Ä°ÅŸte Mehmed Akif'in Asr Suresi Tefsiri
1982’de ilk sayısı çıkan Lale Mecmuası, ilk sayısında okuyucularına Mehmed Akif’in Asr Suresinin tefsirini, bir ek olarak vermiş. Biz de Akif’in bu kıymetli tefsirini alıntılıyoruz.
1982’de ilk sayısı çıkan Lale Mecmuası, ilk sayısında okuyucularına Mehmed Akif’in Asr Suresinin tefsirini, bir ek olarak vermiÅŸ. Biz de Akif’in bu kıymetli tefsirini alıntılıyoruz.
Asr Suresi
Bismillâhi’r Rahmâni’r Rahîm
Velasrı
Ä°nne’l-insâne lefî husrin
Ä°llel-lezîne âmenû ve amilu’s sâiihati ve tevâsav bi’i-hakkı ve tevâsav bi’s-sabr.
Meali
Asr’a kasem ederim ki, insan muhakkak ziyandadır. Ancak îmanı olan kimselerle âmal-i sâlihada bulunanlar, bir de birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyanda deÄŸildir.
Tefsiri:
Müreccah olan kavle göre bu sûre Mekkî’dir. Öyle rivâyet ederler ki, Ä°mam Åžafiî; “Kur’an nâmına yalnız bu sûre inmiÅŸ olsaydı, insanlara elverirdi; insanlar yalnız bu sûreyi teemmül etmiÅŸ olsalardı, onlara kâfi gelirdi” dermiÅŸ. Muhakkaktır ki, Ashâb-ı Kirâm’ın ikisi bir yere gelince, bu sûreyi biri diÄŸerine okumadan, diÄŸeri de ona selâm vermeden ayrılmazlarmış! Ashâbın bu âdeti, “teberrük” içindir, zannında bulunanlar, yanılıyorlar. Zira bu sûre-i güzîni okumaktan maksad, içindeki mânâları, husûsiyle hakkı, sabrı tavsiyede bulunmayı karşısındakine hatırlatmaktır. Tâ ki, arkadaşından ayrılmazdan evvel, onda bir hayırlı vasiyet, nasihat varsa onu kendisine celbetmiÅŸ olsun.
Hilkat âlemindeki eÅŸyâdan, yahut ÅŸuûn-ı kâinattan birine yemin etmek, Kitabullah’da câri olan âdet muktezâsıdır. Bundaki maksad ise, insanlara o cây-i kasem olan ÅŸeye ezelden beri mevdû olan hikmeti hatırlatmak, ÅŸâyed insanlar onda bir nevi ÅŸer tevehhüm etmiÅŸlerse, hatâ etmekte olduklarını; fenalığın, ÅŸerrin o eÅŸyada olmayıp; o eÅŸyayı kullananların, yâhut o sûrette îtikad edenlerin kendilerinde bulunduÄŸunu anlatmaktır.
Öyle dinler vardı ki, onlara sarılanlar gerek bu kâinatın, gerek onun ihtiva ettiÄŸi varlıkların kevn ü fesad olduÄŸunu, onun için hakîkî bahtiyarlık peÅŸinde koÅŸanlar için bunu hor görmek, bugünün nimetlerinden, zevklerinden, eÄŸlencelerinden kaçmak, nefislerini bu kevn ü fesad âleminin üstünde bir âleme ayırmak ve hasretmek gerekeceÄŸini zannederlerdi.
Kur’an, onların bu hususta tamâmile yanıldıklarını açıktan açığa bildiriyor. Allah’ın kitabında vârid olan kasemler, o gibi zanda bulunanların hatâlarını kendilerine bildirmek için ihtiyar olunmuÅŸ usul cümlesindendir. Yâni bu eÅŸyâ, hikmet-i ilâhiye’ye mazhariyet bakımından öyle bir mertebede bulunuyor ki, Cenâb-ı Hak onunla yemin ediyor; gûya ki, Cenâb-ı Hakk’ın tâzîmine arz-ı istihkak ediyor. Artık her ÅŸeyin hâliki olan ve bütün varlıkların varlığı, kendi vücûd-ı ezelîsi ile kaim olan Hallâk-ı Azîm’in ta’zîmine mazhariyet kadar büyük ÅŸeref olabilir mi?
Asır nedir?
Asır, zamanın malûm olan bir cüz’üdür ki, o da, konuÅŸan kimsenin baÅŸkalarile yaÅŸadığı müddettir. Ä°ster bu müddet senelerin sayısile takdir olunsun da, meselâ yüz sene densin, isterse mikdarı hiç tâyin olunmasın. Yahut öÄŸle ile akÅŸam arasındaki bildiÄŸimiz vakittir. Burada her ikisinin ihtiyârı, doÄŸru olabilir. Ä°nsanlar, evvelkine sövüp saymayı âdet etmiÅŸlerdir. Evet, herkes bulunduÄŸu asırdan müÅŸtekidir. Sırası geldikçe “bu asır, cehâlet asrıdır, alçaklık, mürüvvetsizlik asrıdır” der. Hayra dâir murad ettiÄŸi ÅŸeylerin kâffesıni de, kendisinden asırlarca evvel geçmiÅŸ olan zamana isnad eder. Onun için Cenâb-ı Hak “asır” namına yemin etmek sûretiyle bu itikadın kalplerden silinmesini, insanlar tarafından hor görülen bir mâhiyetin ta’zîme lâyık sayılmasını murad ediyor.
