne olmadığını anlatmaya çalışacağına, ne olduÄŸunu göstersene! Onu, eline-diline, yazına-çizine, davranışına yansıtsana. O zaman bu kadar uÄŸraÅŸmana gerek kalmaz...
Teklif sahibi olmak kolay bir iÅŸ deÄŸildir, arkadaÅŸlar. Teklifin nazarî bir idrakine ihtiyacımız var. Müslümanların tarihteki en büyük baÅŸarısı, kanaatimce, Tevhîd merkezli akidevî inançlarını, metafizik bir düÅŸünceye, dolayısıyla bir teklife dönüÅŸtürmeleridir[5].
Akidevî inanç olarak Tevhîd -en azından inancımız açısından- daha önce var. Ancak“aklın, düÅŸüncenin ilkesi hâline getirilmesi”, Ä°slâm iledir... Mesela, Yahudilerin –ÅŸahsî kanaatimi söylüyorum- kendilerine gönderilen vahiy dinini insanlardan kaçırmalarının ve saklamalarının ve kendilerine has kılmalarının en önemli nedeni, kendisi aracılığıyla baÅŸka inançlarla, düÅŸüncelerle yüzleÅŸecek, konuÅŸacak nazarî bir dil geliÅŸtirememeleri; Tevhidî inancı, metafizik bir ilkeye dönüÅŸtürememeleridir... Onun için, içe dönük yaÅŸadılar. Evin faresi olarak kaldılar tarih boyunca. KöÅŸede kenarda saklanarak, sadece kendilerine mal ederek... Bu nedenle Tevhîd bir inanç olarak kaldı; itikadî bir ilkeye dönüÅŸmedi...
Hıristiyanlar ise, bunu kontrolsüz yaptılar, dolayısıyla dağıldılar. Temas kurdukları kültürlerin inanç ilkeleriyle karışıp; o aslî Tevhîd ilkesini bir inanç olarak bile muhafaza edemediler; saf olarak elbette... Ä°slam’ın -kiÅŸisel olarak söylüyorum; bunu vurguluyorum çünkü itirazlar olabilir- en önemli baÅŸarısı; Tevhidi, bir inançtan, aklın ilkesine, metafizik bir düÅŸünceye dönüÅŸtürmesidir. Bu onu, aslî ilkelerini yani temerküz noktasını kaybetmeden, Ä°slâm'ı tüm insanlara teklif edilebilir bir duruma getirmiÅŸtir.
Bakınız! Bugün kimseyi tehdit edebilecek neredeyse hiç bir maddî ve manevî gücümüz yok... Ama hâlâ korkuluyoruz. Neden? Çünkü bi'l-kuvve de olsa alternatif imkânı olabilecek, bir ÅŸey teklif edebilecek -emin olun- ilkeler çerçevesinde hâlâ safiyetini koruyan tek inanç sistemiyiz; hayat görüÅŸüyüz[6]... Bu konuda emin olunuz ve saÄŸlam durunuz...
Bugün sahip olduÄŸumuz hayat görüÅŸünün ifâdesi içler acısı bu nedenle istifâdeye konu deÄŸil. Hâlihazırda Türkiye’deki dinin, üç farklı idraki söz konusudur. Esasen tüm dinlerin idraki tarihleri boyunca böyle bir özellik gösterirler. Ä°lk olarak her dinin mitolojik bir tarafı vardır. 'Mitolojik din', resimlerle, ödüllerle, cezalarla iÅŸ görür ve büyük kitleler bu ÅŸekilde inanırlar. Ä°ÅŸin doÄŸası gereÄŸi doÄŸru olan da budur. Cenneti düÅŸünür, cehennemden korkarlar. Tanrı onlar için büyük bir yargıçtır; cezadan kaçar, ödül talep ederler... Zaten mitolojideki mitos[7], biraz da resimle ilgili bir tasavvurdur. Yerinde kaldığı müddetçe, son derece gerekli bir tasavvurdur mitolojik inanç. Büyük kitleler, hakikati ancak mitoslar, resimler üzerinden idrak edebilirler; bu gayet doÄŸaldır.
Dinin ikinci idrak biçimi, psikolojiktir. Åžu anda Türkiye’de yaygın olan, dindar dinsizliÄŸin kaynağı bu psikolojik dindir... Türkiye’de çok dindar dinsizler var; dindar ama dinsiz... Niçin? Çünkü inandığı entitelerin[8], kavramların ontolojik bir karşılığı olduÄŸunu düÅŸünmüyor; bunun hesabını vermeye hazır deÄŸil. DeyiÅŸ yerindeyse saf bir epistemolojik yani cognitif[9] bir inanç; masal gibi... Cennet, cehennem, melek... Hangimizin melek tasavvuru var, Allah aÅŸkına..! Yalnızca sözcüklerde, lafızlarda varlık kazanan melekler var; hakikatte deÄŸil...
Melekler burada mı; çevremizde, etrafımızda? Ne meleÄŸi! Bu kadar gayr-i medenî, gayr-i çaÄŸdaÅŸ bir ifâde olabilir mi? Melekleri, bilinmeyen, muhayyel bir uzaya sürdük... Melekleri etrafımızda görmeye deÄŸil düÅŸünmeye bile tahammül edemeyiz. Emin olunuz -ÅŸöyle kendimizi bir yoklayalım- inandığımız entitelerin çoÄŸunun ontolojik içeriÄŸini düÅŸünmüyoruz bile; sözcükler olarak varlar; hâricî ve hakikî olarak deÄŸil...
Psikolojik inançta, inanılan entitelerin, kavramların ontik[10] karşılığının bulunduÄŸu kabul edilmez. Açıkça söyleyelim:
Âhiret, Öte-Dünya kavramının ontik, reel, hakikî karşılığı olduÄŸuna inanan bir kiÅŸi, böyle zâlim olabilir mi; böyle ahlaksız davranabilir mi; böyle rahat hile yapabilir mi? Mümkün mü bunlar? Mümkün deÄŸil; emin olunuz...
Öleceksin, hesap vereceksin, azap göreceksin; ebediyen cezalandırılacaksın; tüm bunların içeriÄŸini kabul edip, ontolojik, reel, hakikî karşılığı olduÄŸuna inanan insan planlı-programlı ahlaksızlık, kötülük yapabilir mi?
Tabi ki, insanız; Rahmanî, melekî, âdemî ve ÅŸeytanî yanlarımız var; yanlış yaparız, günah iÅŸleriz; bu, gayet doÄŸal... Bu nedenle günahsız bir toplum inÅŸası, gayr-i Ä°slâmî'dir. Zâten mümkün de deÄŸil. Çünkü bizim ihtiyarımız, irademiz, tercih etme gücümüz var; hatalarımızın, günahlarımızın olması doÄŸal. Ayrıntılara girmeden Hz. Peygamber'in bu konuda gayet açık ve seçik hadislerinin olduÄŸunu biliyoruz.
Netice, tekrar pahasına, psikolojik din ahlaksızlığın kaynağıdır. Yıllarca dini, vicdana hapsetmeye çalışmalarının nedeni de budur. Hâlbuki din, inadına kamusaldır, inadına toplumsaldır, inadına politiktir. Hayatıma anlam vermeyen, veremeyen bir inancı taşıyamam, bir yük olarak...
Bir sürü ilkeye inanıyorum ama hayatımın anlamında hiçbir karşılığı yok. Öyle din mi olur? Niye domuz eti yemeyelim? Gayet lezzetli olabilir; ya da, belki içki iyi bir ÅŸeydir... Tüm emir ve nehiyleri yerine getireceÄŸim ama o inandığım inanç dizgesinin, benim hayatımın anlamında, kamusal yaÅŸamımda, politik idrakimde, ekonomik tasarruflarımda hiçbir yeri olmayacak. Deli miyim ben? Böyle bir inancı niye taşıyacağım o zaman? Böyle bir ÅŸey olabilir mi?
