Yaşlı adam birden canlandı.
“Silindir şapkalar!” dedi. “Bunu söylemeniz çok ilginç. Aynı şeyi dün ben de düşünmüştüm, neden bilmem. Artık o şapkaları görmez olduk. İyice ortadan kalktılar. Son kez bir silindir şapkayı baldızımın cenazesin de kullanmıştım. Kesin bir tarih veremem, ama elli yıl önce olmalı. Elbette kiralamıştım, anlarsın ya!”
“Önemli olan şapkalar değil,” dedi Winston sabırla. “Asıl önemli olan, kapitalistler, onlar ve onların gölgesinde yaşayan hukukçular ve din adamları; yeryüzünün sahipleri onlarmış. Herşey onların yararına işlermiş. Sizler, sıradan insanlar, işçiler, onların kölesiymişsiniz. Size istediklerini yapabilirlermiş. Canları isterse kızlarınızla yatabilirlermiş. Sizi dokuz kuyruklu kırbaç denilen nesneyle dövebilirlermiş. Onlar geçerken şapkanızı çıkarmak zorundaymışsınız. Her kapitalist yanında uşaklarıyla dolaşırmış…” “Uşak!” dedi, “uzun zamandır duymadığım bir sözcük. Uşaklar beni eski dönemlere götürüyor. Eskiden birtakım sersemlerin söylevlerini dinlemek için Hyde Parka giderdim. Protestanlar, Katolikler, Yahudiler, Hintliler, hepsi vardı. adını hatırlayamadığım bir herif konuşurdu. Hepsinin hakkından gelirdi. ‘Uşaklar!’ derdi. ‘Burjuva uşakları! Varlıklı kesimin dalkavukları! Parazitler! Sırtlanlar! Evet onlara sırtlanlar derdi. İşçi partisinden söz ediyordu elbette.”
Winston apayrı şeylerden konuştuklarını fark etmişti.
“Benim öğrenmek istediğim şu,” dedi. “O zamanlar daha çok özgürlüğünüz olduğunu söyleyebilir misiniz? Eskiden, varlıklılar, baştaki insanlar…”
İhtiyar, “Lordlar Kamarası,” diye karıştı.
“Peki, nasıl isterseniz, Lordlar Kamarası olsun. Siz yoksul, onlarsa varlıklı oldukları için size ikinci sınıf yaratıklarmışsınız gibi davranabilirler miydi? Gerçekten onlara ‘efendim’ diye seslenmek ve geçerlerken şapkanızı çıkarmak zorunda mıydınız?”
Yaşlı adam derin düşüncelere dalmıştı. Karşılık vermeden önce birasının dörtte birini içti.
“Evet,” dedi, “şapkanızı çıkararak selâm vermeniz onları hoşnut kılardı. Onlara saygınızı gösterirdi bu. Buna karşı olduğum halde ben de kaç kez yapmışımdır. Zorunluydu insan…”
“Olağan mıydı -yine tarih kitaplarından aktarıyorum- bu adamların ve uşaklarının sizleri yaya kaldırımından itmeleri olağan mıydı?”
“İçlerinden biri bir kez itmişti beni,” dedi yaşlı adam. “Sanki dünmüş gibi belleğimde. Oxford-Cambridge kürek yarışı caddesindeydi, -geceleri kürek yarışlarına giderlerdi-, Shaftesburry Avenue’da birisiyle çarpışmıştım. Çok şıktı, beyaz kolalı gömlek, silindir şapka, siyah palto giymişti. Kaldırımda zikzaklar çizerek yürüyordu. Ben kazana çarpıverdim. ‘Önüne baksana,’ dedi. ‘Kaldırımı satın mı aldığını sanıyorsun?’ dedim. ‘Dayılanma, boynunu kırarım,’ dedi. Ben de, ‘Sen sarhoşsun, şimdi seni polise vereyim de gör,’ dedim. Şimdi inanmazsın, ama elini göğsüme dayayıp hızla itmez mi? Az daha geçen otobüsün altında kalıyordum. O zamanlar gençtim, ona bir tane indirecektim ama…”
Winston’ın içine bir umutsuzluk çöktü. Yaşlı adamın belleği bir sürü ipe sapa gelmez ayrıntılarla doluydu. Ağzından bir tek şey alamadan gün boyunca onu sorguya çekebilirdiniz. Parti tarih kayıtları belki bir anlamda doğruydu. Bir kez daha denedi.
