Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Mehmet Ali Büyükkara: Ehl-i Sünnet Müslümanların Ana Yoludur Fakat Bizzat Din Değildir

Ehl-i Sünnet madem ana yol, ana caddedir, bu yolda sağ ve soldaki barikatlara sürtünerek yürüyenler mutlaka olacaktır. Bu kesimi dışlamak ana caddeyi arka sokağa çevirmektir ve bunu yapanlar sadece Ehl-i Sünnet’e değil bizzat İslamiyet’e büyük kötülük etmektedir.



Tam ismiyle Ehlü’s-Sünnet ve’l-Cemaat tarihte ve günümüzde müslümanların büyük çoÄŸunluÄŸunun mensubiyet iddiasında bulundukları bir Ä°slam mezhebidir. Mezhep deyiÅŸimiz Ehl-i Sünnet’in ta başından beri örneÄŸin Mutezile, Åžia veya Haricilik gibi sıradan bir mezhep olduÄŸu manasında anlaşılmamalı. “Sünni olmak” ilk asırlarda müslümanların “ana bünyesi” içinde bulunmanın bir ifadesiydi. Bunun içindir ki söz konusu ana bünye (veya bugün kullandığımız ifadeyle ana cadde), ilk önceleri selef-i sâlihîn’in dilinde ve kaleminde “ne olduÄŸunu ve nerede durduÄŸunu” söylemek yerine, “ne olmadığını ve nerede durmadığını” ifade etmek zarureti hissetmiÅŸtir. Zira zaten bizâtihi ana bünyedir ve kendisini ispat edip ÅŸekle sokmak zorunda deÄŸildir.
 
Ancak bu bünye içinde bilhassa kelâmın bir metot olarak kullanılmasıyla birlikte görünür hâle gelen fikri tekâmül ve bu tekâmülün zorunlu yansıması olarak bünye içi ihtilaflar, sonraki asırlarda ortak bir Sünni çerçevenin çizilmesini mecburi hale getirmiÅŸtir. Hicretin 5. ve 6. asırlarında ortaya çıkan Sünnî kitâbiyâtta Ehl-i Sünnet’i artık bir mezhep olarak görmekteyiz. Onun “hak mezhep” ve “dört mezhep” olarak veya “yetmiÅŸ üç fırka arasında kurtulan fırka” olarak insanlara arzı, bahsettiÄŸimiz durumun açık göstergesidir.
 
Ehl-i Sünnet Niçin Ana Bünyedir?
 
Hz. Osman’ın ÅŸehit edilmesi, Cemel ve Sıffîn savaÅŸları, Tahkim Olayı akabinde Hâricî grubun ayrılışı, bunu takip eden yıllarda siyasi anlamda da olsa Hz. Ali taraftarlığı türünden geliÅŸmelerin yaÅŸandığı Ä°slam tarihinin erken bir döneminde aslında “Sünnî” bir ana hattın varlığını açıkça farkediyoruz. Bu hattın ilk temsilcilerinin önemli sahâbîlerden oluÅŸan bir grup olduÄŸu ve takipçilerinin de müslümanların kâhir ekseriyetini teÅŸkil ettikleri göz önüne alındığında bu “Sünnî” hattı, “ana bünye” olarak tanımlayabiliriz.
 
Söz konusu ana bünye, Haricîlerin yaptığı gibi büyük günahları sebebiyle müslümanları tekfir etmiyor, Åžiî grupların aksine ilk üç halifenin yönetimini meÅŸru sayıyor, Kaderîler gibi kaderi inkâr edip insan iradesini bütünüyle özgür kabul etmiyor fakat daha çok Emevî idarecilerin sahip çıktığı ve insanın iradi rolünü reddedip bütün iÅŸlerin oluÅŸunu tamamen takdir-i ilâhiye baÄŸlayan Cebriyeci telakkiyi de tenkit etmekten geri kalmıyordu.
 