Ä°kinci mânâya göre ise, asır gerek KureyÅŸ’e, gerek ÅŸâir kabilelere mensub olan iÅŸsiz bir takım Arapların Harem’de, yâhud ÅŸâir mahallerde toplanıp gıybet gibi, ötekini berikini maskaraya almak için hiç faydası olmayan ÅŸeylerle uÄŸraÅŸtıkları zaman olduÄŸu için, zihinlerde bu zamanın fena bir zaman olduÄŸu, ÅŸerden baÅŸka bir iÅŸe yaramadığı zannı iyice yer etmiÅŸti. Ä°ÅŸte Cenâb-ı Hak bu fenalığın zamanda olmayıp kendilerinde olduÄŸunu, yoksa o zamanın yerleri, gökleri yaratan Hâlık’a, cây-i kasem olacak derecelerde ÅŸeref sahibi bulunduÄŸunu, onun için bu vakti, o vaktin ÅŸânına yakışacak surette yaÅŸamak, ulvî iÅŸlerle geçirmek, kötü iÅŸler yüzünden uÄŸrayacakları ziyandan bu suretle kurtulmak lâzım geleceÄŸini beyan buyuruyor.
Hüsran nedir?
Asır kelimesi iki mânâdan hangisine alınırsa alınsın, buradaki kasem, Cenâb-ı Hakk’ın bize îrâd etmiÅŸ olduÄŸu bir hakikati belirtmek için vârid olmuÅŸtur ki, o hakikat de insanın hüsran içinde bulunmasıdır. Bu bir haberdir ki, te’kîde muhtaçdır. Zîra halkın bir çoÄŸunun zannına göre bu sûrede istisna edilen a’mâlin, ahvâlin haricinde öyle iÅŸler vardır ki, hiç de hüsrânı mûcip deÄŸildir. Hattâ bunların inanışına göre, îman saadeti denilen, fazilet denilen kayıtlardan vâreste kalmak; fikir hürriyeti, fiil hürriyeti nâmı altında hiç bir fenalıktan, hiç bir fuhuÅŸtan geri kalmamak, ukbâda helâki mucib olsa bile, dünyada nefsin hiç bir hazzını diriÄŸ etmemek ile olurmuÅŸ! Yine bu inanışa göre, milletler içinde öyleleri varmış ki, ferdleri heveslerine kapılmak, ihtiraslarına esir olmakla beraber servet kazanmaÄŸa devam ettikçe, kuvvet ve kudret sahibi olmak için her çareye baÅŸ vurdukça, mes’ud olmaktan geri kalmıyorlarmış!.. Ä°ster bu adamlar îman etsinler, ister etmesinler, ister doÄŸru dürüst iÅŸler iÅŸlesinler, ister iÅŸlemesinler; ister birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye etsinler, ister etmesinler, müsavi imiÅŸ!..
Bu zannı besleyenlerin sayısı her vakit ve her yerde sayılamıyacak derecede çoktur.
Fakat Kur’ân-ı Kerîm’in telâkkisine göre, bu hatt-ı hareket, hüsrandır. “Husr” lûgatda “dalâl, helâk, noksan” mânâlarına gelir. Yapmış olduÄŸu iÅŸin insana getirdiÄŸi her ÅŸer, husurdur. Hüsran ve hasâret de bu mânâyadır. Zîra insan o iÅŸiyle bir faide peÅŸinde koÅŸuyordu. Halbuki, netice böyle zuhur etmiyerek, sa’yi kendisini istediÄŸinden mahrum bıraktığı, bilâkis çekindiÄŸini başına getirdiÄŸi için, hüsrana uÄŸruyor. Yâni, maksadı yolunda dalâle uÄŸramış, nefsinin arzûsunu tatmin husûsunda noksanlık göstermiÅŸ, fakat peÅŸinde koÅŸarken yorgunluÄŸa uÄŸramış oluyor. Sana elem veren, seni mahrum bırakan, canının sıkıntıya uÄŸramasına, kalbinin ıztırap duymasına sebep olan her ÅŸey, aradığın zevk için bir noksandır.
Sen kalbe huzur verecek, maiÅŸetini refâha kavuÅŸturacak bir iÅŸ iÅŸler de, bilâkis ıztıraba düÅŸersen; kasdında dalâla, sa’yinde hüsrâna uÄŸramış olursun. Âyetdeki hüsran ise mutlaktır. Dünyevî veya uhrevî kaydile mukayyed deÄŸildir. Sûrede anlatılan vasıfları hâiz olmayan her mükellef için, gerek bu fâni hayatta, gerek onu tâkîb edecek bâkî hayatta hüsrandan bir hisse vardır. Zîra, yukarda söylediÄŸimiz gibi, sûre Mekkîdir. Mekkî sûrelerdeki hitap ise, bir çok âyetlerde umûmîdir.
Ä°man nedir?
Bu sûredeki îman da mutlakdır ve hiç birÅŸey ile mukayyed deÄŸildir. Bununla beraber, mûhatapların anladığı mânâdadır, îmanı, umuma karşı hitâba en mülâyim ÅŸekilde tarif için ÅŸöyle demelidir: îman, nefsin hayır ve ÅŸerrin, fazilet ile rezîletin arasındaki farkı yakînen anlaması; bu varlık âlemi üzerinde hayra razı olan, lâkin ÅŸerre razı olmayan, fazileti isteyen, lâkin rezîleti istemeyen mutlak bir vücûdun nigehban olduÄŸunu yine o itminân ile bilmesi, mahlûkatı arasından dilediÄŸini esrar-ı Ä°lâhîsinden bâzısına mahrem ederek, bu mümtaz insanları, ÅŸâir insanlara doÄŸru yol göstermek, kalplere fâsid heveslerin ve ihtirasların nasıl girebileceÄŸini, akıllara saÄŸlam delillerin her yol ile eriÅŸebileceÄŸini bildirmek, vazifesi ile mükellef tutmuÅŸ olması da, o Vâcibü’l-vücûd’un rahmet eserlerinden olduÄŸuna îtikad etmesidir. Tâ ki beÅŸer, o sahih delillere yönelsin, o tarîk ile kendisine telkîn olunan hakîkatları iyi karşılayarak kabul etsin; kalbinde fâsid heveslere karşı açık duran menfezleri kapasın, o gibi fâsid ihtirasların, ilerde beklenilecek sirayetine karşı da, kat’î ebedî bir azim ile müdafaada bulunsun.
