Kürsü
Süleyman Seyfi Öğün: Sâdece Batı aşıkları değil, meselâ yeni Muhafazakâr nesillerde de İngilizce kompleksi tavan yapmış vaziyette
Follow @dusuncemektebi2
Süleyman Seyfi Öğün- Yeni Şafak
Bir kaç gün evvel, Twitter dünyâsında iki sanatçının tartışmasına şâhit olduk. Popüler bir müzisyen olan Kıraç ile tiyatro oyuncusu Bernâ Lâçin, yabancı dil öğretimi konusunda farklı düşünceleri savundular. Kıraç Bey, yabancı dil öğretiminin bir kültür emperyalizmi oyunu olduğunu ve yurtseverlik icâbı bundan vazgeçilmesi gerektiğini savundu. Bernâ Hanım ise tam tersine yabancı dil bilmenin “dünyâ vatandaşlığı” için olmazsa olmaz bir şart olduğunu, hattâ tek bir yabancı dil öğrenmenin dahi yeterli olmadığını, mümkünse daha fazla yabancı dil öğrenmeye çalışmak gerektiğini dile getirdi.
Bu tartışmada, bir yanlışın tuhaf bir şekilde bir doğruyla örtüştüğünü gördüm. Tartışmanın tarafları yabancı dil “eğitiminden” bahsediyorlardı. Teknik olarak bakıldığında “eğitim” kavramı buraya oturmuyor. Dünyânın her yerinde “anadil” dışında kalan dillerin “eğitimi” değil, “öğretimi” yapılır. Hâl böyleyken biz neden eğitim kelimesini bu kadar rahat kullanıyoruz? Aslında teknik bir yanlış bu. Lâkin teknik açının dışından bakarsak bir doğruya ulaşıyoruz. Görelim…
Dil basit bir âlet değildir. Dil felsefecisi Wittgenstein “dil dünyâmızı kurar” diye yazıyordu. Bir dil, pek çoğu maddî zorunluluklarla örtüşen bir kolektif mukadderatın pratiklerinden doğar. Ama bir aşamadan sonra kendisini doğuran şartlara olan bağımlılığından sıyrılır ve mukadderatın akıbetine hâkim olan bir kudret geliştirir.
Yabancı bir dil ile kurulan âşinalığın, ilk bakışta dünyâmızı zenginleştirdiğini düşündüren bir tesiri olduğunu varsayabiliriz. Anadilin kurduğu dünyânın dışında kalan dünyâları dillerle tanırız. Hiç şüphesiz insanın zihnî ve rûhî zenginliğini arttırmayı vaad eden bir tecrübedir bu. Ama süreç , yatay ve eşitlikçi bir düzlemde işleyen basit bir tanışıklık değildir. Eşitsiz dünyâ ilişkilerini düşündüğümüzde, târih, hele ki modern târih bize çarpık tablolar sunuyor. Yabancı bir dili öğrenmenin insana dünya değiştirttiğini görebiliyoruz. Ama bunun bir “mâliyeti” de olduğunu değerlendirme dışı tutamayız. Kadim dünyâda, insanlara dünyâ değiştirten hâkim dil veyâ diller vardı. Ama ,bunun mâliyeti bugün olduğu kadar rahatsız edici değildi. Üstünlük daha çok “siyâsal” ve “kültürel” mahiyette idi. Hâlbuki bugün hâkim dil meselesini sömürgecilik ve onun ileri aşaması olan “emperyalizm”den âri düşünebilmek mümkün değildir. Yâni hâkim dil mevzuundaki kültürel ve siyâsal üstünlük, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik üstünlüklerle birlikte değerlendirilmek zorundadır. Bu durumda dil mârifetiyle “dünyâ değiştirmenin” mâliyeti ağırlaşmış vaziyettedir. Yabancı dil öğretimine ,yabancı dil eğitimi dedirten ve bir bakıma “şecaat arzettiren” de budur.
Hâkim bir dil öğrenmek sûretiyle aslında hâkim ekonomi ve teknolojilerin dünyâsına “kültürel” ve “zihnî” olarak duhûl etmiş oluyoruz. Aradaki “devâsa” farklılıklara nüfûz ettikçe , üstün dünyâyı kültürel olarak fetişleştirmenin ve anadille kurulan dünyâyı horlamanın ve ona yabancılaşmanın dozu artıyor. “Biz adam olamayız Azizim” söylemi de buradan doğuyor.