Sünnî merkez, yukarıda adı geçen ilk fırkaların görüÅŸlerini bid’at olarak nitelemiÅŸtir. Bid’at kavramı, Kur’an’da temeli olmayan, Hz. Muhammed ve sâhabe döneminde de taraftarı bulunmayan söz ve davranışları ifade etmektedir. O halde bid’atın, bu baÄŸlamda sünnetin karşılığı olarak kullanıldığını anlıyoruz. Yani Ehl-i Sünnet’ten olmak, sahâbîlerin umumi ve yaygın din telakkisini, onların “din budur” dedikleri hususları takip etmenin bir sıfatı olarak kullanılmaktadır. Bu yola uymayan kimseler ve gruplar ise haliyle ehl-i bid’at olmaktadırlar. Ehl-i Sünnet’e ilave edilen el-cemaat kavramı ise ümmetin çoÄŸunluÄŸunu ifade etmektedir. Ehl-i Sünnet yerine zaman zaman kull anılan “en büyük kalabalık” anlamındaki es-sevâdü’l-a’zam terimi, aynı çoÄŸunluÄŸa iÅŸaret etmektedir. Yine cemaat, tefrikanın zıddı olarak birlik ve beraberliÄŸi hatırlatmaktadır. Aynı siyasi liderin, yani halifenin dini-dünyevi önderliÄŸi altında birleÅŸen müslümanlar Ä°slamiyet’in ana gövdesini teÅŸkil etmektedirler. Bazı hadis-i ÅŸeriflerde cemaatten uzaklaÅŸmanın “cahiliyye” olarak nitelenmesi bu kavramı daha da önemli kılmaktadır. MeÅŸhur sahabî Abdullah b. Ömer’in Sünnî dinî kalıpların teÅŸekkülünde oynadığı kilit rol, bu baÄŸlamda zikre deÄŸer bir konudur. Hz. Ali ile Muaviye b. Ebî Süfyan arasındaki mücadelede aslında hangi tarafın haklı olduÄŸunu bilip bunu teslim etmekle beraber iki taraftan birinin safına geçmekten özenle sakınması, Emeviler iktidarı ele geçirdiÄŸinde ise kerhen de olsa onlara itaatini sunmaktan geri kalmaması, silahlı çatışmaya ve kan dökümüne götüren itaatsizliÄŸi fitne olarak anlaması, Abdullah b. Ömer’in ve onu izleyen diÄŸer büyüklerin Sünnî hat üzerinde bıraktıkları çok mühim miraslardır. Sûfice dindarlığı ve zâhidane hayatı ile ünlenmiÅŸ Hasan el-Basri’yi de yine aynı baÄŸlamda anmak gerekir. O, insanın fiillerinde özgür olduÄŸunu savunmakla birlikte kaderi inkâr etmemiÅŸtir.
 
Büyük günah iÅŸleyenleri kınamakla beraber, Hariciler gibi onları Ä°slamiyet’ten dışlayan bir fikir geliÅŸtirmemiÅŸtir. Tefrika ve anarÅŸi doÄŸuracağı için Emevi karşıtı devrim hareketlerinde yer almamış, bununla birlikte yöneticileri doÄŸru yola çağıran, onlara açıkça nasihati esas alan bir üslup geliÅŸtirip, sanki sivil bir itaatsizlik örneÄŸi sergileyerek marufu emretme, münkeri nehyetme vazifesini yerine getirmiÅŸtir.
 
Ana Bünyede Ä°ki Metodik Yaklaşımdan Biri Olarak Ehl-i Rey
 
Sünnî ana hat, bahsettiÄŸimiz ilk döneminde diÄŸer mezheplerin tecrübe ettiÄŸi ÅŸekilde kendisini farklı bir mezhep olarak takdim etmedi. Bu takdime hiç ihtiyacı yoktu zira kendisi, bazı iç ihtilaflarıyla da olsa Ä°slamiyet’in ana hattını ve ümmetin çoÄŸunluÄŸunu temsil ediyordu. Merkezde bulunması, ona yanlış bulduÄŸu diÄŸer dini düÅŸünce ve oluÅŸumları eleÅŸtirme, mahkum etme ve ana bünyeden dışlama hakkı ve imkanını veriyordu. Bu ana hattın kendi merkezîliÄŸine yoÄŸun vurgusu ve buna iman derecesinde sadakati, Sünnî çizgiyi hayli muhafazakar bir kimliÄŸe büründürdü. Fakat bu muhafazakarlığa raÄŸmen, itikadi ve fıkhi asgari müÅŸtereklerde birleÅŸmiÅŸ bazı Sünnî kesimler daha tâlî fakat önemli bazı konularda kendi aralarında farklılaÅŸtılar. Bu ayrışmanın, dinin kaynaklarının niteliÄŸi, hüküm çıkarmanın ve problemlere çözüm üretmenin yöntemleri gibi metodolojik bir zemini bulunmaktaydı. Söz konusu ayrışım sürecinde Ä°mam Ebû Hanife’nin durumu öncelikle ele alınmalıdır.
 