“Belki ne demek istediğimi anlamadınız,” dedi. “Söylemek istediğim şu: Uzun süredir yaşamaktasınız, ömrünüzün yarısını devrim olmadan önce geçirdiniz. 1925’te bir yetişkindiniz. Hazırladığınız kadarıyla, 1925 yılında yaşantınızın şimdikinden iyi mi yoksa kötü mü olduğunu söyleyebilir misiniz? Eğer seçebilseydiniz, o zaman mı, yoksa şimdi mi yaşamak isterdiniz?”
İhtiyar adam dalgın dalgın ok tablasına bakıyordu. Birasını öncekinden daha yavaş bitirdi. Konuşmaya başladığında daha hoşgörülü ve felsefi bir havadaydı, sanki bira kendisini olgunlaştırmıştı.
“Ne söylememi beklediğinizi bilmiyorum,” dedi. “Keşke genç olsaydım dememi bekliyorsunuz. Çoğu kişi, onlara sorarsınız genç olmak istediklerini söylerler. Gençken sağlığınız, kuvvetiniz yerindedir. Yaşlandıkça her şey bozulur. Ayaklarım beni mahvediyor, böbreklerim berbat halde. Her gece sekiz on kere kaldırıyor beni. Ama yaşlılığın da yararları var. Kaygılanacak bir şeyiniz olmuyor; yaş ilerleyince. Kadınlarla işiniz bitiyor, bu büyük bir olay. İnanır mısınız, otuz yıldır kadın yüzü görmedim ben. Ne de görmek istedim.”
Winston sırtını pencereye dayamış oturuyordu. Konuşmayı sürdürmenin bir yararı yoktu. Tam bira almaya giderken, yaşlı adam ayağa kalktı ve ayaklarını sürüyerek odanın sonundaki pis kokulu tuvalete doğru yollandı. Fazladan içtiği yarım litre işini bitirmişti anlaşılan. Winston bir iki dakika kadar boş bardağa bakarak oturdu, ayaklarını kendisini yeniden sokağa sürüklediğini anlayamadı bile. ‘En çok yirmi yıl sonra,’ diye geçirdi içinden, basit, ama çok önemli bir soru olan ‘Devrimden önceki yaşantı şimdikinden daha mı iyiydi?’ sorusu sonsuza dek yanıtsız kalmaya mahkûm olacaktı. Aslında bu sorunun şimdi bile bir yanıtı yoktu; eskilerden kalan birkaç kişi, bir dönemi öbürüyle kıyaslayamadığına göre… Milyonlarca gereksiz ayrıntıyı hatırlıyorlardı: Bir iş arkadaşıyla ettikleri kavga, kayıp bir bisiklet pompasını arama, ölüp gitmiş bir kızkardeşin yüzündeki anlatım, yetmiş yıl önce rüzgârlı bir sabah kalkan toz bulutları. Oysa, ancak küçük olayları görebiliyorlardı, büyüklerini görmekten yoksundular. Bellekler işe yaramaz olduğu ve kayıtlar yalanlandığı zaman, Partinin yaşama düzeyini yükselttiği konusundaki savlarını kabul etmek gerekiyordu, çünkü bunları karşılaştırabilecek bir ölçü kalmamıştı ve olmayacaktı da.
O anda, daldığı düşünceden sıyrıldı. Durup çevresine bir göz attı. Birkaç dükkânın, evlerin arasına serpiştirilmiş olduğu dar bir sokaktaydı. Başının üzerinde, bir zamanlar yaldızlı olan, ama şimdi kararmış üç madeni top asılıydı. Burayı tanıyor gibiydi! Elbette! Burası günlük defterini almış olduğu ıvır zıvır dükkânıydı.
Ürperdi. Daha baştan, defteri satın almak bir yanılgıydı. Bir daha bu dükkânın yakınından geçmeyeceğine yemin etmişti. Ama dalınca, ayakları onu kendiliğinden buraya getirmişti. Günlüğüne başlamakla, intihar demek olabilecek bu tür güdülere karşı kendisini korumayı ummuştu. O sırada, saatin yirmi bire yaklaşmasına karşın, dükkânın hâlâ açık olduğu dikkatini çekti. Kaldırımlarda durmaktansa dükkâna girmenin daha az göze batacağı kanısıyla içeri girdi. Sorguya çekilirse, tıraş bıçağı aradığını söylerdi.