Bunun taşkın bir şekilde işleyen ve kolaylıkla birbirine dönüşen “arzu” ve “nefret” duygularıyla bezeli “kompleksli” bir süreç olduğunu görebiliyoruz. Modern dünyâ işbölümünde kenara düşen ,yâni ağır bir sömürgecilik tecrübesinden geçmiş olan topluluklar sâdece ekonomik olarak sömürülmedi; başta dil olmak üzere kültürleri de sömürgeleştirildi. Pek çoğu ana dillerini kaybetti. Bugün ne kadar çırpınsalar da Hindistan ve Pakistan’da ; Cezâyir ve Tunus’da anadiller hâlâ İngilizce ve Fransızcanın gölgesinde zayıf bir varlık gösteriyor. Bizim Asya Türklüğü ise, büyük ölçüde Rusçadan kopamıyor. Sömürgecilik buralarda bir hegemonik karakter kazanmış ve gönüllülük esâsında kendi kendisini sömürgeleştirmeye evrilmiş durumda. Uzun seneler Kazakistan’da yaşamış olan bir tanıdığım bana , “Seçkin” Kazakların “Avam” Kazakları küçümsemek için “Onlar Rusçayı doğru düzgün” konuşamazlar” dediğini aktarmıştı.
Daha beter bir durum ise, Türkiye gibi sömürgecilik tecrübesini yaşamayan veyâ dolaylı yaşayan Yarı-Merkez Dünyâda. Burada dil husûsundaki hegemonik etki derinleşiyor. Yabancı dil öğrenme fetişizmi buradan doğuyor. Bizdeki durum çift katlı ve daha tuhaf. Bir tarafta Batı dillerini öğrenmeyi sanki bir dinî vecibe gibi gören bir ideali savunan Evrenselciler. Ama bunu yaparken evrenselciliklerine sıvaştırdıkları bir ulusalcılıkla sun’i bir anadil kurmanın mücâdelesini veriyorlar. Diğer tarafta ise muhafazakârlar Osmanlı Türkçesinin yılmaz bir şekilde müdafaasını yaparken hasımlarının yabancı dil konusundaki azim ve kararlılıklarını paylaşıyorlar. Bu memleket Fransızcasının veyâ İngilizcesinin mükemmelliği ile övünen veyâ övülen nice muhafazakâr aydın gördü. Yeni nesillerde de durum değişmiyor; tersine pekişiyor. Sâdece Batı aşıkları değil, meselâ yeni Muhafazakâr nesillerde de İngilizce kompleksi tavan yapmış vaziyette. Dünyâ görüşü , inancı, ideolojisi ne olursa olsun Türkçesi iflâs etmiş, “Beş çocuk sâhibi , İngilizce ve Fransızca bilir” Türkler, külliyen bu yabancı dil kompleksinden muzdarip. Üniversitelerin yabancı dilde eğitim ve öğretim yapma yarışı, akademisyenlere yabancı dergilerde yayın yapma zorunluluğu getirilmesi bu kompleksin “metastaz” yapmış en ileri evresi. Bu kulaklar , “Keşke bir süreliğine de olsa sömürge olsaydık da şu Hintliler gibi İngilizce konuşmayı becerebilseydik” diyen meslektaşları da işitti.
Kompleks kavramı külliyen menfî bir çağrışıma sâhiptir. Doğrusu ben pek de o kanaatte değilimdir. Kavramın sorunlu ruh hâllerimize işâret ettiğinin farkındayım. Ama , husûsen biz modernlerin en doğurgan tarafını da komplekslerin beslediğini , yönlendirdiğini düşünürüm. Modern sanatlar ve entelektüel oluşumları kışkırtan, fişekleyen büyük ölçüde sâhip olduğumuz komplekslerdir. Mesele komplekslerimizin varlığı olmaktan çok, onlarla nasıl bir münâsebet kurduğumuz, onlardan ne türettiğimizdir. Bu, esasta bir “aşkınlık” meselesidir. Komplekslerin menfî tesiri, onların varlığından değil, onları başka bir şeylere dönüştüremediğimiz ve öksesinde çırpındığımız yerde başlamıyor mu?
Henüz yorum yapılmamış.