Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Cahit Zarifoğlu Yalnızlığı

Cahit Zarifoğlu deyince aklıma nedense hep daktilo geliyor. Onun etrafında dolaşıyor, onun etrafında yaşıyor. Oradan hayata bakıyor, acılarını orada dile getiriyor, orada yaralarını sarıyor. Orada yaşıyor, rüya görüyor, ibadetini orada yapıyor. Onun etrafında bir yaşam kurgulamış gibiydi. Hep bir telaşı vardı; bir yazı yetiştirecek, bir mektup yazacak. Bu aslında onun yalnızlığının bir simgesiydi. Daktilosu varsa acılara, hayata, insanlara katlanabilir gibi geliyordu bana. İlk karşılaşmalarımızdan birinde, “Bırak buraları, eline bir fotoğraf makinesi al dünyayı gez, şehirleri gez, dünyayı tanı.” derken, belki de insanlardan uzaklaş, kaç diyordu. Kendisinin yapamadığı, çok az yaptığı bir şeyi benden istiyordu. Uzaklara, uzaklara git.



Cahit Zarifoğlu büyük şiirler yazarken büyük şairler arasında anılmadı. Edebî kanon hiçbir zaman onu onaylamadı. Büyük rüyalar görürken resmi ideolojice dışlandı. Bütün bir dünyayı gezme arzusu içindeyken küçük odalarda, bodrum katlarında yaşadı. Avrupa seyahatinin arkası gelmedi. Soyut, simgesel şiirler yazdığı dönemde hitap ettiği kesimden çok uzak bir şarkı söylüyordu. Sanki başka insanların şiirini yazıyordu. İç yaşantı ile dış dünya arasındaki gerilimi en net yaşayanlardandı. İçinde yaşattığı tutku, aşk, arzu dışarıda anlayışla karşılanmayacaktı. Belki de bu yüzden simgesel anlatımı seçmişti. Bütün bunları tasavvufla aşmaya çalıştı. Tutkularını bununla dizginleyebilir, aşkı yönlendirebilir, yol arkadaşlarının içinde yalnızlığı yenebilirdi. Olmadı. Bulunduğu zeminde hep yalnız, yapayalnızdı. Çocuklarla konuşsa, onların safiyetine, merhametine sığınsa belki mutlu olabilirdi. Bir süre orada dinlendi. Onlarla konuştu, onlara masallar anlattı. Ama insan yalnızlığına son yoktu: “Ah şu yalnızlık kemik gibi ne yana dönsen batar.”
 
Birlikte edebiyat yaptığı Mavera çevresi değişen edebî ve siyasal iktidarı gördü, yaşadıkları bütün yoksunluklarını telafi etti, gündeme geldi, konuşuldu. O bunları da göremedi. Ama bir şey oldu, erken yaşta hayatını kaybetmesine rağmen, yaşayan aynı kuşaktaki arkadaşlarından daha çok gündeme geldi, efsaneleşti, sevildi. O bunu göremedi.
 
Tüm yazarlık serüveninde acının ve yalnızlığın izini sürdü. Onları anlamlandırmak, kaynaklarına ulaşmak için uğraştı. İnançla, kaderle, dostluklarla sancılarını gidermeye çalıştı. Bütün dünyayı kucaklasa, mektuplar yazsa biter miydi yalnızlığı? Tasavvufla mesela? Hayatını anlattığı Yaşamak’a “Ne çok acı var” diye giren şair, kitaba serlevha olarak astığı bu cümleyle aslında hayata bakışını da ifade eder. Günlükler boyunca bu acıyı hissederiz. O bazen bir gece yarısı uyanıp: “Gece yarısı uyanıverdim… Uzansam yakalayabilirmişim gibi apaçık hüzün. Nasıl acı çekiyorum şimdi.” derken bazen de olmadık yerde “Annesi yeni ölmüş gibi ağlamak ister.” der. Tam da dediği gibi: “Ruhumuz dar bir şeridin içinden geçiyor.” Kimsesiz bir istasyonda gördüğü hareket memuruna bakıp şöyle düşünür: “Ve o zaman daha önce hiç bu kadar büyüdüğünü görmediğimi düşündüm, yalnızlığın.” Oysa adım adım, yaza yaza yalnızlığına doğru yürüdüğüne defalarca şahit olacaktır: “Bütün artan acılara rağmen acaba hayat nasıl sürüyor diye düşündüğüm zaman hatırlıyorum sizleri.” Zarifoğlu, “Bir kalbiniz var onu tanıyınız.” derken, kalpsizlerin içinde yaşadığını da ifade eder aslında. Çünkü acıların nedeni biraz da kendi yaşıtlarından erken büyümektir: “Çocukluğuma isyan ediyordum. Hayatı henüz hak edecek kadar büyümemişken elde etmiş olmaktan şaşkına dönmüştüm, ona buna çarpıyor, zaman zaman yerçekiminden kurtulmuş gibi sıçrıyordum.” Daha küçücükken anlar: “Herkes kendi hayatını yaşar hayatta.” Bir mahalle kavgasında arkadaşları yalnız bırakıp giderler onu. O vakit kendi yalnızlığına hayran olur ve “yıllarca hiçbir grubun içine girmemekte ne kadar haklı olduğunu” görür. O bilir ki, “Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkaları ile birlikte taşıdığımız kendimiz.” Çünkü o gecenin bir vaktinde ansızın uyanır. Karanlıkta tavana doğru bakarken acı arayıp bulur onu: “Döşeğin yününden yayılıyor gibi, aracı ile uzansam yakalayabilirmişim gibi apaçık hüzün. Nasıl acı çekiyorum şimdi, bari bilseydim ne demek olduğunu, kalbimdeki köpürüşünü durdurabilseydim. Ama bütün uzuvlarım bir bir onun bayıltıcı sarışlarına kapılıyorlar.” Zarifoğlu Yaşamak’ta baştan sona acıyı kayda geçirirken insanlara bir kalbinin olduğunu ve onu hatırlaması gerektiğini iletir.
 