Dükkâncı, pek temiz olmayan, ama hoş bir koku saçan gaz lâmbasını yeni yakmıştı. Zayıf, iki büklüm, altmış yaşlarında bir adamdı, burnu uzun, gözleri kalın gözlüklerinin arkasında küçücük, saçı bembeyaz, buna karşılık kaşları gür ve siyahtı. Gözlükleri, yumuşak aceleci davranışları ve sırtındaki eski siyah kadife ceket, kendisine bir edebiyatçı, bir müzisyenmiş gibi belirsiz bir entelektüel hava veriyordu. Sesi kısılmış gibi yumuşacıktı, dili, proleterlerin çoğunluğuna oranla daha az bozuktu.
“Sizi kaldırımda dururken, tandım,” dedi. “Siz genç bayanın anı defterini alan bay değil misiniz? Kâğıdı çok iyiydi, kaymak kâğıt denirdi onlara. Elli yıldır bu tür kâğıt yapılmıyor diyebilirim.” Gözlüklerinin üstünden Winston’ı süzdü. “Sizin için yapabileceğim bir şey var mı? Yoksa yalnız bir göz atmak mı istediniz?”
“Geçiyordum,” dedi Winston, yavaşça, “uğrayayım dedim, özel bir isteğim yok.”
Öteki, “Böyle olması daha iyi,” dedi. “Sizi hoşnut edebilecek bir şey yok elimde.” Özür dilemek ister gibi yumuşak avuçlarını açtı. “Gördüğünüz gibi, dükkân boş gibi. Aramızda kalsın, ama antika ticareti diye bir şey kalmadı. Ne almak isteyen var, ne de elimizde mal. Mobilya, porselen, kristal eşya, hepsi kırılmış dökülmüş durumda. Madeni eşyaların çoğu da eritildi zaten. Bir pirinç şamdan görmeyeli çok uzun zaman geçti.”
Aslında, ufak tefek dükkân, rahatsızlık verecek kadar doluydu, ama en ufak değeri olan, tek bir eşya bile yoktu aralarında. Duvarlar boyunca, sayısız tozlu resim çerçevesiyle dolu olduğundan içeri adım atacak yer yoktu. Vitrine tepsiler içinde civatalar, somunlar, demir eşyalar, kırık çakılar, işlemeye niyeti bile olmayan parlak saatler ve başka bir yığın ıvır zıvır sıralanmıştı. Yalnız köşedeki küçük bir masada sergilenen eşyalar cilâlanmış enfiye kutuları, broşlar ve buna benzer ufak tefek şeyler arasında ilginç bir şey çıkma olasılığı vardı. Winston masaya doğru yönelirken, lâmba ışığında hafifçe parıldayan yuvarlak, cilâlı bir şey çarptı gözüne. Durdu, eline aldı. Bir yanı yuvarlak, bir yanı düz, yarım küre biçiminde ağır bir cam parçasıydı bu. Camın renginde ve biçiminde garip bir yumuşaklık vardı, sanki bir yağmur damlası gibi. Tam ortasında, içinde, kavisli yüzeyin büyüttüğü, bir güle ya da denizyıldızına benzer garip, pembe, kıvrımlı bir nesne vardı.
Winston büyülenmişti sanki. “Bu nedir?” diye sordu.
“Mercandır o,” dedi yaşlı adam. “Hint Okyanusundan gelmiş olmalı. Camın ortasına yerleştirirlerdi. Yapılalı en azından yüz yıl olmuştur, görünüşüne bakılırsa belki de daha fazla.”
“Güzel bir şey,” dedi Winston.
“Güzeldir,” dedi öteki, değerini bilerek, “Ama bunu değerlendirebilecek pek az insan var günümüzde. “Öksürdü, “Eğer satın almak isteseydiniz size dört dolar amal olurdu. Eskiden olsa böyle bir şey en azından sekiz sterlin ederdi, sekiz sterlin de, şimdi ne karda olduğunu bilemeyeceğim, ama epey paraydı. Ama bugün, bu tür ince antika işleme, tek tük kalmış olmasına karşın kim değer veriyor ki artık?”