Yoksa îman, umumiyetle sanıldığı gibi, aklın vicdanın dahli bulunmaksızın, sırf taklidden ibâret olduÄŸu halde kabul olunan mücerred mâhiyet deÄŸildir. Bu çeÅŸit îman, peygamberlerin peygamberliÄŸini gerçek saymış bir çok milletleri hüsrandan kurtaramamıştır.
Asıl îmandan maksad, rûhun itminanına, ruhî kuvvetlerin îtikadları benimsemesine baÄŸlı olan îmandır. “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberine inanmış, sonra hiç bir veçhile ÅŸüpheye düÅŸmemiÅŸ, Allah yolunda mallarile, canlarile savaÅŸmışlardır. Ä°ÅŸte gerçek kimseler bunlardır” âyeti bu hakîkati apaçık anlatıyor. Ä°nsanların, dünya ve âhirette ziyandan kurtuluÅŸu bu îmana baÄŸlıdır.
Ä°nsanların babalarından iÅŸiterek öÄŸrendiÄŸi, bir Müslüman çocuÄŸunun mânâsını, mâhiyetini anlamaksızın diline doladığı, hamiyet sevkîle müdafaasına kalkıştığı îmana gelince, bunun Allah nezdinde hiç bir deÄŸeri yoktur. Çünkü, herhangi dîne mensup bir kimse, bu ÅŸekilde yetiÅŸir. Allah nezdinde kabul olunan îman, ancak ruhun o itminanıdır ki, ruh onun sayesinde ulvî bir cevherin içine sindiÄŸini hisseder. Kalbin o itikadıdır ki, kalp içindeki mevkiini yine kalp takdir eder. Rûhu, hakîkî hayata kavuÅŸturan rûhu kemâle yükseltecek her ÅŸeyi hazırlayan îman, bu türlü îmandır. Ä°man olmadığı halde îman dedikleri ÅŸey ise, ruhları tahrib eden, insanları felâkete sürükleyen bir baÅŸ belâsından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.
“A’mâl-i sâliha” nedir?
Sûredeki a’mâl-i sâliha’ya gelince, akl-ı selimin reddetmediÄŸi o hayırlı iÅŸlerdir ki, herkese faydası dokunur, herkesin menfaatile hemâhenk olarak yapılır. Bunların bir kısmı, bütün mahlûkatına her türlü hayır ve iyiliÄŸi lütfeden Allah’a karşı arz-ı ÅŸükrânı ifâde eder. Dînin emrettiÄŸi ibâdetler gibi. Bir kısmı da, hayır yolunda malını fedâ etmek, muhtaç olanlara yardım etmek; yâhud verilen hükümlerde adaleti gözetmek, her hangi bir kimsenin zulme uÄŸramasına imkân vermemek gibi bir takım iyi hareketlerdir. Bir kısmı da emânet gibi, iffet gibi, insaf gibi, ihlas ve muhabbet gibi güzide sıfatların asıl kaynağından sâdır olan faziletlerdir.
Demek ki, ister bedene baÄŸlı bir zâhirî hareket ÅŸeklinde tecelli eden, ister rûha âid bir bâtınî vasıf ÅŸeklinde göze çarpan her ÅŸey a’mâl-i sâliha cümlesindendir. Nefis, mücâhede ile a’mâle alıştırılırsa, a’mâli benimser ve bunları îtiyâd eder. Dînin emrettiÄŸi hükümler, bu a’mâl çevresi içindedir. Onun için, kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin akıl yolile keÅŸfettikleri faziletler de bu a’mâl sırasına girer. A’mâl-i sâlihanın öyle esasları vardır ki, bütün insanlarca kabul edilmiÅŸ ve hepsi tarafından tanınmıştır ve onun için bunlar üzerinde ihtilâf vuku’ bulmaz. Bu yüzden, bu esaslar Kur’anda “mâruf” diye bahis mevzûu edilir ve zıdlarına da “münker” denilir. Yâni, “mâruf” olan esaslar akl-ı selimin kabul ettikleri; “münker” olanlar da, onun red ve inkâr ile karşıladıklarıdır.
“Tevâsı” nedir?
Tevâsı, iki ÅŸahısdan birinin diÄŸerine bir ÅŸeyi tavsiyede bulunmasıdır. Sûre-i ÅŸerife, müminlerin birbirlerine hakkı tavsiye ettiklerinden bahsediyor. Hak, bâtılın mukabilidir. Mânâsı hemen herkesçe mâlûm olmakla beraber, insanların çoÄŸu bu mânâyı cüz’iyâta hamlederek yanılırlar. Meselâ içlerinden biri kalkarak bâtıl olduÄŸu apâÅŸikâr olan bir bâtılı, hak sûretinde telâkki etmek ister. EÄŸer sûredeki hak kelimesi, tavsiye eden adamın telâkkisine baÄŸlı olmak lâzım gelseydi, o zaman mânâ ÅŸöyle olurdu: “Her biri, arkadaşına hak olduÄŸuna inandığı ÅŸeyi tavsiye eder ve o tavsiye ettiÄŸi ÅŸeyi kabul etmesini ister.” Halbuki birinin hak olarak tanıdığını ve tavsiye ettiÄŸini bir baÅŸkasının aynı ÅŸekilde tanıması ve onun hak olduÄŸuna kail olması beklenmiyeceÄŸine göre, o takdirde “tevâsı”, münâkaÅŸa ve mücâdeleye yol açar. Âyet-i kerîmenin istediÄŸi, bu deÄŸildir. Onun istediÄŸi, iki ÅŸahısdan her birinin diÄŸerinde, hak olduÄŸuna inanmış olduÄŸu ÅŸeyi araÅŸtırmayı tavsiye etmesi, onu hakkın delillerini bulmaÄŸa ve asıl hakka varmak için çalışıp çabalamaÄŸa teÅŸvik etmesidir. Åžâyed hakkı tavsiye eden adam, muhâtabının yaptığı araÅŸtırmada sapıttığını görürse, delil ikame ederek onu doÄŸru yola çevirecek, onun istidlâlde taksirini anlarsa onu ikaz edecek, iÅŸlerin iç yüzüne nüfuz etmeksizin dış yüzünde kaldığım hissederse, iç yüze nüfuz etmesini saÄŸlayacaktır. Fakat bu vazife yalnız bir tarafa âid deÄŸildir, iki taraf da birbirine karşı ayni vazifelerle mükelleftirler ve “tevâsı”nın mânâsı budur.