Ebû Hanife ve öÄŸrencileri bazı Sünnî alimlerce Mürcie’den olmakla suçlanmaktaydı. Kendilerine Mürcie denilen topluluÄŸun sahip çıktığı ircâ doktrinine göre, ÅŸehadet getiren ve müslüman olduÄŸunu söyleyen herkes, bu ikrârını amele dökmese de hatta büyük günah sayılan fiilleri bu ikrârını bozmadan iÅŸlese de müslüman sayılmalı ve toplumda müslüman gibi muamele görmeliydi. Ä°man denen ÅŸey tasdik ve ikrardan ibaretti. Amel ise imanın bir ÅŸartı deÄŸildi. Büyük günah sahiplerini tekfir eden, bu yüzden onların can ve mallarını helal sayan Hâricî telakkiye karşı geliÅŸtirilmiÅŸ bu teori ile Mürcie, diÄŸer taraftan da fitne olaylarına ve iç savaÅŸlara karışmış sahâbe ve müminlerin imanî ve Ä°slâmî durumları hakkında kesin bir hükme varmıyordu. Nihai kararı ahiret günü Allah’a bırakıyordu. Böylece dini ve siyasi tartışmaları sonlandırmayı amaçlayarak toplumsal barışı tesis etmenin gayreti içindeydi. Özellikle Arap olmayan müslümanlar (mevâlî) bu doktrine daha fazla teveccüh gösterdiler. Zira zamanın Arapçı idarecileri tarafından müslümanlıkları sorgulanan ve müminlere tanınan temel haklardan mahrum bırakılan bu kesimler, “ben müslümanlardanım” diyen herkesi hakiki mümin sayan bu telakkiye doÄŸal olarak sempati duydular. AmelsizliÄŸin imanı ortadan kaldırmayacağını, amelin sadece imanın kalitesini artıracağını ifade etmesinden dolayı Mürciî olmakla itham edilen Ebû Hanife, bir taraftan da yeni fıkhî hükümler çıkartırken nakli delillere ilaveten kıyası kullanması nedeniyle tenkit ediliyordu. Kalabalık ve kozmopolit bir ülke olan Irak’da günlük hayat Hicaz’daki gibi sakin ve tekdüze gitmiyordu. Böyle bir çevrede sayıları ve sınırları belli bir ayet ve hadis havuzundan kaynak olarak yararlanmak Iraklı alimler için çoÄŸu zaman yeterli olmuyordu. Durum böyle olunca Ebû Hanife ve öÄŸrencileri, ayet ve hadislerin illet ve maksatlarını göz önüne alarak, nasların doÄŸrudan cevap veremediÄŸi konularda illetler ve maksatlar üzerinden yeni hükümler üreterek yani kıyasa (anoloji) giderek toplumun problemlerini dine uygun ÅŸekilde çözüme kavuÅŸturuyorlardı. Ä°stihsan denilen kamusal menfaatler ile mahalli örf, Hanefî ekolün hüküm çıkarmada dikkate aldığı diÄŸer esaslardı. “Rey Ehli” tabiri de buradan çıktı. Ä°çtihadın temeli olan rey, mantıksal düÅŸünme yolları izlenerek yapılan aklî bir faaliyetti. Reyi de dinin kaynakları arasına dahil eden ve çoÄŸunluÄŸunu Iraklı alimlerin oluÅŸturduÄŸu bu gruba Ehl-i Rey dendi. Söz konusu çerçevede dinamik bir fıkhın (fıkh-ı ekber diye anılan akaid ilmi de buna dahildir) ortaya çıkmaması imkansızdı. Ancak bu dinamizm, muhafazakar bazı alimlerce Sünnî hattan sapma ve bid’at ehli saydıkları Mutezile’yle aynı kulvarda koÅŸma ÅŸeklinde deÄŸerlendirildi ve mahkum edilidi. DiÄŸer dinlere ve zararlı cereyânlara karşı Ä°slami akideyi ispat ve müdafaa metodu olarak Mutezilî alimlerce geliÅŸtirilen ve kelâm adı verilen akılcı metot, ikinci ve üçüncü asrın Sünnî alimleri tarafından bid’at sayılmış, kelâmla meÅŸgul olanlara kötü gözle bakılmıştı. Ancak bu tavır Ä°slam düÅŸüncesini müspet bir noktaya götürmedi. Bilakis gayr-i Sünnî fikirlerin güçlendikleri müÅŸahade edildi. Ä°ÅŸte bu noktada, yaklaşık bir buçuk asırlık bir gecikmeyle de olsa Ehl-i Rey çizgisi üzerinde Sünnî kelâm diyeceÄŸimiz bir ekolün doÄŸuÅŸu gerçekleÅŸti. Ä°slam inanç esaslarının ispatında naklî delillere ilaveten mantık ve felsefenin aklî uygulamalarını kullanan bu ekol, EÅŸ’arîlik ve Maturîdîlik olarak iki ayrı kelâm mezhebi üzerinden bugüne taşındı.
 