Winston hemen dört doları verip sahip olmayı çok istediği bu cam küreyi cebine indirdi. Bunun güzelliğinden çok, farklı bir döneme ait olması etkilemişti onu. Yumuşak, yağmur damlasına benzeyen bu cam parçası şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemiyordu. Çok ağır olmasına karşın, neyse ki cebinde şişkinlik yapmıyordu, başını derde bile sokabilirdi. Eski, hatta biraz güzel olan her şey kuşku uyandırırdı. Yaşlı adam dört doları aldıktan sonra gözden kaçmayacak kadar neşelenmişti. Winston onun iki ya da üç doları bile kabul edeceğini düşündü.
“Belki görmek istersiniz, bir oda daha var yukarıda,” dedi.
“İçinde pek fazla bir şey yok, bir iki parça bir şey. Yukarı çıkacaksak bir lâmba alayım.”
İkinci bir lâmba yaktı ve öne düştü. Dik ve aşınmış merdivenlerden çıkıp dar bir holden geçerek, sokağa değil de taş döşeli bir avluya ve bir bacalar ormanına bakan bir odaya geldiler. Winston, eşyaların, sanki oda hâlâ kullanılıyormuş gibi yerleştirilmiş olduğunu fark etti. Yerde bir yolluk, duvarlarda birkaç resim, şöminenin yanında tik tak edip duruyordu. Eski model bir saat, şöminenin yanında tik tak edip duruyordu. Pencerenin altında, odanın hemen hemen dörtte birini kaplayan, üzerinde şiltesi bile olan kocaman bir karyola vardı.
Yaşlı adam özür diler bir tavırla, “Karım ölene kadar burada yaşadık,” dedi. “Şimdi mobilyaları tek tek satıyorum. Örneğin şu, güzel maun bir karyoladır, daha doğrusu içindeki tahtakuruları temizlenirse, güzel bir karyola olur. Ama korkarım bu size hantal gelir.”
Bütün odayı aydınlatması için, lâmbayı başının üzerinde tutuyordu ve sıcak, kısık ışık altında oda şaşılacak derecede çekici görünüyordu. Tehlikeyi göze alırsa, odayı haftada birkaç dolara kolayca kiralayabilirdi. Bu, olanaksız, çılgınca bir düşünceydi, aklından geçer geçmez unutulması gereken bir şey, ama böyle bir odada, şöminenin yanında, ateşte çaydanlık, ayakları ızgaranın üzerinde, bir koltukta oturmak ne kadar keyifli olurdu. Yapayalnız, güvenli, ne bir gözetleyen, ne bir izleyen olurdu sizi, yalnızca çaydanlığın fokurdaması ve saatin dostça tıkırdaması. Sanki bütün bunları daha önce yaşamış gibi hissetti kendisini.
“Tele ekran yok!” diye mırıldanmaktan kendini alamadı.”
“Evet, o tür şeylerden bulundurmayı hiç düşünmedim. Çok pahalı. Nedense hiç de gereksinim duymadım. Bakın şu köşedeki ne güzel bir masadır. Yalnız kanatlarından yararlanmak isterseniz eğer, yeni rezeler takmanız gerekecek.”
Başka köşede bir kitaplık vardı ve Winston oraya yanaşmıştı bile. İçinde, değersiz bir yığın kitaptan başka bir şey yoktu. Her yerde olduğu gibi, yoksul kesimlerde de, kitapların aranması ve yok edilmesi titizlikle yapılmıştı. Koca Okyanusya’da 1960 yılından önce basılmış bir kitaba rastlamak olanaksızdı. Yaşlı adam, elinde lâmba şöminenin öbür yanına asılmış, gül ağacından çerçevesi olan bir resmin önünde duruyordu.
“Eğer eski baskılar ilginizi çekiyorsa,” diye başladı kibarca.
Winston resmi incelemek için oraya yöneldi. Dörtköşe pencereleri ve ön yüzünde küçük bir kulesi olan yumurta biçimli bir yapının çelik kakmasıydı, resim. Çevresindeki parmaklıklar, arkasında da heykele benzer bir şey vardı. Winston bir süre resmi inceledi. Heykeli hatırlamıyordu, ama yine de resim bir şeyler çağrıştırıyordu ona.
“Çerçeve duvara vidalıdır,” dedi yaşlı adam, “ama dilerseniz çıkarabilirim.”