Psikolojik din, ahlaksızlığın kaynağıdır. Çünkü insanları rehabilite eder, rahatlatır ve daha kolay ahlaksızlık yapmalarını saÄŸlar. Kanaatimce bugün çoÄŸunlukla olan budur. Dediklerime bir örnek vereyim: Çok deÄŸerli öÄŸretmen bir ablamız vardı; ablam derken öz ablam anlamında deÄŸil; yani ilmiyle, ameliyle bize fikir veren yol-yordam gösteren bir ablamız vardı, biyoloji öÄŸretmeni... Evliydi; eÅŸi sakallı, cübbeli, ÅŸalvarlı; ticaretle uÄŸraşıyordu. Biz çocuklar, o yaşımızda çok iyi bir evlilikleri olduÄŸunu düÅŸünüyorduk; zannediyorduk en azından...
Çünkü ben, ÅŸuna inanıyorum; Türkiye’de içinde çığlık kopan çok ev var, evlilik var. Her ne ise; iki çocukları vardı. Bir gün, boÅŸandıklarını duyduk ve çok ÅŸaşırdık. Åžaşırdık çünkü güzel bir evlilik olduÄŸunu zannediyorduk; en azından uzaktan öyle gözüküyordu... Ziyaretine gittik...
-“Abla, ne oldu; hayırdır?”
-“Hayatımda gördüÄŸüm en ahlaksız insanla evlenmiÅŸim; küfür yemekten bıktım.”
-“Ne oldu?” diye sorduk...
-“Her ÅŸeyi yalan-dolan; adamın bütün ticareti yalan dolan üzerine kurulmuÅŸ. Geliyor akÅŸam, çocuklarına Kur’an-ı Kerim öÄŸretiyor, beraber Kur’an-ı Kerim okuyorlar; ama bütün ticareti yalan-dolan üzerine.”
Bu adam, çoluk çocuÄŸuna Kur’an-ı Kerim öÄŸretse ne olur? Åžirkten sonra en büyük günah olan kul hakkını rahatça yedikten sonra... BeÅŸ vakit namazını kılıyor ama psikolojik… Çocuklarına Kur’an-ı Kerim öÄŸretiyor ama sonra gidip ticaretini insanlara zarar vererek, insanları aldatarak yapıyor. Ä°ÅŸte bu tür insanların dini, psikolojiktir; ahlaksızlık kaynağıdır. Tehlikelidir. Çünkü sizi vicdanen rahatlatır daha kolay kötülük yapmanıza imkân verir. “Dindar dinsizler” dediÄŸim iÅŸte bunlardır...
Bir de “dinsiz dindarlar” var ilginç bir ÅŸekilde. Diyorsun ki, “Hâzâ adam!” Ama herhangi bir dini mensubiyeti yok. Yeri gelmiÅŸken vurgulamak istiyorum: Artık kabilecilik yapmayı bırakıp, insanlarla ilgili düÅŸünme aÅŸamasına geçmemiz lazım. Müslümanlar kabileci davranıyorlar; onun için teklifleri hep içe yönelik, o da -biraz sonra bahsedeceÄŸim- doÄŸal olarak farklı bir dil kazanıyor.
Bu durum ÅŸuna benziyor: Akademisyenlerimiz Türkçe makale yazıyorlar; ancak aynı makaleyi Ä°ngilizce telif ediyorlar. Dil deÄŸiÅŸiyor, deÄŸil mi? Niçin? Çünkü sizi orada büyük bir kitle okuyacak, ona göre dikkat ediyorsunuz; bahsettiÄŸim durum da benziyor.
Dışa yönelik dinî bir teklifimiz ve temsilimiz olmadığı için ona uygun dilimiz de mevcut deÄŸil. Ä°çe yönelik geliÅŸtirdiÄŸimiz yapılarla da ancak kendimizi tatmin ediyor ve kandırıyoruz. Psikolojik dinde, Allah'la kandırıyor ve Allah’la kandırılıyoruz çokça.
Âyet-i Kerîme'dir deÄŸil mi?: “Allah’la kandırılmayın...” Evet! Bizi hep Allah’la kandırdılar; kandırılıyoruz; kimisi terlik satıyor bize, kimisi kefen, kimisi tütsü, kimisi cennette arazi… Allah ile kandırmak ve Allah ile kandırılmak. Ä°kisi de eÅŸit seviyede iki büyük günahtır. Kandırılmayacaksınız ve kandırmayacaksınız. Bilmemek suçtur. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu var: Fıkhî, Kelâmî ve Ä°rfânî bakış açılarını tevhîd etmek; birleÅŸtirmek...
Ancak ilmî-nazarî bir çerçevede teklifimizi ifâde edemez isek, bu tekliften istifâde edilmesini de beklemeyelim... Atalarımız gibi, bir an evvel tahkîk, tahrîr, takrîr, takrîb ve tedkîk yöntemleri ile hem gerçekliÄŸi hem de metinleri okuma alışkanlığını edinmeliyiz...[11] Temsîl ise daha ciddi bir meseledir. Zorda kaldığımızda satacağımız fikirlere sahip olmamamız lâzım. Hâlihazırdaki inançlarımız, zorda kaldığımızda kolay elden çıkartacağımız inançlar. Hz. Ali için anlatılır. Bir kaleyi kuÅŸatmışlar, düÅŸtü düÅŸecek; ama akÅŸam namazı vakti girmiÅŸ. Hz. Ali demiÅŸ ki:
- “Yarınız saldırmaya devam etsin, yarınız da namazını kılsın; vakti kaçırmayın.”
Komutan mukâbele etmiÅŸ:
- “Efendim! DüÅŸtü düÅŸecek... Bekleyelim biraz daha; ondan sonra kılarız.” Hz Ali'nin verdiÄŸi cevap çok ilginçtir:
- “UÄŸruna savaÅŸtığımız deÄŸerleri ihmal ederek zafer kazanmanın hiçbir anlamı yok-
tur.”
Yani bir ÅŸey için savaşıyoruz; ancak baÅŸarı, zafer için uÄŸruna savaÅŸtığımız ÅŸeyden vazgeçersek, o zafer hiledir. Zafer kazanmak zorunda deÄŸiliz ki...; sefere çıkmakla; baÅŸka bir deyiÅŸle vazifemizi yapmakla mükellefiz. Nereden çıktı bilmiyorum ama Müslümanların çaÄŸdaÅŸ dünyadaki en önemli sorunlarından biri zafere, sonuca odaklanmak; onun için bu vurgu, yoÄŸunlaÅŸma, hedefimizi bir an evvel tahsil etme hırsı bizi ahlaksız kılıyor.
Hasat için her türlü hileyi yapıyoruz. Lise öÄŸrencileri gibiyiz kısaca; on almak için odaklanırsan, kaçınılmaz olarak kopya çekersin. “... Ä°lla on alacağım!” Alma... Çalış, ne kadarını hak ediyorsan onu al, deÄŸil mi? Biliyorsunuz, Aliya altı kiÅŸiyle baÅŸladı bu iÅŸe; savaÅŸ bittiÄŸinde 120 bin kiÅŸilik bir ordusu vardı. Ordusunda hatırı sayılır miktarda Hıristiyan mevcuttu. Günümüz Müslümanları bu konuyu düÅŸünmek zorunda; elbette o dönemde Bosna'daki ÅŸartları dikkate alarak...
“Nasıl oluyor da, müslüman Bosna ordusunda hatırı sayılı miktarda Hıristiyan olabilir?”
Cevap açık; Aliya’dan dolayı... Bir Korgenerali, Hıristiyan bir albaya hakaret ediyor; dinî terminoloji kullanarak... Albay ÅŸikâyette bulunuyor. Åžikâyet üzerine Aliya mahkeme kurulmasını istiyor. Diyorlar ki,
- “Henüz savaÅŸ halindeyiz. Korgeneral bu... Askerler arasında sıkıntı çıkabilir.”
Aliya;
- “EÄŸer adaletten vazgeçeceksek, savaşı kaybedelim; biz ne uÄŸurda, ne için savaşıyoruz...” diye cevap veriyor.
Bizim Müslüman olarak en önemli sorunlarımızdan bir tanesi, uÄŸruna savaÅŸtığımız deÄŸerleri zafer için ihmal etmemiz, iptal etmemizdir. Temsil, kolay bir iÅŸ deÄŸildir gençler; emin olun temsil, kolay bir iÅŸ deÄŸil. Bu, sonuç odaklı, baÅŸarıya odaklı çalışma, hareket etme psikolojisinden kurtulmamız lazım. Vazifemizi yaptığımızın bilincinde olmalıyız. Elbette planlar, programlar olur; fakat bunları somutlaÅŸtırmamız gerek. Çünkü sufîler gibi ÅŸöyle düÅŸünüyorum: Gelecek odaklı çalışmak, Cenâb-ı Hakk’a ÅŸirk koÅŸmaktır.