Hakkı Tavsiye
Birbirine hakkı tavsiye etmek a’mâl-i sâliha çevresi içindedir. Onun ayrıca adiyle, sanıyle zikrolunmasından maksad, hakkın ÅŸanını yükseltmek, onun baÅŸlı başına bir kurtuluÅŸ esası olduÄŸunu anlatmaktır.
Hakkı tavsiye eden bir adamın, kendi vasiyeti ile amel etmese de, bu vazifeyi yapmakla kurtulmuÅŸ olacağını ve kurtuluÅŸun yalnız tevâsı’ye baÄŸlı olduÄŸunu sanması yanlıştır. Çünkü “hakkı tavsiye eden kimse”den maksad, “hak üzere olan ve hakkı tavsiye eden”dir. Zâten baÅŸkasına bir ÅŸeyi tavsiye eden kimsenin, o ÅŸeyden en büyük payı almış olması gerektir. Yoksa bir iÅŸi lâyikiyle yapmayan ve lâyıkıyle yaptığı bir tarafından belli olmayan kimse, nasıl olur da baÅŸkalarını o iÅŸi yapmaÄŸa dâvet eder, yâhud dâvet etse de muvaffak olabilir? Kendileri “münker” olan ÅŸeylerden çekinmedikleri halde, insanları “mâruf” olan ÅŸeylere sevk etmek isteyenlerin, muvaffak olmaları ÅŸöyle dursun, insanları vardırmak istedikleri gâyeden büsbütün tiksindirirler. Kur’ân-ı Kerîm ise, ziyandan kurtuluÅŸu, evvelâ herkesin hak üzerinde olmasına, sonra o hakkı tavsiye etmesine baÄŸlamaktadır ve iÅŸin doÄŸrusu da budur.
Sabır nedir?
Sabır ise bütün güzide ahlâkın ana kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiÅŸ yerde zikrolunması, deÄŸerinin büyüklüÄŸünü gösteren bir delil olarak îrad edilir. Fakat bu sayıyı ileri sürmek, o kadar büyük bir fayda temin etmez. Bize lâzım olan nokta, Hak BuyruÄŸu’nun bu fazileti öÄŸerek, sabırlı kimselerin mutlaka muvaffak olacaklarım, mutlaka murada ereceklerini müjdelemesidir.
Sabır, rûhun o kudret kaynağıdır ki, hak yolunda dayanılması güç olan bütün mihnetlere katlanmak, nefsin hoÅŸlanmadığı bütün meÅŸakkatlere göÄŸüs germek, ancak onun sâyesinde mümkündür. Bütün beÅŸeri meziyetlerin kemâli, bu meziyete baÄŸlıdır. Bu seciyeden mahrum olmak, yâhud bu kudret kaynağından istifâde edememek, bir insan için en büyük felâkettir. Fertleri bu bakımdan zaafa uÄŸramış olan bir milletin, her ÅŸeyi zayıf olur ve bütün kuvvet kaynakları tükenir.
Bunu bir misâl ile izah edelim:
Milletlerin birine bakıyoruz, onu ilim bakımından geri görüyoruz. Sebebi nedir? Cehalet ile pençeleÅŸmekten ve onu yenerek ilim ile aydınlatmak için uÄŸraÅŸmaktan yüz çevirmektir. Ä°lim sahibi olmak ise, uzun uzadıya çalışmaÄŸa, bir çok sıkıntılara göÄŸüs germeÄŸe baÄŸlıdır. Bu çalışmayı ve bu gayreti göze alamıyanlar, yâni cehâlete karşı savaÅŸ açmaÄŸa dayanamıyanlar, mukallidlikle iktifâ ediyor ve karanlık içinde yaşıyorlar. Bunlar “sabır” faziletinden mahrum insanlardır. Bunlar ilim yolunda hiç bir meÅŸakkate göÄŸüs germemiÅŸ, hiç bir gayret sarf etmemiÅŸ oldukları halde, geçmiÅŸlerin gayretlerine kuru saygı göstermekle, onların gece gündüz çalışmış olduklarını anmakla kendi hareketsizliklerinin, gayretsizliklerinin kusurunu örtmüÅŸ olacaklarını sanıyorlar. Halbuki bunlar, geçmiÅŸlerine karşı hakîkî saygı beslemiÅŸ olsaydılar, onları kendilerine rehber sayarlar, onların tuttukları yolu tutarlar, araÅŸtırma yolunda katlandıkları yorgunlukların bir kısmına olsun katlanırlar, elhâsıl onlar gibi çalışırlar, çabalarlar, onların varamadıkları ÅŸâhikalara tırmanırlar ve böylece sabr dediÄŸimiz o yüksek meziyeti hâiz kimseler olduklarını isbât ederlerdi.
Milletleri bırakarak, fertlere bakalım:
Fertler içinde öyleleri vardır ki, bir ÅŸeyler öÄŸrenmek için çalışır ve öÄŸrenir. Fakat öÄŸrendiÄŸini baÅŸkalarına öÄŸretmeÄŸe tâkat getirmez. Yani sabredemez. Böylesi hakkında verilecek hüküm onun sabır faziletinden mahrum olduÄŸudur.