“Bu yapıyı tanıyorum,” dedi Winston, sonunda. “Şimdi bir yıkıntı durumunda. Adalet sarayının bulunduğu caddenin ortasında duruyor.”
“Doğru, adliyenin dışında. Birkaç yıl önce, bombalanmıştı. Bir zamanlar kiliseydi. Adı St. Clemens Danes’di.” Sanki saçma bir şey söylediğinin farkındaymış gibi, gülerek ekledi: “Portakal der, limon der St. Clement’in çanları.”
“O da nedir?” diye sordu Winston.
“Şey… Portakal der, limon der. St. Clement’in çanları, diye ben küçücük bir çocukken söylenen bir tekerleme. Devamını hatırlamıyorum, ama sonu şöyleydi: ‘Seni yatağına götürmeye bir mum geliyor, başını kesmeye bir cellât geliyor.’ Bir çeşit danstı bu. Kolları kaldırır altından geçerdik ve kolları aşağıya indirerek, geçenleri yakalardık. Kilise adlarını sayardık, elbette belli başlı olanlarını.”
Winston kiliselerin hangi çağa ait olduklarını hatırlamaya çalıştı. Londra’daki yapıların hangi çağa ait olduklarını kestirmek zordu. Büyük ve etkileyici olan ve görünüşte oldukça yeni olan tüm yapıların, devrimden sonra yapıldıkları ileri sürülürdü, daha eski bir tarihe ait yapılırsa ortaçağ denilen bir döneme bağlanırdı. Kapitalizmin egemen olduğu dönemlerdeyse, bir değeri olan hiçbir şey yapılmadığı söylenirdi. Nasıl kitaplardan tarih öğrenilemiyorsa, mimari yapılardan da öğrenilemiyordu. Heykeller, yazıtlar, anıtlar, caddelerin adları, geçmişe ışık tutabilecek ne varsa, hepsinin adları değiştirilmişti.
“Bunun bir kilise olduğunu bilmiyordum,” dedi.
“Aslında bunlardan çok var,” dedi, yaşlı adam, “şimdi başka amaçlar için kullanılıyor olsalar da. Dur bakayım, devamı nasıldı? Tamam! Buldum! ‘Portakal der, limon der, St. Clement’in çanları, bana üç farthing borcun var der, St. Martin’in çanları,’ diye devam ediyordu, yanılmıyorsam. Bir farthing, küçük bakır bir paraydı, cente benzerdi.”
“St. Martin neredeydi?” diye sordu Winston.
“St. Martin mi? Hâlâ ayakta duruyor. Zafer alanındaki resim galerisinin yanında, önünde üçgen bir girişi, büyük sütunları ve geniş merdiveni olan yapı.”
Winston bu yeri çok iyi biliyordu. Propaganda serileri, roket, kale ve yüzen kale modelleri, düşman hunharlıklarını gösteren balmumu tablolar için kullanılan bir müzeydi.
“Çayırlık içindeki St. Martin derlerdi ona,” diye ekledi yaşlı adam. “Gerçi oralarda hiçbir çayırlık olduğunu hatırlamıyorum ya.”
Winston resmi satın almadı. Böyle bir şeyle yakalanırsa açıklaması güç olurdu, çerçevesinden çıkarılmadıkça da eve götürülmesi olanaksızdı. Ama orada biraz daha durarak yaşlı adamla çene çaldı. Ve adamın, dükkân vitrininde yazılı olduğu gibi Weeks değil de, Charrington olduğunu öğrendi. Bay Charrington, anlattığı kadarıyla bu dükkânı işletiyordu. Bunca zamandır, camın üstünde yazılı adı değiştirmeye niyet etmiş, ama bir türlü olmamış. Winston konuşurken, bir yandan da tekerlemenin belleğinde kalan iki satırını yineleyip duruyordu. ‘Portakal der, limon der St. Martin’in çanları.’ Garipti, ama bunları söylerken çanların sesini duyuyormuş gibi oluyordu, yitik bir Londra’nın çanları, unutulmuş ve gizlenmiş, bir yerlerde duruyordu, hâlâ. Bir hayalet kilise çanından ötekine doğru, çaldıklarını duyuyormuş gibiydi. Oysa ömrü boyunca tek bir çan sesi duymamıştı.
