Özel / Analiz Haber
Ahmet Hamdi Tanpınar: Çok defa düşünürüm: Bâkî ile Sinan acaba dost oldular mı?
Çok defa düşünürüm: Bâkî ile Sinan acaba dost oldular mı? Süleymaniye’nin yapıldığı yıllarda Bâkî yirmi beşle otuz arasında genç bir molla idi. Bir yıl kadar da Süleymaniye binalarının inşasına nezaret etmişti. Kim bilir, belki de Türkçe’yi o kadar kudretle bükmesini burada, nizamını yakından bilmediği bu sanatın gözü önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre öğrenmiştir. 1572 de, hocası ve hâmisi Kadızade ile Halep’ten döndüğü zaman elbetteki ilk Cuma namazını, bir vakitler temellerine, sütunlarına, şaşırtıcı mihrabına, Evliya Çelebi’nin kendisine has buluşu ile genişliğini, mermer döşemelerinin beyazlığını, “harem-i beyaz”, “ak yayla” diye anlatmaya çalıştığı be billûra benzettiği avlusuna, zafer kasidesi kapılarına uzun uzun bakmıştı. Belki de bütün imparatorluğun gururu olan mimara koşmuş, ellerine sarılmış;
“-İlâhi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının âhengini hepimizin imanıyla beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil’atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami yaptırmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin.” Demiştir. Hayır, elbette ki Bâkî böyle şişkin, böyle taklit dille konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duaya benzer şeyler söylemiştir.
Kanunî Boğaz’da veya Haliç’te sık sık yaptığı gezintilere Bâkî’yi beraber götürürmüş. Efendisi için o muhteşem mersiyeyi yazarken, belki de bu gezintilerden dönüşlerinde, Hisar’ların kilidini aştıktan biraz sonra, yahut Sütlüce’den uzaklaşır uzaklaşmaz karşılarına çıkan ve bir daha ufuktan ayrılmayan Süleymaniye’yi düşünmüş, onun uçmaya hazır, gergin kütlesini bir örnek gibi almıştı. Şiirimizde gerçekten mimarî konstrüksiyon bu manzume ile başlar.
Üsküdar’da, güzelliğini Yahya Kemal’den tanıdığımız Eski Valde Camii Sinan’ın son eserlerindendir. Yahut hiç olmazsa plân ve ilk inşaat onundur. Bu cami ve etrafı, hayrata yapılan ve manzarayı bir tarafından kapayan ilâvelere rağmen hâlâ Türk İstanbul’un en güzel köşelerinden biridir. Bu camide semt ile çok iyi anlaşan bir kendi içine çekiliş vardır. Camii, İkinci Selim’in çok sevdiği karısına bir hediyesidir. Fakat saltanat âdâbı karısının adını söylemeye mâni olduğu için, ondan “Ferzend-i ercümend oğlum Murad tâle bekauhû vâlidesi seyyidetü’l-muhaddarât ilâ-âhirihî dâmet ismetühâ cânibinden Üsküdar’da binâ olunacak” diye bahseder. Bu hicabı beğenmemek kabil değil. İkinci Selim, “Kıdvetü’l-emâcid ve’l-ekârim Sinan zîde mecduhû” diye onu över. Bâkî, Sokullu, Sinan, Piyale Paşa, Kılıç Ali Paşa, Hüsrev Paşa: İşte bu fâni dünyada babasından İkinci Selim’e kalan miraslar.
Sinan bir ananeyi tek başına tüketen, kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır. Yunan heykelinde Fidias, Rönesans’ta Mikelanj ve Palladio, birkaç neslin birbiri ardınca sarfedeceği gayretlerle ve arada sanat lâyıkıyla benimseyebilmek için muhtaç oldukları o zaman fasılasıyla elde edilmesi gereken şeyleri nasıl tek başlarına tüketmişlersen, o da mimarîmizin büyük imkânlarını kendi ömründe öyle harcar. Onun içindir ki çırakları arasında en mesutları Hindistan’a çağrılanlar oldu. Ancak onlar yeni bir iklimde ve bizimkilerden arı geleneklerin arasında kudretlerinin tam ölçüsünü verdiler. Hattâ bu yer değiştirme sayesinde Sinan’dan önceki mimarlığımızı daha rahat hatırladıkları da söylenebilir.
Henüz yorum yapılmamış.