Sen, kaderin takdirini bilemezsin... Ä°nÅŸallah elde edersin; elbette maddî ve manevî gücünün son sınırlarına kadar çalış; ancak sonucu tahsil için hile yapma... Eskilerin tabiriyle: “Belki kaybetmek, maÄŸlup olmak; bu yolda muzaffer olmaktır, nereden bileceksin.” Evet, neticede Âmentumüzün bedelini ödeyeceÄŸiz ve bunu ödemenin asgarî koÅŸulu da; teklif ve temsil sahibi olmaktır dedik; birinci maddemiz bu.
Åžimdi bunu nasıl gerçekleÅŸtireceÄŸiz? “Lafzî olarak güzel konuÅŸtunuz da..!”diyebilirsiniz. Nasıl halledeceÄŸiz? Burada iÅŸte ikinci madde olarak ele almamız gereken,“bakış” dediÄŸim hâdise ortaya çıkıyor; buna “nazar” da diyebilirdim; “düÅŸünce” de diyebilirdim.
Ä°mdi “yüzeysel düÅŸünmek” diye bir tabir var; ne demek yüzeysel düÅŸünmek? Eski tabirle“sathî” deÄŸil mi? Yani geniÅŸliÄŸi ve uzunluÄŸu olan; derinliÄŸi bulunmayan düÅŸünce. Bir düÅŸünceye derinlik nasıl katılır, bu nokta çok önemlidir.
Bakın bu fakir ilkokul beÅŸten beri bu iÅŸlerin içindeyim. Hala aynı ÅŸekilde dergi çıkartan arkadaÅŸlarımız var; hala...; derinliÄŸi olmayan, lafızlarla yetinen; iki boyutlu, üç boyutlu deÄŸil; cisimsel deÄŸil yani... Fazla uzatmadan ifade edeyim: Nedenini düÅŸünmek, derin düÅŸünmektir. Nedenini düÅŸüneceÄŸiz; zâten düÅŸünmek nedenlemektir. Nedenleyerek düÅŸünmenin asgarî iki koÅŸulu; “nasıl?” ve “niçin?” birlikteliÄŸidir.
Birinci olarak "nasılsız bir niçin", deÄŸerlerle düÅŸünmektir; saf deÄŸerlerle. Âmiyâne deyiÅŸle edebiyat yapmaktır, gaz yapmaktır: “Ä°slam gelecek, dertler bitecek!”, “Ä°slam geldiÄŸi zaman, insanlar arasında adaletsizlik ortadan kalkacak!”, “Ä°slam gelince ÅŸöyle olacak, Ä°slam gelince böyle olacak!” Nasılla ilgili bir açıklama var mı? Yok; gaz bunlar! Otuz yıldır böyle...
Soruyoruz:
- “AÄŸabey! Nasıl? Nasıl olacak bu?”
- “Bir gelelim; bakarız inÅŸa-Allah.”
Tabi, ben sana gücü vereyim; ondan sonra ne yapacağını biliyorum. Nasıl sorusunu herkes erteliyor: “Bir gelelim...” Yok! Olmaz! Gençler size nasılı göstermeyen hiçbir düÅŸünceye itibar etmeyiniz... “Åžöyle olacak...”; "Åžöyle yapacağız..." diyenlere hemen sorunuz: “Nasıl? Bir anlatınız; bir görelim...”
“Nasıl?” Bir mekanizma sorusudur; bir iÅŸlem; bir süreç; bir hesap sorusudur; aynı zamanda bir tefekkür sorusudur da. Vaaz, Câmii'de yapılır; orada hepimiz aynı duygular içindeyiz; bir âyet, bir iki hadis; duygular tazelenir; çıkılır... Ama Câmii'de hiç Hıristiyan, Yahudî, ya da daha ağır bir ifadeyle düÅŸman yok ki...
Ben, Ä°mam-Hatip mezunuyum; imam-hatipte hiç farklı düÅŸünen yoktu ki! Tersine hepimiz aynı inanıyor; aynı düÅŸünüyorduk. Felsefe Bölümü'ne gelince gördüm ki, bir sürü farklı düÅŸünen insan var. 130 kiÅŸiyiz; neredeyse herkes farklı düÅŸünüyor, allak-bullak oldum. Allah’tan biz kelam, usûl okumuÅŸtuk da; bu tür konulara hazırdık yani... O yaÅŸlarda politik iÅŸlerle de çok uÄŸraşıyorduk, babamız dolayısıyla bilinçliydik. Onun için Ä°mam-Hatip mezunları üniversitede ilk iki yılda dağılırlar, üçüncüde toparlanırlar; dördüncüde radikalleÅŸirler...
Tekrar konuya avdet edersek; Dedik ki, nasılı hiç düÅŸünmüyoruz. Nasılsız ve niçinsiz düÅŸünmek deÄŸerlerle düÅŸünmektir; edebiyat yapmaktır, gaz vermektir. Neredeyse günümüzde tüm televizyonları dolaşıp Ä°slâm medeniyeti üzerine konuÅŸan pek çok isim Nesefî Akâidi'ni okuyup anlayamaz[12]. Ä°slâm’ın hiçbir temel metnini okumamış; Ä°slâm medeniyetinin en temel kavramlarının tarihsel tecrübesinden bihaber; ama Ä°slâm üzerine ahkâm kesip duruyorlar. Ama nasıl bir cehalet hatta cehâlette nasıl bir kemâl mertebesi; açıkçası ben anlamadım; anlamıyorum, anlamayacağım da... Tüm bunlara ihtiyaç var mı, yani edebiyata, gaza? Var! Ama yerinde, zamanında olmak kaydıyla... Ancak tüm bir Ä°slâm medeniyeti, düÅŸüncesi, sanatı, artık her ne ise, bu ÅŸekilde anlatılmaz ki... Katmanları, makamları, aÅŸamaları birbirine karıştırmamak gerek; bir makamda geçerli olan diÄŸerinde bir anlam ifade etmeyebilir. Yukarıda bu olmaz; aÅŸağıda olur.
Ä°kinci olarak; "niçinsiz nasıl" ise, kuru bir gürültüdür; boÅŸ bir inançtır; yüktür, insanı yorar... Öyleyse bu ikisini, yani nasıl ile niçini birlikte düÅŸünmek, bir araya getirmek gerekiyor. Åžöyle de diyebiliriz; Söz gereklidir ama yeterli deÄŸildir. O söze bir mananın eÅŸlik etmesi lazım... Çünkü amaç, kasıt, hedef yoksa insanda, tüm nasıllı açıklamalarımız; biran evvel kurtulmamız gereken yükler haline dönüÅŸürler, bizi çok yorarlar. Anlamın eÅŸlik etmediÄŸi bir söz yığını, hafızamızı da yutar, aklımızı da... Ä°ÅŸte bir sözün, yargının nedenini düÅŸünmek, nasıl ve niçinini birlikte düÅŸünmektir; ikisini birlikte... Entelektüel uÄŸraşısı olan arkadaÅŸlarsınız, bilgiyle uÄŸraşıyorsunuz; bu ısrardan vazgeçmeyiniz. Karşınızdaki insanın yaptığı diskurları, söylemleri hemen bu iki kategoriye göre kıyaslayın; “nasıl?” ve “niçin?” Niye? Yanlış anlaşılmama için ÅŸu noktayı vurgulamak isterim: KiÅŸilerin ÅŸahsî kanaatlerine, tercihlerine müdahale edelim demiyorum; ancak bir fikri benimle paylaşıyorsan, bunu bana açıklaman lazım. Nübüvvet bitmiÅŸtir; biz buna inanıyoruz; dolayısıyla bundan sonra tüm diskurlar, söylemler istidlâlî olmak zorundadır; temellendirilmek zorundadır. Temellendirilmeyen bir düÅŸünceye, bireysel olarak mensubiyet duyabilirsiniz tabi ki; siz, bir rüyanıza göre de amel edebilirsiniz; buna saygı duyarım. Bir tarikat tecrübesini, bir tasavvuf tecrübesini de paylaÅŸabilirsiniz; bu da saygıyı hak eder[13].