Bay Charrington’dan kurtulup merdivenlerden yalnız indi, dışarı çıkmadan önce caddeyi kolaçan ettiğini yaşlı adamın görmesini istememişti. Daha şimdiden, uygun bir süre sonra, örneğin bir ay sonra dükkânı yeniden ziyaret etmeyi kararlaştırmıştı bile. Belki de merkezde bir gece kaytarmaktan tehlikeli değildi bu. Asıl yanılgısı, günlüğü aldıktan sonra, dükkâncının güvenilir olup olmadığını öğrenmeden oraya yeniden gitmek olmuştu. Yine de…
Evet, oraya yeniden gidecekti. İşe yaramaz daha başka güzel şeyler olacaktı. St. Clement’in resmini alacaktı, çerçevesinden çıkaracak ve tulumunun ceketi altında gizleyerek eve götürecekti. Tekerlemenin kalan bölümünü Bay Charrington’ın belleğinden söküp çıkaracaktı. Hatta, yukarı kattaki odayı kiralamak gibi çılgınca bir düşünce, yeniden geçti aklından. Belki beş saniye kadar bir süre için, coşkusu onu dikkatsizleştirdi ve dışarıya göz atmak için, coşkusu onu dikkatsizleştirdi ve dışarıya göz atmaksızın çıktı. Hatta tekerleme için uydurduğu bir ezgiyi mırıldanmaya bile başlamıştı:
‘Portakal der, limon der St. Clement’in çanları
Bana üç farthing borcun var, diye…’
Birden buz kesdi. On metre öteden, mavi tulumlar içinde birisi ona doğru geliyordu. Bu, Roman Dairesindeki kızdı, şu siyah saçlı kız. Çevre karanlıktı, ama tanımakta güçlük çekmedi. Kız doğrudan yüzüne baktı ve sonra görmemiş gibi yoluna devam etti.
Birkaç saniye kadar Winston kıpırdayamayacak kadar felce uğramıştı. Sonra sağa döndü ve yanlış yöne gittiğini fark etmeksizin yavaş yavaş yürümeye başladı. Ne olursa olsun bir sorusuna yanıt bulmuştu. Kızın kendisini gözetlediği kesindi. Kendisini buraya dek izlemiş olmalıydı, çünkü Parti üyelerinin oturduğu kesimden kilometrelerce uzaktaki ıssız, ne olduğu belirsiz semtte karşılaşmaları bir rastlantı olamazdı. Gerçekten bir Düşünce Polisi mi, yoksa işgüzar bir amatör casus mu olduğu önemli değildi. Onun meyhaneye girdiğini de görmüş olmalıydı.
Yürümek için kendisini zorluyordu. Her adım atışta, cebindeki ağır cam küre baldırına çarpıyordu; cebinden çıkarıp atmayı düşündü. En kötüsü kanındaki sancıydı. Birkaç dakika içinde eğer tuvalete gitmezse ölecekmiş gibi bir duygu kapladı içini. Ama buralarda genel tuvaletler bulunmazdı ki. Sonunda geride uyuşuk bir sızı bırakarak geçti kasılması.
Yürüdüğü, çıkmaz bir sokaktı. Winston durdu, birkaç saniye, ne yapacağını bilmeden, orada bekledi, sonra geri dönerek geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Kızla karşılaşalı henüz üç dakika olmuştu, eğer koşarsa ona yetişebilirdi. Onu ıssız bir köşeye kadar izler sonra kafasını bir taşla parçalardı. Ya da cebindeki ağır cam parçasını kullanırdı bu iş için. Ama hemen bu düşünceden vazgeçti, çünkü herhangi bir fiziksel çaba göstermek düşüncesini bile katlanılmaz buluyordu. Koşacak, bir şey vuracak durumda değildi. Üstelik kız genç ve atikti, kendini rahatça savunabilirdi. Hızla Dernek Merkezine gidip kapanıncaya kadar orada kalarak, tüm gece boyunca orada olduğunu ileri sürmeyi düşündü. Ama bu olanaksızdı. Öldürücü bir uyuşukluğun pençesindeydi. Tek istediği, bir an önce eve varıp şöyle bir oturmak, kendisini toparlamaktı.