Yâhud bir talebe, mektebine bir sene veyâ iki sene devam eder, sonra tahsil güçlükleri yüz göstererek dersi bırakır, yâhud okuduÄŸunu anlamak hususunda gevÅŸek davranır, yâhud babası tahsil masrafını kısmak isteyerek oÄŸlunu kendisi için daha kârlı saydığı baÅŸka bir iÅŸe sürükler, oÄŸlu da ilim peÅŸinde koÅŸmaktan vaz geçerek cehâlet yoluna dalar. Bunların hepsi sabır ve sebat faziletinin zaafından ileri gelen kötülüklerdir.
Tamahkâr bir adamın bütün iÅŸi gücü, malını tutmak ve elinden çıkarmamaktır. Böylesi, bir çok hayırlı iÅŸler karşısında kaldığı halde, hepsinden yüz çevirir ve hiç birine de yardım etmek istemez. Böylece, vatanına ve milletine zulmetmiÅŸ, milletini hor görmüÅŸ olur. Bu adamın elini baÄŸlıyan sebebi araÅŸtıracak olursak, “sabr”ındaki zaaf derhal göze çarpar. Çünkü bu adam, vâhimesinde dolaşıp günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdid eden zarûretin korkunç hayâline karşı duracak derecede bir sabr’a, bir metânete mâlik olsaydı, kendini bu hırstan kurtarır ve milletine mutlaka faydalı olurdu.
Ä°srâfa dadanan bir adanı, keyfi uÄŸrunda bir çok ÅŸeyler heder eder. Hevesine baÅŸ eÄŸen bir adam, türlü türlü kepâzeliklere dalar, nihâyet günün birinde varı yoÄŸu biter, hâli fenalaşır, eskiden Ä°tibar sâhibi olduÄŸu halde sefâlete uÄŸrar. Bütün bunlara uÄŸramasının sebebi, nefsânî hava ve heveslerine mukavemet göstermemesi, yani sabredememesi, kendini uçurumlara yuvarlanmaktan alıkoyamamasıdır. Bu adam, nefsânî temayüllerine karşı sabır ve metânet göstermiÅŸ olsaydı, hem serveti elinden gitmez, hem kendisi de bu felâkete düÅŸmezdi.
Elhâsıl bütün rezâili saymak, hepsinin asıl sebeplerini araÅŸtırmak istemiÅŸ olsak, ya sabrın zaafında, yahut yokluÄŸunda karar kılarız. Bütün faziletleri de sayacak ve faziletlere kan ve can veren kaynağı araÅŸtıracak olursak, yine sabr’a varırız.
Mevkii bu derece yüksek olan bir fazilet, Hak BuyruÄŸu’nda anılmaÄŸa liyâkat kazanmaz mı?
Hak, ilmin medâr-ı hayatıdır. Ä°tminan onunla hâsıl olur. Ve akıl, onunla yakîn sâhasına varır. Sabır bütün faziletleri faaliyete geçirir, bütün kötülükleri def eder ve bütün iyiliklere varlık verir. Bu kadar kıymetli iki esas, insanların baÅŸarabilecekleri en deÄŸerli iÅŸler arasında, herhalde en fazla anılmaÄŸa lâyıktır. Çünkü herkesin dikkatini bunların üzerinde toplamak ve herkesi bilhassa bu iki esasa tutunmaÄŸa teÅŸvik etmek bu sâyede mümkün olur.
*
Åžimdiye kadar verdiÄŸimiz bu izahat, sûre-i celîle’de bahis mevzuu olan bütün esasları kısaca belirtmiÅŸ ve insanlar içinde hüsrandan kimlerin kurtulmuÅŸ olduÄŸunu açığa vurmuÅŸtur.
Bizim beyân etmiÅŸ olduÄŸumuz mânâya göre îman, insan ruhunun o tavrıdır ki; insan, bulunduÄŸu fena halden kurtulmak için o tavra yükselmiÅŸtir.
Ä°nsanların nefsi, ÅŸehvetlere düÅŸkünlük bakımından, hayvanlar gibidir. Bir farkı, geçmiÅŸteki bir zevkini hatırlamak, gözönüne getirmek, gelecekte duyacağı bir hazzı tasavvur edebilmektir. Bu yüzden, ülfet etmiÅŸ olduÄŸu lezzetleri elde etmek, istikbalde onları kat kat saÄŸlamak için gösterdiÄŸi hırs, hayvanların hırslarıyle ölçülmiyecek derecededir. Her nefis, heveslerinin ve hırslarının gözettiÄŸi zevki elde etmek için kuvvetlerini kullanır. BeÅŸerin her ferdi kendisi için lezzetli, yahut faydalı tahayyül ettiÄŸi her ÅŸeyi elde etmek, nâhoÅŸ, yâhud muzır saydığı bir ÅŸeyi mahvetmekten baÅŸka bir ÅŸey düÅŸünmezse, bundan büyük bir fenâlık tasavvur olunabilir mi? Çünkü bu takdirde, arzu ettiÄŸi bir ÅŸeyi baÅŸkasının elinde görünce, onu gasb için hücum edecek, yâhud kendisi için muzır saydığı ÅŸeyi ortadan kaldırmak için saldıracak.
Bir saldırganın tecâvüzünü önlemek için, hücuma uÄŸrayan ÅŸahsın kuvvetinden baÅŸka bir engel yok. Ä°çlerinden biri de hayrın, yâhud ÅŸerrin, faziletin yâhud rezîletin aslına astarına inanmıyor. Herkesin nazarında hazzı: HoÅŸ veya faydalı gördüÄŸü ÅŸeyden ibaret. Ama o ÅŸey baÅŸkası için fenâ, yahut muzır olmuÅŸ, kendisince müsâvî...