Ama kamuyu bunlarla yönetemezsiniz; insanları bunlarla yönlendiremezsiniz. Bilgi açısından bakıyorsak dinî bilgi, istidlâlî bilgidir, paylaşılabilirdir...; tersi durumda teklif edilemez... Mesela, kelâm, fıkıh, vb. ilimlerin ürettiÄŸi bilgi istidlâlîdir; temellendirilmiÅŸ bilgidir.
Bilginin kamusal olması, paylaşılabilir olması için asgarî ÅŸart îfâde ve istifâde edilebilir özelliklerini göstermesi gerek... Ä°ÅŸte ifade ve istifadeye konu olabilecek bilgi nedenli bilgidir; nedenlenmiÅŸ bilgidir... Nedenli bilgiye sahip olmayan, bu tarz düÅŸünceye alışık olmayan insanlar, kolay kandırılırlar. Dikkat ediniz, Türkiye’deki dinî hareketlerdeki mensuplar niçin büyük oranda dinî bilgiden habersizdirler? Evet! Bu büyük oranda böyledir.
Ä°lâhîyat mezunu ya da sosyal bilimci varsa o dinî harekette; zaten, yönetici ekip arasındadır. Niye? Çünkü bir tabib, bir mühendis, vb... dinî bilgilerin nedenlerini bilemediÄŸi için deÄŸerler üzerinden manipülasyona çok açık olur. Öyle deÄŸil mi? Ä°sim vermeye gerek yok; çünkü bu tespitler zaten önümüzde öylece duruyorlar.
Derin düÅŸünmek, sadece bugünü idrak etmek için deÄŸil; geçmiÅŸi idrak etmek için de çok önemlidir. Ä°slam medeniyetinin baÅŸarılarını anlatırken bile, dikkat ediniz, maddî çözümlemelerimiz bile çok zayıftır; hep manevî deÄŸiÅŸkenlere iÅŸaret etmekle yetiniyoruz. Nedir?! Müslümanlar, inanmış insanlar, kılıçları ellerine aldılar; dıgıdık gittiler; dıgıdık geldiler... ArkadaÅŸlar 25 bin kiÅŸilik bir süvari nasıl donanır; hiç düÅŸündük mü? Diyor ki, adam; “25 bin kiÅŸilik süvariyle düÅŸman üzerine doÄŸru yola çıktılar.” Bunu okuyorsunuz; bakınız bu bir söz... Buna bir içerik, derinlik katalım. Tek bir soru soracağım: “25 bin atın nalları için gerekli olan hammadde demir ne kadardır?” Hiç düÅŸündük mü? 33 ton ham demire ihtiyaç var... Her süvarinin en az üç yedek atını da dikkate aldığınızda insana sorarlar "Nereye gidiyorsun?"...
"25 bin süvari yola çıktı." cümlesi öyle basit bir cümle deÄŸil... Ä°ÅŸte ne düÅŸündüÄŸümüz (nisbet), ne de hesap yaptığımız (hisbet) için açıklamalarımız ve çözümlemelerimiz, dolayısıyla bilmemiz sorunlu oluyor; olup biteni anlayamıyor ve anlamlandıramıyoruz... 25 bin süvari ile nerden nereye gidiyorsun?
Soru: 25 bin süvari ile askerî bir düzende nasıl yürünülür? Nasıl bir dağılım gösterilir? Kaç kilometreye yayılır süvariler? Günde kaç kilometre yol alabilirler ya da almaları gerekir? Levazımı, donanımı nasıl saÄŸlanır; nasıl yerler; nasıl uyurlar; vb... hiç hesapladık mı, hiç düÅŸündük mü?
Yok! Eskiler delilsiz ilmî konuÅŸma iddiasına hikâye derlerdi. Ben de bu tür maddî kültürden ayıklanmış, salt deÄŸerlere indirgenmiÅŸ tarih anlatısına dıgıdık tarih diyorum.
Maddî kültürün ihmâl edilip her ÅŸeyin manevî deÄŸiÅŸkenlere indirilmesine tarihî bir örnek vereyim... Ä°stanbul fethediliyor; 21 yaşında bir insan başında; ne kadar zeki olursa olsun; genç ve heyecanlı. Türk tarihinin en dâhi sultanı Fatih’tir, filozoftur; filozof sultandır. Siyasette öyle sultan filozof zor olur hani... Türklerde en azından benim tanıdığım, bildiÄŸim tek filozof sultan, Fatih'tir; bu nedenle tarihî bilincimiz için hâlâ önemlidir; merkezîdir. Dedik ya, 21 yaşında genç bir insan; tüm zekâsına ve donanımına raÄŸmen heyecanlı... Fetih'ten sonra bir söylenti: “Ä°stanbul’un fethi, AkÅŸemseddin olmasaydı, Åžeyh Ubeydullah Ahrâr, Türkistan’dan 50 bin müridini göndermeseydi mümkün olmazdı.”
Maddî anlamda böyle bir ÅŸey yok elbette; manevî anlamda olabilir; ancak böyle konuÅŸulup duruluyor... Genç ve heyecanlı Fatih'in kanına dokunuyor bu söylentiler; ayrıca daha sonraki fetihleri için de asker arasında sıkıntı yaratabilir bu tür söylentiler... Çağırıyor hocası AkÅŸemseddin’i, çekiyor kılıcını dayıyor boÄŸazına: “Hocam, bu kılıcın hiç mi hakkı yok, Allah aÅŸkına?” diyor. Biliyorsunuz, AkÅŸemseddin sürgünde ölmüÅŸtür; Ä°stanbul’a girmesi yasaktı; onun suçu olmayabilir bu söylenti; ancak bakınız genç bir sultan buna tahammül edemiyor.
Nitekim Fatih, dönemin önemli âlimlerinden Musannifek'e konuyla ilgili bir metin yazdırıyor[14]. Ä°mdi; maddenin, maddî kültürün bu kadar ihmal edildiÄŸi bir Ä°slâm tarihi tasavvuru olabilir mi? Öyle bir hale geldik ki, savaÅŸa çıksak ÅŸöyle plan yapacağız arkadaÅŸlar: Ortada beÅŸ, on tane adam; saÄŸ kanatta ÅŸühedâ; sol kanatta evliya; yukarıda da melâike...[15]
Hiç bir genelkurmay böyle bir savaÅŸ planı yapar mı? Bana Ä°slam medeniyetinde vuku bulan böyle bir savaÅŸ gösteriniz; melekleri, ÅŸehitleri ve velileri hesaba katan... Ama bizim ÅŸu andaki tarih tasavvurumuz ve iÅŸ yapma tarzımız tamamen bu mantıkla yürüyor.
Elbette her asker ölüme bir melekle gider; çünkü ancak maddenin bittiÄŸi yerde, mana baÅŸlar; nitekim “el duası bitmeden, dil duası kuru bir gürültüdür” diyor kudema[16]... Biz peygamberden daha mı sevgiliyiz? Peygamber niye savaÅŸtı; niye diÅŸi kırıldı; niye aç kaldı?
O kadar ahmaklık yapıyoruz ki, farkında olmadan kendimizi peygamberden üstün görüyoruz; elbette böyle düÅŸünerek, davranarak... Bu nedenle siyeri, tekrar felsefî bir çözümlemesini yaparak okutmamız gerekiyor. Mademki, örneÄŸimiz Hz. Peygamber; hiç haberimiz yok; dıgıdık tarihin bir parçası oldu Hz. Peygamber...
Ä°smini vermeyeceÄŸim; hepinizin tanıdığı bir hocamız; gençliÄŸinde dinle de arası pek iyi deÄŸil; dönemin ideolojileri ile hemhâl... Başına bir iÅŸ geliyor Yurt dışında iken... Kendisi için çok önemli... Dine dönmeye karar veriyor; ama içinde yetiÅŸtiÄŸi kültür nedeniyle Ä°sa mı olsun, Muhammed mi olsun ÅŸeklinde bir ikircikliÄŸe, bir çatala düÅŸüyor. Kendisi anlattı bunu bana... Tabi iyi bir eÄŸitim aldığı için oturuyor, önce Hz. Ä°sa’nın hayat hikâyesini okuyor; sonra Hz. Peygamber’inkini... Ve en nihayetinde Hz. Peygamber’i tercih ediyor. Kendisine, “Niçin?” diye sordum.