DiÄŸer Yaklaşım: Ehl-i Hadis SünnîliÄŸi
 
Daha “husûsî” bir kaynak havuzundan beslendiÄŸi ve daha “husûsî” bir Sünnî kesime hitap ettiÄŸi için “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” olarak da anılan Ehl-i Hadis’e göre ise Berbehârî’nin ifadesiyle “Ä°slam dini Sünnetten ibaretti.” Rey faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan hükümler, dinî olmaktan çıkmış çözümlerdi. Kelâm ise ister Mutezile’nin ister Sünni mezheplerin metoduyla yapılsın, sakınılması gereken ÅŸen’i bid’atlerdendi. Ä°mam Mâlik’e göre “kim dinini kelâm yoluyla alıp öÄŸrenirse sapıtmaktaydı.” Ä°mam Ahmed b. Hanbel ise kelâm ile meÅŸguliyetin kalp ve zihinlerde oluÅŸturduÄŸu yozlaÅŸmaya dikkat çekti, müslümanları sünneti müdafaa için dahi olsa kelamcılarla muhatap olmaktan, onlarla oturup konuÅŸmaktan sakındırdı. Ehl-i Hadis rey ve kıyasa karşı çıkmakta, bu akli delilleri kullandıkları için Ehl-i Rey’i “sünnet düÅŸmanı” olmakla suçlamaktaydı. Kendilerine “sünnetin koruyucuları ve bid’atın yıkıcıları” olarak özel bir misyon yüklemekteydiler. Ameli imandan saydıkları için tekfiri daha kolay istihdam etmekteydiler. Tüm bu yönleriyle Ehl-i Hadis hattı, Ä°slam düÅŸüncesi içerisinde muhafazakar bir kanadı temsil etti. Akıl karşıtı metinci literalizmi, dar kalıplar içinde kalan fikri yapısı ve dışlayıcı tavrı nedeniyle Ehl-i Rey’e kıyasla zaman içinde fazla bir ilerleme kaydetmedi, geniÅŸ kitlelere hitap edemedi. Ama marjinal ölçülerle de olsa belli bir seçkin zümrenin mezhebi olarak kalmayı baÅŸardı. Ä°bn Teymiye’nin olaÄŸanüstü ilmi çabaları olmasaydı belki de tarih sürecinde körelip gidecekti. 18. yüzyılda Vehhabilik akımıyla birlikte Suud devleti nezdinde siyasileÅŸmesi Ehl-i Hadis akımına güç verdi. Selefilik ismi altında günümüze kadar geldi.
 
Ehl-i Sünnet’i Din Olarak Takdim Etmek Ehl-i Sünnet’i Anlamamaktır
 
Bu tarihi safahâtı kısaca dikkate sunduktan sonra sonuç bâbından mülahazamızı ÅŸu maddelerle arzetmemiz münasip olacaktır:
 
a. Söz konusu safahât, zengin bir çeÅŸitliliÄŸi göstermektedir. Karşımızda Sünnî bir prototip bulunmamaktadır. BahsettiÄŸimiz ana cadde öyle anlaşılıyor ki hayli geniÅŸçe bir caddedir.
 
b. Fikirler/kavramlar zamanın, mekanın ve ilgili olayların iliÅŸkileri içinde anlam kazanır. Bunlardan bağımsız kavramsal açıklamalar, açıklamayı yapanın subjektif yargılarına maruz kalır. SünniliÄŸi anlamak istiyorsak, fikir-kavram-hadise-zaman-mekân bütünlüÄŸünü gözetmemiz gerekir. Hele ki kadîm ıstılah havuzumuzda bulunmayan birtakım kavramlaÅŸtırma denemeleriyle veya malum kavramlar arasında sun’i irtibatlar kurmak suretiyle Ehl-i Sünnet’i kalıba sokmak, onu hakkıyla anlamayı imkansız hale getirir.
 