BeÅŸeriyetin hayır ile ÅŸerri ayırt edemediÄŸi devrini tasvir eden bu vaziyet, hayır ile ÅŸerri ayırd edememenin ne büyük bir mahrûmiyet ve ne büyük bir felâket olduÄŸunu vuzuh ile belirtmiyor mu? Bu vaziyetin en büyük hüsran olduÄŸu âÅŸikâr deÄŸil midir?
Hayr ile ÅŸerri ayırt etmek esâsına, ÅŸuuru lâhak olmayan her ferdin dalâletten, kötülükten hissedar olması pek tabiî olduÄŸu gibi, bu ferdin diÄŸer fertlerle olan muâmelâtında haksız davranacağı da muhakkaktır. Ama bu ferd hayr ile ÅŸerri ayırd edebilirse vaziyet deÄŸiÅŸir. BaÅŸkasına vereceÄŸi ezânın kendisine de ezâ getireceÄŸini anlar. Gitgide bu yüzden vicdan azâbı duymaÄŸa baÅŸlar.
Fakat hayr ile ÅŸerri ayırt etmek kâfi deÄŸildir. BeÅŸeri kurtaracak kuvvet, her bir hareket ve her bir amel kendisine müntehi olan o fevka’l-hayâl kudrete, o saltanat-ı kâhireye îman etmektir. Çünkü O’na iman etmeyen, mâsivanın O’na müsahhar olduÄŸunu anlamayan insanın gözü kör, basireti aksak, vehmi büyük ve güvendiÄŸi her ÅŸey sarsaktır. Böylesi, karşısında gördüÄŸü kuvvetlerin her birini, mevcudiyetinin kaynağı sanır; onun kendi hayatı üzerinde müessir olduÄŸuna zâhib olur. Sebebini anlamadığı bir ÅŸer kendisine isabet ederse, o karşılaÅŸtığı kuvvetlerden birini sebep olarak tahayyül eder; yâhud emeÄŸi olmaksızın kendisine bir hayr isabet edecek olursa, vâhimesi o hayr için körü körüne bir kaynak icad eder. Bu yüzden nazarında ilâhlar çoÄŸalır, her ÅŸeyin sebebini araÅŸtırmak ve bulmak yolu yüzüne kapanır ve bunun neticesi olarak, hayatına ait bütün iÅŸlerde güvenilmeÄŸe lâyık olmayan ÅŸeylere güvenir durur. Bu ise putperestliÄŸin alabildiÄŸine inkiÅŸaf etmesine, beÅŸer aklının bu yüzden bozuldukça bozulmasına ve insanlığın hüsrandan hüsrana uÄŸramasına sebebiyet verir.
Fakat gördüÄŸümüz bütün kuvvetlerin bir kuvvetten sâdır olduÄŸuna, o kuvvetin de bir irâdenin idâre etmekte olduÄŸu nizama tâbi’ olduÄŸuna îman eden kimse, karşılaÅŸacağı hayrın, yahut ÅŸerrin sebebine vâkıf oluncaya kadar araÅŸtırmalarda bulunmak ister, yâhud iÅŸi mukadder esbâba vardırmak her akıl için vâcib olduÄŸuna îtikad eden insan, ÅŸüphe yok ki, bu dalâlin ÅŸerrinden emin kalır ve kâinatta mevcut olan eÅŸyânın hepsi de gözüne müsâvî görünür; cümlesinin bir Allah’a âid olup, bu hususta hiç birinin diÄŸerine karşı bir imtiyâzı olmayacağını; arada bir fark varsa, husûsiyetler Ä°tibariyle olacağını yakînen anlar, bu sâyede kalbi her bakımdan sükûnete kavuÅŸur; birliÄŸine inandığı Allah’a karşı itimâdı artarak a’mâl ve ef’âlinde O’nun ezelî kanununu aÅŸmaz, esbâb ve müsebbibâtın tâbi’ olduÄŸu nizamdan ibret alarak huzur ve itmînân içinde yaÅŸar, kudret-i Ä°lâhiye hakkında anlayabileceÄŸi mertebeyi anladıktan sonra, hiç bir ÅŸeyden korkmaz olur.
Bu yüksek hikmetin insanlar arasında doÄŸru yolları gösterecek, ÅŸek ve ÅŸüphe perdelerini açarak müjdeciler ve peygamberler zuhurunu icap ettireceÄŸine inanmayan, o güzide varlıkların peygamberliÄŸini teyid eden delillere karşı göz yuman insan, bu mürÅŸitlerin irÅŸadından istifade olunmaksızın elde edilmesi güç, yahut büsbütün imkânsız bir takım bilgilerden, hakikatlerden mahrum kalır, hayatî meselelerin bir çoÄŸunu anlayamaz, ef’âlinin çoÄŸunda doÄŸru yolu göremez; hayra çalışmak isterken ÅŸerre düÅŸer, menfaat ümid ettiÄŸi yerden zarar görür. Acaba, bundan büyük bir ziyan olur mu?
Fakat Allah’a karşı îmanını, ÅŸu bizim beyan ettiÄŸimiz tarzdaki îmânını kaybeden adamın giriftar olacağı hüsranın ilk derekesi, kudret ve azameti bütün varlık âlemini sarmış olan Kaadir-i Mutlak’a tam îtimaddan doÄŸan azim kuvvetinden mahrum olmasıdır. Mahrum olacağı nimetin en hafif derecesi de, güçlüklerle karşılaÅŸtığı zaman, ruhun en büyük desteÄŸinden uzak düÅŸmesidir. UÄŸrayacağı ziyanın en nâçiz mertebesi ise, türlü türlü hava ve hevesler arasında ÅŸaÅŸkın kalarak yöneleceÄŸi doÄŸru yolu gösterecek bir rehber bulamaması, içinden çıkamayacağı karanlıklara düÅŸmesidir.