Eve döndüğünde, saat yirmi ikiydi. Girişteki lâmbalar yirmi üç otuzda söndürüldü. Mutfağa giderek neredeyse bir kap dolusu cini midesine indirdi. Sonra masasına gitti, oturdu ve çekmeceden günlüğünü çıkardı. Ama kapağını açmadı bile. Tele ekranda, gıcırtı sesli bir kadının söylediği yurtsever bir marş duyuluyordu. Defterin ebruli kapağına bakarken, bu sesi bilincinden dışarı atabilmek için boş yere uğraşıyordu.
Her zaman gece gelirlerdi sizi almaya. Tutuklanmadan önce en doğrusu kendinizi öldürmekti. Kuşkusuz pek çok insan böyle yapmıştı. Ortadan yitmelerin çoğunluğu intiharlar sonucuydu. Ateşli silâhları, ani etkili kuvvetli zehirleri elde etmek olanaksız olduğundan intihar etmek için korkunç bir cesaret gerekiyordu. Korkunun ve acının biyolojik yararsızlığını düşündü. Fazladan çaba göstermek zorunda kaldığınızda, bedeniniz hareketsiz kalıveriyordu. Yeteri derecede hızlı davranmış olsaydı, kızı susturabilirdi. Ama tehlikenin büyüklüğü, eylem gücünü yitirmesine yol açmıştı. Korkulu anlarda, insan düşmana karşı değil, kendine karşı bir savaşım veriyordu gerçekte. Şimdi bile, cin içmiş olmasına karşın, midesindeki uyuşuk ağrı, yerinde düşünebilmesini engelliyordu. Savaş alanında, işkence odasında, batan bir gemide, uğruna savaşılanlar unutulur, çünkü bedeniniz tüm dünyanızı dolduracak kadar büyümüştür; korkudan felce uğramış ya da acıyla feryat ediyor olmanız bile hayat, açlığa soğuğa, uykusuzluğa, ekşiyen bir mideye ya da ağrıyan bir dişe karşı verilen savaşımdan başka bir şey değildir artık.
Günlüğünü açtı. Bir şeyler yazmalıydı. Ekrandaki kadın yeni bir şarkıya başlamıştı; sesi kırık cam parçaları gibi dolmaktaydı beynine. O’Brien’ı düşünmeye çalıştı, günlüğünü O’Brien’a yazıyordu, ama bunun yerine, Düşünce Polisi kendisini alıp götürdükten sonra olacakları düşünmeye başladı. Onu hemen öldürürlerse bir sorun yoktu. Ölmek kaçınılmaz bir sondu. Ama ölümden önce (kimse bunlardan söz etmezdi, ama herkes bilirdi), bir yığın itiraf evresinden geçmeniz gerekirdi; yerlerde sürünüp size acımaları için yalvarmalar, kırılan kemiklerin çatırtısı, dökülmüş dişler, üzerinde kanlar pıhtılaşmış saçlar. Sonuç değişmeyecek olduktan sonra, tüm bunlara katlanmanın ne gereği vardı? Neden hayatınızdan birkaç günü ya da haftayı kesip atmanız olası değildi? Kimse yakalanmaktan kurtulamazdı, suçlarını itiraf etmekten de. Eğer bir kez düşünce suçu işlemişseniz, belirli bir tarihte öleceğiniz kesindi. O halde neden hiçbir şeyi değiştirmeden bu korku içinize yerleşiyordu?
O’Brien’ın imgesini kafasında canlandırabilmek için biraz daha çaba gösterdi. ‘Karanlığın var olmadığı yer, gelecekti. Asla göremeyeceğimiz, ama bir gün geleceğini bildiğimiz ve hiç değilse düşsel olarak içinde yaşadığımız bir gün. Tele ekrandaki kulak tırmalayan ses, düşüncelerini sürdürmesini engelledi. Bir sigara aldı ağzına. Tütünün yarısı diline döküldü, ağzı tükürükle atılması güç bir tozla doldu. O’Brien’ınkini silerek Büyük Biraderin görüntüsünü getirdi gözünün önüne. Birkaç gün önce yapmış olduğu gibi, cebinden bir teklik çıkararak baktı. Bu yüz sakin, koruyucu bir anlatımla kendisine dikmişti gözlerini; bu esmer bıyıkların gerisinde ne tür bir gülümseme gizlenmişti?
George Orwell - 1984 Romanı
Henüz yorum yapılmamış.