Birkaç yıl önceydi. Sancaktar Dergisi “Bizim Ali” başlığıyla Muhammed Ali’yi kapak yapmıştı. Acizane benim de katkıda bulunduğum harika bir sayıydı. Yıllar sonra gördüğüm en heyecan verici kapak olduğu düşüncesiyle dergiyi bayiden kaptığım gibi soluğu bir arkadaşımın yanında aldım. Çayları söylerken sönmeyen heyecanımla dergiyi masaya koydum, daha ağzımı açmadan bizimki “Bu ne arkadaş ya, gına geldi artık bu romantizmden…” demesin mi? Allak bullak olan ben “Yahu Muhammed Ali ağır hastaymış, ona binaen…” filan diyecek oldum o devam ediyordu, “Bıktık kardeşim nedir bu ya, dön dolaş aynı adamlar, Malcolm X, Aliya İzzetbegoviç, Rachel Corrie…”
Geçenlerde gezici/liberal/sol’umtrak tayfanın dergilerinden birinin kapağında Muhammed Ali’ye rastlayınca aklıma geldi bunlar. Üstelik daha birkaç ay önce bir diğeri yine Ali’yi işlemişti. Arkadaşlar kapak içine afili bir #direncerattepe afişi koymayı ihmal etmemişlerdi. Nolacaktı yani, 6. filo mu vardı kovalayacak değil mi ama? Vay arkadaş dedim İslamcı romantizmi bunlara da bulaşmış anlaşılan. Tabi ben yine heyecanla (o heyecan bize ait) ayak üstü çevirdim sayfaları. Orta sayfanın iki kanadında, biri Ali dua ederken olmak üzere enfes fotoğraflarla bezenmiş bir Muhammed Ali röportajı. Yok öyle hemen heyecanlanmayın, bir şekilde irtibat kurup kendisiyle yapılmış filan değil, şu ana kadar verdiklerinden kolajlanmış. Allah var harika bir iş çıkarmışlar, az kaldı ben bile alacaktım hani. Hemen önümdeki iki genç İsmet Özel kapaklı İzdiham’ı bırakıp aldılar hatta. Varsın Muhammed Ali de kapak olsun, çok mu? Zaten Ali’nin de haberi olsa bu ucuz Amerikanvari pragmatikliğe ses çıkarmazdı büyük ihtimalle. Nereden mi biliyorum? Anlatayım.
Yıl 1974. Ali’nin öyküsünü az çok bilenler Foreman’la Zaire’de yaptığı efsanevi maçı da bilirler. Ali’nin yukarıdaki mevzubahis röportajda söylediği gibi, o güne kadar adını bile duymayan pek çok insan, maç bittikten sonra Zaire’nin (pek çok kez değişen adı bugün Kongo’dur) dünyanın neresinde olduğunu öğrenmişlerdi. Bu büyük maçı bile isteye Afrika’ya taşımış, ABD tarafından gasp edilen ünvanını ata topraklarında cihanşümul bir gövde gösterisine çevirmeyi başarmıştı. İşin enteresan tarafı oraya gelene kadar Ali’ye Müslüman olması ve Vietnam savaşını reddetmesine mukabil asker kaçağı/vatan haini suçlamalarıyla mahkeme mahkeme dolaştıran, bizzat ABD başkanı tarafından karalanmanın yanında üç yıl bokstan men etme dahil etmediğini bırakmayan ABD yönetimi de bu maçı alabildiğine desteklemişti. Çünkü bu maç sayesinde el altından bir darbeyle iktidara taşıdığı Diktatör J. Mobutu Sese Seko’yu da bir anlamda aklamış oluyordu. Bütün dünyanın gözlerini diktiği salonda maç günü devasa bir Mobutu poteri asılıydı. Ali muhteşem zaferinin ardından bir de “Beyaz Saray” a davet edilerek ırk ayrımcılığı, Vietnam yenilgisi ve belki de Watergate Skandalı’nın yaralarına bir nebze merhem ediliyordu. Uzun lafın kısası sebepsiz yere baldızını öpmüyor, Amerika yine bir verip on alıyordu.