c. SünniliÄŸin bir mezhebe dönüÅŸmesi, ona mezhep muamelesi yapan bazı müteahhir alimler eliyle gerçekleÅŸti. Bunlardan birisi olan Abdülkâhir BaÄŸdâdî mesela “Sünnet ve Cemaat Ehli’nin Üzerinde BirleÅŸtiÄŸi Esaslar” baÅŸlığı altında, her cevherin parçalanamayan en küçük parçasının (cüz`ün lâ yetecezzâ) bulunduÄŸuna inanmanın, Ehl-i Sünnet’in üzerinde icma ettiÄŸi konulardan birisi olduÄŸunu belirtir. Yine ona göre dünyanın hareket halinde deÄŸil sükun halinde bulunması Sünni bir prensiptir. Görüyorsunuz ki hepimiz bu kriterlerle SünniliÄŸimizi yekten kaybetmiÅŸ olduk. Ehl-i Sünnet’i ne kadar hassas tanımlarsanız ne kadar âmentüye ilaveler yaparsanız onu o kadar mezhebe çevirmiÅŸ olursunuz. Aslında H. 5. asırdan bugüne kadarki süreç SünniliÄŸi mezhepleÅŸtiren süreçtir. Bunun iyi mi kötü mü olduÄŸu ayrı bir bahistir. Fakat tanımlamayı daha da keskinleÅŸtirenlerin, akâide “SünniliÄŸi müdafaa” adına “usûl-i dînden olmayan” unsurlar ekleyenlerin “Sünnilik mezhep deÄŸildir.” demesi tutarsızlıktır.
 
d. Ä°bn Ömer, Hasan-ı Basri, Ebu Hanife misallerini öne çıkarmamız boÅŸuna deÄŸildir. SünniliÄŸe damgalarını vuran bu büyük ÅŸahsiyetlerin özetle temas ettiÄŸimiz teorik ve pratik dünyaları dışlamayı deÄŸil içlemeyi, tardetmeyi deÄŸil kuÅŸatmayı, fitneyi deÄŸil sulh ve salâhı, zorlaÅŸtırmayı deÄŸil kolaylaÅŸtırmayı esas almaktadır. Bu yüzden ehl-i bid’at (ehl-i kıble) tekfir edilmemiÅŸtir. Mutezile ve Åžia’nın tekfiri marjinal tavırlardır ve konjonktüreldir. Yahut yanlış anlamanın veya ÅŸahsi ya da siyasi garezin eseridir. Yani ârizîdir. Mesela 16-17. yüzyıldaki Osmanlı-Safevi çatışması her iki tarafın din dilini hayli keskinleÅŸtirmiÅŸtir. Gazalî’nin Fedâihü’l-Bâtıniyye’sinde gördüÄŸümüz gibi ibâhîlik tabii ki küfre müncerdir. Fakat Faysalü’t-Tefrika’sında Gazâlî lâyıkıyla kuÅŸatıcı bir Sünnîdir. El-Mevâkıf adlı meÅŸhur eserinde Allâme Îcî Mu’tezile, Haricilik, Åžia gibi ehl-i bid’at mezhepleri tekfir edenlerin delillerini ele almış, bunları tek tek çürüterek onların Ä°slam dahilinde sayılması gerektiÄŸini açıklamıştır. Bu esere ÅŸerh yazan Allâme Cürcânî de aynı görüÅŸe kâil olmuÅŸ, bu mezheplerin küfre nispet edilemeyeceÄŸini belirtmiÅŸtir. Çünkü Sünnîlik bu alimler gözünde din deÄŸildir.
 
e. Elfâz-ı küfür edebiyâtı üzerinden yahut müdafaa sâikiyle SünnîliÄŸin bir din olarak arzedilmesi, son birkaç asrın modern bir bid’atıdır. Resûl-i Ekrem’in (s.a.) diliyle her bid’at dalâlettir. Mezhep kavgalarının milyonlarca masumu periÅŸan ettiÄŸi bir vasatta “mezheplerin din olmadığını” haykırarak salih amelde bulunan müslümanlar, bu bid’attan en fazla zarar gören kesimlerdir.
 
f. Ehl-i Sünnet madem ana yol, ana caddedir, bu yolda saÄŸ ve soldaki barikatlara sürtünerek yürüyenler mutlaka olacaktır. Bu kesimi dışlamak ana caddeyi arka sokaÄŸa çevirmektir ve bunu yapanlar sadece Ehl-i Sünnet’e deÄŸil bizzat Ä°slamiyet’e büyük kötülük etmektedir.
 
Yörünge Dergisi

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.