- “Çünkü Hz. Ä°sa ortada yok; çok efsânevî... Ama Hz. Muhammed'in ise neredeyse kaç zeytin yediÄŸi bile belli; gülüyor; aÄŸlıyor. En çok etkilendiÄŸim hâdise de Hz. ÂiÅŸe ile yaptığı bir kavgadan sonra, çatıya çıkıp aÄŸlamasıdır.” Kendisine dedim ki,
- “Hocam, bu olayın neresi etkiledi sizi?” Cevap verdi:
- “Ä°nsan olması; insan gibi davranması...”
Evet arkadaÅŸlar! Ä°nsanız hepimiz; Hz. Peygamber de insan... Maalesef hocalarımızı, ÅŸeyhlerimizi, alimlerimizi insanlıktan çıkartıyoruz; öyle bir Ä°slâm âlimi anlatımı var ki, insan korkuyor...: “Ben böyle olamam ki, bunlar doÄŸuÅŸtan mucize sahibi.”
Bu doÄŸru deÄŸil. Emin olun hepsi insan... Ä°ÅŸ yaparken de maddeyi dikkate almıyoruz. Hâlbuki tarihteki hiçbir baÅŸarı maddesiz kazanılmadı. Elbette tek başına madde ile de iÅŸ yaparsak –manası olmayan madde ile- ortaya Cengizvârî iÅŸler çıkar; yıkıcı, insafsız, kıyıcı bir güç... Netice madde ile manayı birlikte düÅŸünmemiz lazım. Zaten, nedenini düÅŸünmekteki nasıl maddeye, niçin de manaya karşılık gelir. Gerçekten, “niçin, nasıl?”sorusundan kaçıyoruz?
Madde ile uÄŸraÅŸmak istemediÄŸimiz için; çok zor o... “Nasıl inÅŸaat yapılır?” bilmek gerek...; bilmekten kaçıyoruz. Bilmeden inÅŸaat yapılır mı? Bizimkilere göre yapılır; manevî olarak yapılıyormuÅŸ... Hep örnek veriyorum; çünkü hayretler içinde dinlemiÅŸtim. Zamanında muhâfazakâr bir TV kanalında, bizim dünyadan da haberi olmayan bir adam, Süleymaniye Camii'ni anlatıyor. Süleymaniye Camii öyle hesapla-mesapla yapılmamış... Mimar Sinan onu manevî olarak yapmış. Biz gönül medeniyetiymiÅŸiz; Batı akıl medeniyeti; biz manevî imiÅŸiz; onlar maddî... Bu sahte ahkâmlara bayılıyorum... Matematik-hesap, misâha, menâzır[17]; öyle ÅŸey mi olur..? Hepsi vicdanî... Hop Süleymaniye..!
HemÅŸerilerim duymasınlar; maneviyatları da çok fazladır; devamlı inÅŸaat yapar dururlar.... Mimar Sinan’ın okuduÄŸu matematik kitaplarını inceledin mi? Has mimar odasında nasıl mimar oluyor bunlar; hangi kitapları okuyorlar? Ne tür bir eÄŸitimden geçiyorlar; bunları inceledin mi?
Peki! Niçin bu adamı çıkartıyorlar? Yük yüklemediÄŸi, düÅŸündürtmediÄŸi; tersine rahatlattığı için... Çözüm kolay; biz manevî bir medeniyetiz; bundan daha büyük bir makam olur mu? Madde ile gâvurlar uÄŸraÅŸsın... Peki, niye merhum Turgut Cansever’i çıkartmıyorsun -ki, o zaman saÄŸdı kendileri-; güzel bir anlatsın. Ä°ÅŸte o zaman yorulmak gerekiyor; gece rahat uyutmaz; iÅŸ ve emek talep eder onun anlattıkları da onun için...
Söylemek zâiddir[18] ki, elbette mana olmadan da Süleymaniye’deki o taÅŸlar, o anlamı kazanmaz; o terkibe bürünemez... Kısaca madde ile mana birlikte düÅŸünülmesi gereken, birbirini tamamlayan iki temel deÄŸiÅŸkendir... Emin olunuz madde ile mana birlikteliÄŸi, akl-i selimi verir arkadaÅŸlar. Çünkü maddeden bihaber insan çok çabuk uçar; mistisizme[19], Hintvari bir mistisizme bulaşır; sırf madde ile yetinen insansa çok kaba ve kırıcı olur; ikisini birlikte dikkate almak gerekiyor...
Hayat, mecaz ve kinaye deÄŸildir. Dini öyle bir ÅŸeye dönüÅŸtürdük ki, mecaz ve kinayelerden oluÅŸuyor; hakikat yok. Dolayısıyla hiçbir eylemimizde, hiçbir sözümüzde mutabakat ilelebet saÄŸlanamıyor; tazammunlarla ve intizamlarla iÅŸ görüyoruz[20]; elbette mantık terimleriyle konuÅŸuyorum demek istediklerimi vurgulamak için... Hâlbuki hayat çok somuttur; çok serttir. Sen hayal görürken, kafana indirirler; ne olduÄŸunu anlamazsın... Hep anlatırım;
Sinan PaÅŸa, Fatih’in hocası ve veziri; biliyorsunuz çok zeki bir adam. 18 yaşında müderris olmuÅŸ. Ä°stanbul kadısı olan âlim Hızır Bey’in oÄŸlu... Bir gün babasıyla yemek yiyorlar; düÅŸünceli ve durgun... Diyor ki, Hızır Bey:
- “OÄŸlum, hayırdır.”
- “Baba, her ÅŸeyden ÅŸüphe ediyorum. Åžu tencere var mı, yok mu; ondan bile emin deÄŸilim.”
Alıyor Hızır Bey tencereyi, "Sen ÅŸüphelenmeye devam et" diyerek, Sinan PaÅŸa'nın kafasına indiriyor...
ArkadaÅŸlar, ÅŸüphe entelektüel bir tavırdır. Günlük hayatta “ben bundan ÅŸüphe ediyorum”dersen; o ÅŸeyi kafana indirirler; görürsün. Mecaz ve kinaye ile hayat yaÅŸanmaz; hayat, oldukça hakikattir. Abarttığımı düÅŸünüyorsunuz, belki?
Yurtdışında Türkistanlı asil ailelerin çocuklarıyla bir ÅŸekilde karşılaÅŸtım. Buhara Emiri'nin torunu mesela... Mısır’da, Kâhire'de... Elbette oldukça büyüktü bizden; aÄŸabeyimizdi. Gördüm ki, hepsi tasavvuftan nefret ediyor; yani, anlatılır bir ÅŸey deÄŸil. Niye? Çünkü Orta Asya’da Timurlular'dan sonra birleÅŸik bir Ä°slam devletinin kurulmaması tarikatlar yüzündendir. Bu tespitle de hesaplaşılması gerekiyor elbette. Bu nedenle Fatih, Ä°stanbul’u fethettiÄŸinde tarikatların ellerindeki arazilere el koydu. Niçin? Çünkü vakıf arazileri sözleÅŸmesi fıkhî olarak farklı olduÄŸundan dolayı, vâkıf senedine muhâlif bir eylemde bulunamaz, topraÄŸa el koyamazsınız; bu da arazileri bir araya getirip birleÅŸik bir devlet kuramazsınız demektir.
Tasavvufa karşı bu soÄŸukluÄŸun en önemli nedenlerinden biri de Çarlık Rusya'sının Türkistan'ın iÅŸgali esnasında yaÅŸananlar... Gerçekten tasavvuf uzun tarihî süreci içinde bir ayıklık olma özelliÄŸini kaybetmiÅŸ, spritüel bir materyalizme dönüÅŸmüÅŸtür; yani bir tür Hint mistisizmine...