Hangi mahrûmiyet bundan daha büyük olur?
Fakat bu mahrûmiyet fertlere has deÄŸildir. Çünkü milletler de fertler gibi bu mahrûmiyete uÄŸrarlar.
A’mâl-i sâliha, en çok, saÄŸlam îmana baÄŸlıdır. Bununla beraber, halk içinde ÅŸu zannı da besleyenler var: Gûyâ, îman ef’âle tesiri olmayan, bâtında kalan bir hayâli, bir mücerred mâhiyeti ifade eder bir kelimedir! Yâhut, bir ÅŸahsın kendini diÄŸerinden ayırt etmek üzere edinmiÅŸ olduÄŸu îtikaddır. Bir müslümanın muvahhid olduÄŸuna, Hazret-i Muhammed’in ümmetinden bulunduÄŸuna îtikad ederek, ÅŸâir dinlere baÄŸlı olan kimselerden kendim ayırdığı gibi! Yâhut bir dine mensup olup, herkes gibi o dine ait olduÄŸu sanılan her ÅŸeye itikad etmekle beraber, kendini o dînin muktezasınca harekete mecbur görmemesi gibi! Böyle bir îman, sahibini hüsrandan kurtaramaz! Åžüphe yok ki, hüsrandan kurtulmak için amel-i sâlih lâzımdır. Bu yararlı iÅŸ ve hareketlerin ne olduÄŸunu yukarda anlattık. Bunları ihmal edenlere, gerek dünyada, gerek âhirette yüklenecek ziyan kadar büyük ziyan tasavvur olunamaz. Hüsrâna bu mânâyı verdikten sonra, o îmanı kaybedenlerin ve yararlı iÅŸ ve hareketleri terk edenlerin de hüsran içinde oldukları tavazzuh eder. Çünkü âyet-i kerîme, müminlerden olmayan ve yararlı iÅŸler iÅŸlemeyenlerin hüsran içinde olduklarını, apaçık bildiriyor.
Bunun ise hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun, hangi hâl üzere bulunursa bulunsun, bütün beÅŸere ÅŸâmil olduÄŸunda ÅŸüphe yoktur.
Sûre-i celîlede milletlerin de, fertlerin de ziyandan kurtuluÅŸunu temin edecek iki esas (îman ve a’mâl-i sâliha) zikrolunduktan sonra, iki esas daha vârid olmuÅŸtur ki, bunların her biri fertlerin el birliÄŸiyle gerçekleÅŸir. Bunlar, birbirine hakkı tavsiye etmek, birbirine sabrı tavsiye etmek! Tek fert, bunları tek başına edâ edemez. Çünkü “birbirine tavsiye” ancak müteaddid ÅŸahıslar tarafından yapılabilir. O halde sayıları ne kadar çok olursa olsun, milletin fertlerinden her biri tanıdığı ÅŸâir fertlere hakkı talep ve iltizam ile, her iÅŸte sabr ve metanet dairesinde hareket ile vasiyette bulunmadıkça hüsrandan kurtuluÅŸ yoktur. EÄŸer tek bir ÅŸahıs bu vazifeyi îfâ eder ve baÅŸkasına vasiyette bulunur, lâkin baÅŸkaları onun îfâ ettiÄŸi bu vazifeden geri durursa, cümlesine behemehal dünyada hüsran gelecektir. Zîra bir milletin en büyük kısmı, haktan ve herkesi hakka çağırmaktan yüz çevirir ve kalplerdeki sabır ve metânet zaafa uÄŸrarsa, ÅŸüphe yok ki, o millet bâtılın istilasına uÄŸrar; o milletin azmi körleÅŸir, hâli fenâlaşır ve böylece kendisi izmihlâl uçurumunu boylamış olur. Dünyada bu böyledir. Âhirete gelince, orada ziyan, yalnız vazifesini yapamayana, yâhut kendisine hak ve sabır tavsiye olunduÄŸu halde, bu tavsiyeyi dinlemeyene ve kabul etmeyene âid olur. EÄŸer tavsiyede bulunan adam, sözünün dinlenmesi için muhtaç olduÄŸu vasıtaları elde etmez de, muhâtabının adem-i kabûlü, kendisinin nasihat hususunda tuttuÄŸu yoldan ileri gelirse, yani o nasihatları baÅŸka bir suretle anlattığı takdirde kabul etmesi ümid olunursa, o zaman âhıretteki hüsrandan onun da hissedar olması lâzım gelir.
Kötülüklerin alabildiÄŸine yayıldığını gördükleri halde, ağızlarını açmayan, kötülüklerin önünü almak için hiç bir harekette bulunmayan bir millet, hangi kurtuluÅŸa lâyık olabilir? Kötülükler ise, fertlerin bozulmasına ve milletlerin çökmesine sebep olur.
Birbirine hakkı tavsiyeye, birbirine sabrı tavsiyeye iki esas dahil oluyor ki, biri mârûfu emir, diÄŸeri münkeri nehiydir. Zîra hak ile vasiyette, hakka davette bulunan adam bâtıldan nehy etmedikçe bu vazifeyi tamâmile îfâ etmiÅŸ sayılmaz. A’mâl-i sâlihanın güçlüklerine sabr ile tavsiyede bulunan adam a’mâl-i rezîlenin kötülüklerini, güzel iÅŸlerin bırakılmasından husule gelecek neticeleri anlamadıkça ve göstermedikçe maksada varamaz. Fertlerinden her biri elinden geldiÄŸi derecede bu farzı eda etmeyen bir millet için, dünya ve âhirette ziyandan kurtulmaÄŸa imkân yoktur.
Hüsrandan kurtulmak isteyen her millete ÅŸu farzı eda etmek vâcibdir: O da, hayrı tavsiye etmek, ÅŸerden korunmak, yahut birbirine hakkı, birbirine sabrı tavsiye etmek.