Yıl 1977. Ali’nin Zaire zaferinden üç yıl sonra, tüm dünyanın gözlerini çevirdiği Oscar ödülleri törenindeyiz. ABD’nin yamama vatandaşlarından İtalyan asıllı Amerikalı aktör Sylvester Stallone, yazıp, yönetip, başrolünü oynadığı Rocky filmi ile ödül alacaktır. Bu sene yedincisini çektiği bu boks serisinin tamamı Amerika’nın iknalardan aşırma asaletinin kartondan egosunu pompalarken özellikle ilk üçünün yeri ayrıdır. Bu üçlüde “beyaz” kahramanımız “siyah” şampiyon Apollo Creed’i yenip şampiyon olmayı kafaya takar, uğraşır, didinir önce biraz yıpransa da sonra Creed’i bir güzel pataklar, elinden unvanını ve ayağından Amerikan bayraklı şortunu alır, asıl sahibine tevdî eder. Filmlerin çekildiği, ödül aldığı, dünya genelinde rağbet gördüğü ki yıllarca Stallone’yi Rocky ya da bir başka Amerikan efsanesi Rambo adıyla anıldığı yılları dikkate aldığınızda, olay Muhammed Ali’nin kara ve asil öfkesiyle yıktığı Amerika’nın beyaz gururunun beyaz perde marifetiyle iade edilmesinden başka bir şey değildir.
John Fante’nin deyimiyle İtalyan bir “Dago” olan Stallone’un Amerikanlığının tescilidir düpedüz. Anlaşılan son bir atraksiyonla Ali ödül törenine davet edilmiş ve beyaz şampiyonun ödevini temize çekmesi istenmişti. Stallone ile yaptığı küçük gösterinin sonunda ringlerden aşina olduğumuz o parlak zekâsıyla Ali, gereken dersi bir kez daha veriyordu. “Heey adamım, sen benim rolümü çalmışsın, Creed benim, hadi gelsene.” diyerek bir anlamda oraya çıkışının sebebini Zaire örneğinde olduğu gibi izah etmiş oluyordu. Atletik zekâsıyla Ali bir anlamda tezgâhı bozuyordu. Karşılıklı bu stratejik hamlelerden kim karlı çıkmıştır bilinmez ama Stallone sonuna kadar hak ettiği olanca Amerikanlığıyla Ali’yi kucaklayarak “Burada ödülü almamdan daha büyük bir olay var, o da bir efsaneyle tanışmış olmamdır.” filan diye bir şeyler geveleyip mevzuyu cilalamayı başarıyordu. Ee en nihayetinde o bir Amerikalıdır.
Peki, bizim sol, sol mudur? Aslına bakarsan bizim ülkede tişörtler üzerinde arzı endam eden kapitalizm ikonu yakışıklı Che hariç öyle Marks, Engels, Mao filan bilmene, tez, antitez, sentez filan öğrenmene gerek yok. Ramazan’da elinde sigarayla gez solcusun, bu kadar basit. Ha bir de bu günlerde ne olsa Tayyip’ten bil, her fırsatta kendi ülkeni sırtından teweet’le o kadar. 12 Eylül öncesi eski tüfek solcu bir abiden dinlemiştim. Vakti zamanında köyleri mezraları dolaşıp cahil(!) halkımızı köy meydanlarında, kahvehanelerde toplayıp bilinçlendirme faaliyetlerinde bulunurlar imiş. Bir gün yine bir köyde etraflarına topladıkları vatandaşlara bir hanım ablamız ateşli bir nutuk çekmiş. Konuşmanın arasında da sık sık oligarşik düzen yıkılmalı, oligarşik düzen şöyle, oligarşik düzen böyle gibi laflar etmekteymiş. Sabrıyla meşhur yurdum insanı sohbeti hiç kesmeden dinlemişler. Konuşma bitip de çaylar geldiğinde muhtar dayanamayıp sormuş, “Yahu hanım kızım diline sağlık ne güzel konuştun, Allah senden razı olsun. Ama bu bizim Ali Garsık’tan ne istiyonuz? Onu anlamadık.” demiş. Hâsılı kelam bu halkın dilini konuşmadan, sofrasına oturmadan, terini koklamadan, halka rağmen, hele öyle CNN’le BBC ile medya/kartel baronlarıyla kol kola girerek halk için değil solculuk, hiçbir şey yapılamaz. Bir zamanlar Bülent Akyürek “Bunları Gırgır, Fırt yetiştirdi, o yüzden komikler” demişti, şimdikilerin yetiştirdikleri ne olacak Allah bilir.
Bu ucuz, Amerikanvari pragmatizmle İslamcı romantizminden bile medet umduklarına göre pek hayra alamet bir şey olmayacak gibi görünüyor. Biz yine de hüsnü zannımızı bozmayalım değil mi? En azından sayfalarında İslamcılara yer veriyorlar, kapağa Muhammed Ali’yi filan koyuyorlar. Hiç yoktan iyidir. Bugünlerde bazı parti liderlerinin Cuma namazında görülmeleri kadar iyi…
Henüz yorum yapılmamış.