Anlatılanlara göre, Ruslar, Türkistan'daki hanlıkları teker teker ele geçirip Buhara’yı kuÅŸatır; Çarlık ordusu karşı saldırı beklerken Buharalılar semaverlerini alıp, surlara çıkarlar. Semaver, Rusça biliyorsunuz[21]; onların icadı yani... Herkesin elinde bir semaver. Ruslar uzaktan gözetliyorlar, diyorlar ki, “Allah, Allah bu semaver; ama silaha mı dönüÅŸtürdüler bunu?” Üç gün saldırmıyorlar.
Halbuki bizimkilerin düÅŸüncesi ise ÅŸöyle: “Bu ÅŸehir âlim ve veli yatağı; keferenin buraya girmesine müsaade etmezler.. Hepsini ezer-geçerler; kim girebilir ki buraya?”Hakikatten kopmuÅŸ, mecaz ve kinaye içinde yaşıyorlar.
Ruslar üç gün sonra bir saldırıyor, ÅŸehir düÅŸüyor. Bu olayı bizzat Kâhire'de o kiÅŸilerden dinledim arkadaÅŸlar... Öteden beriden duyma bir hikâye deÄŸil. Bizimkiler hala; “Bir ÅŸey yapmadılar çünkü Rusları ÅŸehrin içine çekti veliler; âlimler... Åžehrin içinde icaplarına bakacaklar..." diye bekliyorlar. Üçüncü gün bir Rus subayı ÅŸehirde gezerken atı sürçüyor; düÅŸüyor ve ölüyor. Hemen yayılıyor: “Efendiler harekete geçti!...”
Rus komutan Buhara’nın en önemli türbesini tuvalet yapıp; her Buharalının sabah ve akÅŸam bir kere burada def-i hacet yapmasını zorunlu kılıyor. Ä°ÅŸte hakikatten, gerçeklikten koparsan başına bu gelir.
Bir kültürün, bir dinin, bir medeniyetin hakikati yoksa, zaten mecazının ve kinayesinin de bir anlamı yoktur; olamaz çünkü. Bir kelimeniz vardır, bunun bir hakikati vardır, bir mutabakatı vardır; o ad size bir kinaye ve mecaz imkânı verir. O elden gittiyse zaten ona iliÅŸkin mecaz ve kinayenin de bir anlamı yoktur...
Bizim hakikatimiz çok zayıf; gerçeklikle temasımız yok. Din dilimizde, her türlü yapıp etmemizde, mecaz ve kinayelerle çok iÅŸ görüyoruz. Hocalarımızla konuÅŸuyoruz, büyüklerimizle konuÅŸuyoruz; dünyadan haberleri yok... DeÄŸerlere dayalı basit izahlarla her ÅŸeyi çözdüklerini düÅŸünüyorlar... Örnek olarak: “Deprem oldu; çünkü günah iÅŸledik...” Venüs’te, Mars'ta her gün deprem oluyor; günah iÅŸleyen mi var orada. Allah aÅŸkına; hiç mi kelam kitabı okumuyorsunuz; oradaki husn-kubh bölümünü incelemiyorsunuz[22]. Diyorum ya "Biz geçmiÅŸinden bile geri kalmış bir milletiz..."diye... Ä°ÅŸte bunu kast ediyorum...
Neticede bir iÅŸ yaparken, bu iÅŸ için gerekli olan asgarî maddî zemin nedir? Ne türlü bir faaliyet olursa olsun, bunun maddî zemini nedir; buna dikkat etmek gerekir.
Hayal iyidir; ama Aliya’nın dediÄŸi gibi, “Ancak tembel insanlar, hayalleriyle yaÅŸarlar. Çalışkan insan, ayrıca hayalini tahkik etmek, gerçekleÅŸtirmek için yola çıkar". Biz ise sadece hayal kuruyoruz; tahkik yok. Her zaman dediÄŸim gibi, tembel defnedilemeyen bir ölüdür.
Temel çok yaÅŸlanmış; dua ederken demiÅŸ ki:
- “Ya Rabbi, hiç görmedin beni; bu kadar ömür sürdük; süründük, durduk.”
Gökyüzünden bir ses:
Gökyüzünden bir ses:
- “Çantayla mı gönderecektik.”
Yani bir vesile olması lazım, Cenâb-ı Hakk’ın bize rahmetini göndermesi için.
Ä°nsanlarımız o kadar densiz ve terbiyesiz ki; “Dua ettim, icabet olmadı; çalıştım karşılık verilmedi.” diyor. Bir radyoyu dinlemek için bile, o radyoyu frekansına getirmek lazım. Frekansında deÄŸilse, o radyoyu dinleyemezsin. Sen, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin frekansında mısın? Bilginin menzilinde misin? Bir ÅŸöyle frekansa gir bakalım... Adam, X-FM’i (100.2’den) dinlemek istiyor; ama 175’i açıyorsa ses gelir mi? Frekans çok önemlidir. Çok deÄŸiÅŸkenli, parametrik düÅŸünmemiz lazım; hayat böyledir.
Çok deÄŸiÅŸken var; siyasî, iktisâdî, askerî, ticârî, ilmî, fennî, dinî, nefsî, kısaca pek çok deÄŸiÅŸken var; binlerce maddî ve manevî deÄŸiÅŸken mevcut... Tekdüze, “Ä°lerleyelim, baÅŸaracağız; yola çıkalım, kervan yolda düzülür; marÅŸ yürürken bestelenir...” gibi cümlelerle iÅŸ yapanlara dikkat etmekte fayda var. Din dilini, hatta teklif dilini sadece deÄŸerler üzerinden kuran, “nasıl?”ı vermeyen; ya da sadece "niçin?" üzerinden konuÅŸan insanlara çok dikkat etmek gerekiyor, etmekte fayda var. Müslümanın firâseti/ferâseti[23] güçlü olacak, olmalı...
Feraset; tefekkür, akıl kemale erdikten sonra ortaya çıkar; bunu anlamamız lazım. Feraset, basit bir hadise deÄŸildir; aklı tükettikten sonra ortaya çıkar; adam hiç aklını kullanmamış, feraset sahibi olduÄŸunu iddia ediyor ki, bu mümkün deÄŸil. Böyle davrananlara dikkat edilmesi gerekiyor.
Åžimdi, baÅŸlığımızdaki üçüncü maddeye gelebiliriz yani süreklilik…
Âmentumüzün bedelini ödedik; temsil ve teklif sahibi olduk; nedenleyerek düÅŸündük; düÅŸünürken de madde ve manayı birlikte dikkate aldık... Peki, tüm bu süreci nasıl kotaracağız; nasıl yol ve yön vereceÄŸiz. Uzatmadan biz bugün geçmiÅŸimizle, bugünümüzle ve geleceÄŸimizle nasıl bir iletiÅŸim, iliÅŸki kuracağız. Ben bunu “süreklilik”kavramıyla açıklamaya çalışıyorum...
Yani tarih dediÄŸimiz hadise, yaÅŸam dediÄŸimiz hadise, tek başına ne geçmiÅŸtir, ne ÅŸimdidir, ne de gelecektir; bir sürekliliktir. GeçmiÅŸ, ÅŸimdi ve gelecek, bizim olgu ve olayları ifade etmek için belirli bir referans noktasına göre geliÅŸtirdiÄŸimiz koordinatlardır. Bunların hiçbir gerçek/reel deÄŸeri yoktur esas itibarıyla.
Åžimdi demek isteyeceklerimi -vakit darlığı nedeniyle- bir benzetmeyle anlatmaya çalışayım: Her insan, hem birey olarak hem kültür olarak hem de medeniyet ölçeÄŸinde belirli bir anlam-deÄŸer dizgesi içinde yaÅŸar. Bunu bir gemi olarak kabul edebilirsiniz. Åžöyle bir örnek veriyorum derslerde: Ä°nsanı –gözlerini kapattırıyorum arkadaÅŸlara- gökyüzünden yeryüzüne indirilmiÅŸ bir varlık gibi düÅŸünün...; yeryüzünü de Okyanus olarak kabul edin... Bu Okyanus’ta varlığımızı sürdürebilmemiz için basit de olsa bir tahta parçasına, bir kanoya, bir kayığa, bir gemiye ihtiyacımız var. Basit kültürleri kano; geliÅŸmiÅŸ kültürleri büyük geliÅŸmiÅŸ gemiler olarak kabul edin; ama her kültür ve medeniyetin geliÅŸmiÅŸlik seviyesi ne olursa olsun, asgarî metafizik dediÄŸimiz hep bir sert zemini vardır. Hiçbir medeniyet, asgarî metafizikten bağımsız deÄŸildir. Åžu tür iddialar yalandır: Mutlak özgürlük; serbestiyet, vb... Her medeniyet, kültür bir öncekini tahrip etmek için böyle bir iddiada bulunur; ancak kendi ilkelerini yerleÅŸtirene kadar... Hiçbir medeniyet –bilim felsefesinde de böyledir - hatta hiçbir bilim teorisi, kendisinin teorisini ispatlayamaz. “Tamamlanmamışlık özelliÄŸi” diyoruz buna... Yani, “Tüm bilgilerimizin kaynağı deneydir” cümlesi, deneysel deÄŸildir en azından... Bu, asgarî metafizik bir kabuldür...