Åžayet bir millet ahlâkça uÄŸradığı alçalmalar yüzünden hayr namına, hak namına vuku bulan tavsiyeleri kötümsüyor, yahut herkesi hayra davet etmek hususunda gevÅŸeklik göstermeyi tercih ediyorsa, bu hal o milleti dünyada zillet, esâret ve izmihlâle, âhirette azâba sürükler.
Bir millet, bu yolda gevÅŸeklik gösterdiÄŸi halde, onun ıslâh edilemiyeceÄŸine inanarak ortalıktaki fenalığa yalnız kalben bûÄŸzetmek suretiyle, dünyadaki hüsrandan olmasa bile, uhrevî hüsrandan kurtulacağına kâil olmak, hiç bir kimse için câiz olmaz. Gerçi, bugünkü Müslümanlardan bir kısmı, bilhassa din âlimleri buna zâhib olmaktadır. Fakat, bu zehablarında pek büyük hatâ ediyorlar. Çünkü bunların vazifesi, kendilerinden yüz çevrilse de, baÅŸka ne yapılsa da, halkı irÅŸâd etmek ve ziyandan kurtulmanın yolunu göstermektir. Onun için, bu vazifeyi baÅŸarmaktan kaçınmaÄŸa imkân yoktur. Åžu var ki, gerek ulemâya, gerek ulemâdan görünenlere bu vazifeyi edâ için hâlin, zamanın bütün icaplarını, her milletin husûsiyetlerini nazar-ı dikkate almaları, söz söylemenin usûlünü öÄŸrenmeleri, söz söyleyebilmeleri için milletlerin tarihini, milletleri yükselten ve alçaltan âmillerin mâhiyetini öÄŸrenmeleri, ahlâk ilmine, rûhiyat ilmine vâkıf olmaları, elhâsıl “bâtıl fikirler akıllara nasıl yol bulur, akıl ile hakkın arası nasıl bulunur, insanlar ÅŸerden nasıl korunur, hayra nasıl cezbedilir?” gibi bütün incelikleri bellemeleri ve ona göre insanlara hitab etmeleri lâzımdır. Bunları öÄŸrenmeden halka karşı söz söylemeÄŸe teÅŸebbüs ettikleri takdirde, halka bir ÅŸey öÄŸretemiyecekleri için, halkın vebâlini yüklenmiÅŸ olurlar. Bunların, âciz olduklarını söylemeleri de bir fayda temin etmez. Zîrâ bunlar dedikodu ile, elfaz münakaÅŸası ile o kadar vakit kaybediyorlar ki, kayıp ettikleri bu vakit, müsbet ilimleri tahsil etmelerine fazlasile kâfi gelir Bunlar da, eski büyükler gibi, ilim tahsiline çalışırlarsa Allah da onlara yardım eder. Halbuki, böyle yapacaklarına lüzumsuz bir takım tahayyüllere dalarak, vakit kaybediyor; sonra acz iddia etmekle, vebalden kurtulmayı umuyorlar. Bunlar mâzeretlerinin kabul olunmasını deÄŸil, baÅŸlarına bir belânın gelmesini beklemelidirler.
Bu belâdan kurtulmak isteyenler, gösterdiÄŸimiz tarzda çalışmalı, uÄŸraÅŸmalı ve bu sûrenin anlattığı dört esâsa sarılmalıdırlar. Çünkü bu dört esas, insanların bahtiyarlığını temine kâfidir.
LÜGATÇE
A’mâl : Emeller, istekler.
A’mâl-i sâliha : Faydalı iÅŸ ve hareketler.
Arz-ı istihkak etmek : Hak kazandığını belirtmek Ashâb-ı kiram : Hz. Muhammed’in arkadaÅŸları Cây-i kasem : Yemine sebep olan ÅŸey.
Dalâl : Sapıklık.
Diriğ ; Esirgeme, kıyamama.
Ef’âl : Fiiller, iÅŸler.
Esbâb : Sebepler, gerekler.
Fevka’l-hayâl : Hayâlüstü olan.
Gıybet : Dedikoduculuk.
Halik : Yaratan, Hâlkeden, Allah.
Hallâk-ı Azim : En büyük Yaratan.
Ä°htiyâr : Seçilmesi serbest olan.
Ä°stidlal : (Delâlet’den), bir delile göre sonuç çıkarma. Ä°tminan : Emin olma, inanma, kesin bilme.
Kaadir-i Mutlak : Mutlak kudret sahibi olan Allah. Kevn ü fesâd : Olma ve bozulma hâli
MaiÅŸet : YaÅŸayış, yaÅŸama, yaÅŸamak için gerekenler. Mâsiva : Allah’dan gayrı bütün varlıklar.
Mekki : Mekke’de nâzil olan.
Mevdû : Emânet edilen.
Muktezâ : Gereken, gereÄŸi.
Muvahhid : (Vahdet’den) Allah’ın birliÄŸine inanan. Müreccah : Tercih olunan.
Müsahhar : (Sihr’den), büyülenmiÅŸ, büyü ile aldanmış. Müsebbibât : (Sebeb’den), sebeb olanlar.
Nigehban : Gözcü.
Sa’y : Çalışma, emek.
Sûre-i güzîn : Seçme sûre.
Åžuûn-ı kâinat : Kâinattaki vak alar.
Ta’zîm : Saygı gösterme.
Teberrük : Mübârek ve uÄŸurlu saymak.
Teemmül : Derin düÅŸünmek.
Te’kîd : SaÄŸlamlaÅŸtırma, pekiÅŸtirme.
Vücûd-ı ezeli : BaÅŸlama noktası olmayan varlık.
Not: Bu esere Åžehir Üniversitesi’nin eriÅŸime sunduÄŸu Taha Toros ArÅŸivi'nden ulaşılmıştır.
Alıntılayan: M. Murtaza Özeren
Henüz yorum yapılmamış.