Ä°slam’ın da umdeleri vardır; kimse bizden, onlardan taviz vermemizi beklemesin. Aksiyomatik dizgede, umdelerde özgürlük olmaz... O zaman, zaten Müslüman olmazsın; kimse zorlamıyor ki... Akdini yaptıktan, sözleÅŸmeye imza attıktan sonra; o sözleÅŸmenin gereÄŸini kabul edeceksin. Ä°slam’ın asgarî metafiziÄŸi ihmal edilerek, Müslüman kalınamaz. Kapitalizmin de asgarî metafiziÄŸi ihmâl edilerek kapitalist kalınamaz; kapitalizmin temel ilkeleri ihmal edildiÄŸinde, doÄŸal olarak sonuç kapitalizm deÄŸildir artık... Ä°ÅŸte bu durumu bir gemiye benzetebilirsiniz. Åžimdi, gemi yol alıyor; hareket hâlinde kısaca; nasıl bir üslup takip etmemiz lazım? Biraz önce söylediÄŸim gibi, gemiyi mümkün kılan ilkelerdir.
Marco Polo, Kubilay Han’la konuÅŸuyor. Kubilay, Cengiz’in torunu... Marco Polo, Kubilay’a kemer köprüyü anlatıyor:
- “TaÅŸları ÅŸöyle koy, böyle koy...”
Kubilay diyor ki:
-“Demek ki, taÅŸsız olmuyor bu iÅŸ.”
Marco Polo;
- “TaÅŸsız olmuyor; ama kemer de önemli.”
Kubilay da;
-“Öyleyse bana sabahtan beri niye taşı anlatıyorsun; kemeri anlatsana?” diyor.
Marco Polo;
- “Ama efendim, taÅŸ olmadan da kemeri yapamayız” diye cevap veriyor...
Kubilay bir türlü anlamıyor; çünkü hayatında görmemiÅŸ kemer köprüyü. Åžimdi benim anlattığım da tam bu; taÅŸ mı, kemer mi? Ä°kisi birlikte...
Kemer, oradaki ide, fikir; bizim inanç ilkelerimiz, umdelerimizdir. Kemer idesi olmadan taÅŸları nasıl düzene koyacaksınız, deÄŸil mi? Mana, bir maddenin içinde varlığa gelir; madde onu sınırlandırır; mana da düzene koyar; taşına göre köprü yaparsın kısaca.
Sudan heykel olmaz mesela... Sûret ile madde iliÅŸkisi diyoruz kısaca buna... Åžimdi, içinde yaÅŸadığımız gemimizin 1500 yıllık bir tarihi var. BaÅŸka bir deyiÅŸle itikadımızın 1500 yıllık bir tecrübesi mevcut; bu tecrübeyi ihmal edemeyiz.
Modernistlerin en büyük hatası, Âmentumüzün tarihsel tecrübesini ihmal etmeleridir.“DoÄŸrudan doÄŸruya Kur'an’dan alarak ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz Ä°slam'ı...”Bunlar hikâyedir; Kur'an-i Kerîm üzerine rahat operasyon yapma arzusunun bir sonucudur. Sen bunu yaparken bugünkü kültürünü, bugünkü birikimini oraya boca edeceksin; doÄŸal olarak... Bunu kim denetleyecek? Dolayısıyla, Âmentumüzün 1500 yıllık bir tecrübesi var. Bu nedenle gemiyi terk edemeyiz; terk edersek baÅŸka bir kültürün yanaÅŸması ve sığıntısı oluruz.
Ne demiÅŸtik? Okyanus'ta yaÅŸayamayız ki, gemisiz. Gemiden vazgeçmemiz mümkün ama; satarız. Bizim ÅŸu anda Türkiye’de özellikle bir kısım Osmanlı münevverinin ve Cumhuriyet aydının yaptığı gibi..; bu gemiyi satıp, baÅŸka bir gemiye binmek mümkün. Öyle deÄŸil mi? Ama böyle yaparak baÅŸka bir kültürün çanak yalayıcısı haline geliriz. Sığıntı ve yanaÅŸma oluruz...
Öyleyse birinci şık geçersiz; gemiyi terk edemeyiz. Ä°kinci şık olarak gemiyi limana da çekemeyiz; çünkü yoldayız, hayat bir süreç, akıyor; çekersek o zaman geçmiÅŸte kalırız. Åžimdi Ä°slam coÄŸrafyasındaki bazı yaklaşımların, hayal dünyasında yaÅŸayanların durumu bu; gemiyi çektiler, oturuyorlar orada... Mutlular; ama kuruyacak bir göl gibidir o tavır; kuruyup, çürüyüp gidersiniz. Türkiye’de de var bazı yapılar böyle; kılıkları, kıyafetleri... Emin olunuz, bu tür yaklaşımlar destekleniyor; çünkü onların toplumsal hayatın hiç bir unsuruna müdahale derdi de yok, imkânı da yok.
Fransızlar Kuzey Afrika’yı iÅŸgal ettiklerinde üç türlü yaklaşım gösteriyorlar:
Ø Bilinçsiz bir ÅŸekilde kendileriyle savaÅŸanları destekliyorlar. Niçin? Çünkü onları öldürmek için gerekçe elde etmiÅŸ oluyorlar ve neticede kolayca öldürüyorlar... Çünkü karşılarındakilerde Fransız lejyonerlerinin silahları yok ki, tersine Fransızlara kılıçlarla saldırıyorlar ya da doldurmalı tüfeklerle... Fransızlar da kendileriyle bilinçsiz savaÅŸ yapmak isteyenleri destekliyorlar; çünkü yok etme imkânı ve bahanesi saÄŸlıyorlar.
Ø “Biz kendi dünyamızda yaÅŸayalım...; boÅŸ verin Fransızları..." diyenleri de destekliyorlar; çünkü onlar da birer kanalizasyon teÅŸkilatı gibi, toplumdaki istisnai kiÅŸileri orada topluyor ve kontrollerini mümkün kılıyor.
Ø Üçüncü bir grup, “Bu gâvurlar ne yapıyor; nasıl bu hale geldiler, niye bizi yendiler; biz de onların dillerini öÄŸrenelim” diyenleri de öldürüyorlar. Çünkü bilinçli; oturmasını kalkmasını bilen insana, “HoÅŸt!” diyemezsin... Adam diyor ki, “Ben bunu bir tanıyayım; ona göre davranayım.” Bu tip düÅŸünen ve eyleyen kiÅŸileri öldürüyorlar. Niçin? Çünkü bunların eylemine bilinç eÅŸlik edecek; bilinç eÅŸlik etti mi, artık karşıdakinin iÅŸi zor... Gemiyi limana çekmek çok kolay bir yol; fakat çözüm deÄŸil dedik.
Öyleyse üçüncü şık olarak gemiyi olduÄŸu gibi de muhafaza edemeyiz; çünkü karşımızdaki adam yapmış gemiyi; hızla ilerliyor. Mevcut gemi bizi taşımıyor artık; yükü taşımıyor kısaca... Karşıdaki gemi ise hızla ilerliyor.
Mevcut gemiye küfretmeye gerek yok; seni 1500 yıldır taşıdı bu gemi... Karşıdakinin gemisi yepyeni; seninkinde bir sorun yok... Gemiyi hızlıca geliÅŸtirmek, yenilemek de mümkün deÄŸil; tarihsel olarak en azından... Çünkü büyük ölçekli bir deÄŸiÅŸtirmede bütünlüÄŸü kaybedebilir ve suya düÅŸersiniz zaten... Öyleyse ne yapacağız: “Süreklilik ile deÄŸiÅŸtirmeyi” birlikte ele alacağız.
Çizgi filmlerde vardır ya; büyücü yürürken, adım atarken köprü oluÅŸur; bunun gibi bir ÅŸey. Bu ÅŸu demek, tarihsel yolculuÄŸunuzu sürdürürken gemiyi sürekli yenilemek zorundasınız. Yol alırken onarmak, adım atarken köprü inÅŸa etmek; bu ancak, hayatı bir süreç, bir örüntü kabul etmekle mümkündür.
Tekrarda fayda var: Âmentumüzün 1500 yıllık tecrübesine saygı göstermek zorundayız. Modernistler gibi tahkir edemeyiz bu tecrübeyi. En azından oradaki gayrete saygı göstermek zorundayız.
Müslümanlar çok çeÅŸitli coÄŸrafyalarda, çok deÄŸiÅŸik kültürlerle yüzleÅŸtiler, hesaplaÅŸtılar, büyük inÅŸalarda bulundular; felsefî, kelamî, tasavvufî, irfanî, fıkhî... Bunu nasıl baÅŸardılar? Bu soru üzerinde düÅŸünmeyi hak ediyor... Gelenekselcilerin yaptığı gibi tersi de doÄŸru deÄŸil, yani geçmiÅŸi takdir ederken ölçüyü kaçırıp takdis etmek; mevcut, içinde yaÅŸadığımız gerçekliÄŸi görmemek... Kanaatimce hayatı bir süreç, bir örüntü kabul etmek, aslında insan merkezli düÅŸünmek demektir; yani, hayatı bir bütün olarak idrak etmek... Ä°nsanı merkeze alırsak, insan merkezli düÅŸünürsek -bunun herhangi bir sıfatını (Müslüman vs.) dikkate almazsak- hayatın bu sürekliliÄŸini idrâk etmiÅŸ oluruz. Bu da bizi ayık kılar; tetikte tutar...
Yeri gelmiÅŸken bir meseleye daha deÄŸinmek istiyorum; günümüzde müÅŸahede ettiÄŸim bir mesele... Müslüman entelektüeller, akademisyenler meseleleri kendi uzmanlık alanlarından hareketle çözeceklerini düÅŸünüyorlar. Åžu anda ciddi bir körleÅŸme var; uzmanlık iyidir; ama yerleÅŸik medeniyetlerde iyidir.
Amerika’da uzman olmak çok önemlidir; o uzman, o yapı içinde bir fonksiyon icra edip bir anlam kazanır. Bizim, kendimize ait bütüncül bir yapımız yok zaten; ayrıca öyle bir mekanizmamız da yok henüz... Tüm bunlara raÄŸmen arkadaÅŸlar kalkıyor; fıkıh uzmanı,“bizi sadece fıkıh kurtaracak” diyor; diÄŸeri kalkıyor, “hayır, yalnızca tasavvuf kurtaracak”diye sesleniyor. Ya da kiÅŸiler üzerinden gidiliyor: “Gazalî, Ä°bn RüÅŸd Ä°bn Arabî ya da Ä°bn Teymiyye...”.
Bu tür yaklaşımlar doÄŸru deÄŸil; kolaycılık ve kendini meÅŸgule etmek, sahici iÅŸ yapmamak bunlar... Uzmanlık, evet gereklidir; ama uzmanlık üzerinden bir fikir inÅŸası tek başına yeterli deÄŸildir. Sen fikrini ortaya koy; fakat kültür ve medeniyet çok deÄŸiÅŸkenli bir yapıdır. Çok deÄŸiÅŸkenli parametrik düÅŸünme dediÄŸim bu; çünkü insan sadece itikad, fıkıh, ilim ya da irfan deÄŸildir.
Biz, inanan, düÅŸünen, bilen, beÄŸenen; birçok etkinliÄŸi olan bir var-olanız... Kültür üretirken, medeniyet kurarken tüm bu etkinlikleri dikkate alan yapılar geliÅŸtirmemiz gerekir. Kendi hissiyatımıza göre bir hayat görüÅŸü kuramayız; bu doÄŸru deÄŸil; kursak da bu bizi baÄŸlar; kamusal alanı belirleyemez... Çünkü kamusal alan ayrıca fikriyatta ister...
Åžimdi özetliyorum; son cümlelerimi söyleyeceÄŸim... Henry Kissinger diyor ki, –bilirsiniz, Ä°blisin yeryüzündeki tecessüm etmiÅŸ hallerinden biridir- :
-Ä°ki tür dünya görüÅŸü vardır: Birinci tür dünya görüÅŸü, Newton'cu dünya görüÅŸüdür; ikincisi, Newton'cu olmayan dünya görüÅŸüdür. Newton'cu hayat görüÅŸünün ilkesi, gerçekliÄŸi dış dünyada var sayar ve onu gözler; ölçer, biçer, kayıt tutar; sınıflandırır, vb... Dolayısıyla bu ölçüm iÅŸi ne kadar dakikse, ne kadar geliÅŸmiÅŸse; gerçekliÄŸi o kadar bilir ve kontrol eder. Ä°kinci hayat görüÅŸü ise gerçekliÄŸi, insanın içinde var sayar ve orada derinleÅŸir; rafine hale gelir; ama dış dünyayı ihmal eder.
Bu, neye benziyor, biliyor musunuz? Ä°skender Hindistan’a vardığı zaman meditasyon yapan Hintli bilgeleri görüyor; müthiÅŸ bir manzara, dizilmiÅŸ büyük bir öbek sessiz adam; teemmül halindeler...
Soruyor:
- “Ne yapıyorsunuz?”
Çok ilginç bir cevap veriyorlar:
- “Kendimizi fethediyoruz.”
Bilgelerin başındaki kişi de İskender'e sorar:
- “Sen ne yapıyorsun?”
Ä°skender gülerek yanıtlar:
- “Ben de Dünya'yı fethediyorum.”
Newton'cu düÅŸünce dünyayı fethetme iÅŸidir; Newton'cu olmayan düÅŸünce ise kiÅŸinin, kendini fethidir. Ä°ÅŸte arkadaÅŸlar, bizim, Ä°slâm'ın rolü de tam burada ortaya çıkıyor:
Ä°slam, bu ikisini birlikte iddia ettiÄŸi için -kanaatimce- çok biriciktir. Günümüzde Müslümanların bir kısmı dünyayı fetihle meÅŸgul; bir kısmı kendini fethetmekle... Ben de diyorum ki, dünya ile kendi aranda bu kadar keskin bir ayrım yapma. Sen bu dünyanın bir parçasısın, dünya da senin bir parçan; sensiz dünya olmaz, dünya da sensiz olmaz; kısaca sen biraz dünyasın, dünya da biraz sen... Dolayısıyla fetih hareketini çift yönlü yapmak zorundayız. Hem kendimizi fethetmeliyiz ki, tahkik-i zât diyoruz; hem de dünyayı...
Örnek, Hz. Peygamber, sahabeler... Bu insanlar niçin dünyayı feth etmeye kalkıştılar? Niçin sadece kendilerini fethetmekle meÅŸgul olmadılar? Ancak kendilerini fethetmeden de yeryüzüne yayılmadılar... Çünkü kendini fethetmeden dünyayı fethetmeye kalkışan bir insanın yapacağı ÅŸey, yıkımdır; anlatabiliyor muyum? Öyle olursan, Ä°skender gibi olursun, MoÄŸollar gibi olursun; bugünküler gibi olursun. Dolayısıyla illa feth edeceksek, çift yönlü yapalım, hem kendimizi fethedelim hem de dünyayı... Kanaatimce Ä°slâm budur.
KAYNAK:
Ä°hsan FazlıoÄŸlu, Ä°LEM (Ä°lmî Etüdler DerneÄŸi Yaz Okulu Açılış Dersi): “ Âmentu’nün Bedelini Ödemek: Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik”http://fazlioglu.blogspot.com/2018/05/ihsan-fazlioglu-amentunun-bedelini-odemek-ne-yapmali-bedel-bakis-ve-sureklilik-ilem-temmuz-acilis-dersi.html
Henüz yorum yapılmamış.