Öykülerini topladığı İns’te baştan sona yalnızlık öyküleriyle doludur. Bir kahraman şöyle bağıracaktır: “Şu kadar milyar insan dünyada niye var ben bu kadar yalnızken.” Belki de onun hissettiği “kişinin kendi kendisine bile söylemediği, kişinin kendi klişesinden, kendi zarfından ayrı, duyduğu, söyleyemediği, anlatamadığı yalnızlıktır.” “Sizi Görmeliydim” öyküsünde aşkı tartışırken, yalnızlık ile aşk arasında bağlantı kurar: “Gelişmeleri bizdeki gibi olanlar aşkı, yalnızlığın sıhhatli bir çalışması olarak görmelidirler. Aşk, bedenin, bizim için mutlu olan bir andan yararlanarak kendini yalnızlığa sunduğu zamanlarda ortaya çıkar.” Yalnızlık sadece bu öykünün değil tüm öykülerin merkezindedir. “Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu.” derken, çocukluktan başlayarak hayatın her dönemine yansıyan yalnızlık fotoğraflarını aktarır. “Savunma” öyküsünde, insan sancıda yiter: “Bir sancıdır benim yaşamım. Ağrının maksimum noktasında acı duymaz insan, dalar, kendini koyverir ağrı gölünün içine, kimi bulur orada.” Anlatımda insanın kayıtsızlığına vurgu yapılır: “Az az ölüyoruz her gün. Yağmurdan havadan söz eder gibi, insanın her gün az az öldüğünü görüyorum, her yanda gördüğüm insanların.”
 
Çocukluğunda aktardığı bir anekdot ne kadar yaralayıcıdır: “Alman sanatçılarının ‘insanın dünyada kendini evinde hissetmesi’ diye bir duygu hâli vardır. Yani sanatçıların işledikleri bir duygu. Bu ‘yabancı’ya karşılık olsa gerek. Benim şiirlerimde böyle bir hava görülebilir. Ya da bu havayı şiirde yaşamak istedim denilebilir. Çocukluğumda bile hiçbir zaman ‘kendimi evimde’ hissetmedim. Babam hâkimdi. İkinci bir kadınla evlenmişti. Bir nevi babasız büyüdük. Evdekiler bir yere gitse bayram ederdim âdeta. Yalnız kalmak isterdim. Evdekiler gidince radyoyu kurcalayıp klasik batı müziği çalan bir yere rastlayınca dinlerdim. Bu ne demek! Bir çocuğun klasik müzik dinlemesi ne demek! Anlıyor değildim elbet. Dinlerdim işte.” (Ebubekir Eroğlu, “Günlük”ten, Hece dergisi, Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı, Sayı 126, Haziran-Temmuz-Ağustos 2007)
 
Gazetede çalışmaya başladığında şöyle diyecektir: “Durmadan çay ve sigara içiyor, sıkılıyor, çalışmayı sevmiyorum. Serbest bir böcek olmak, kırlarda diğer böceklerle gezinirken doymak, barınmak ve giyinmek istiyorum.” Ama acı hiç bitmeyecektir: “Aksaray’daki Bilir Koleji’nde Almanca öğretmenliği yapıyorum. İçim ağrıyor içimde spazm var dar yerlerden sıkılıyorum mutlu değilim geceler uzun bitmiyor gündüzler ağır ve bahar bir türlü gelmiyor.” Ona göre “Dünya sevinçlerinin temelinde acı var.” Çünkü yalnızlık temellidir: “Yalnızlık en küçük yaşımızda, misafirlikteki zengin sofraya örümcek kolları gibi uzanan ve ağza yönelen eller arasından (dizinin dibine oturduğumuz) annenin elini çekerek sininin altına doğru uzatmasıyla ortaya çıkar. O andan itibaren reddetmeyeceğimiz şekilde karşımızdadır.”
 
Son arzularından biri Sezai Karakoç ile helalleşmek, onu görmek olur. Olmaz, kimin haklı kimin haksız olduğunun bir önemi yoktur, sadece acı vardır: “Cahit Bey ikindi vakti benden bir ricada bulundu; Sezai Karakoç Bey’e gitmemi, helâllik dilediğini ve onu görmek istediğini söyledi. Nevzat Çeviker ilk gece nöbetçi kalınca ikindi vakti vedalaştık ve Cağaloğlu’na doğru yola çıktım. Üretmen Han’ın asansörü çalıştığı hâlde, Sezai Bey’in asansörü iniş ve çıkışlarda kullanmadığını bildiğim için yürüyerek beşinci kata çıktım. Diriliş Yayınları’nın küçük bürosundan çıkmak üzereyken Sezai Bey’le karşılaştık. Yüzümden heyecanımı fark etmiş olmalıydı. Sezai Bey’le karşılaşınca, acı bir haber getirmiş olmalısın, dedi. Bir soluk aldım ve elçiye zeval olmaz, dedim. Cahit Bey’in ezberlediğim cümlesini aynen tekrarladım ve bekledim. 1970’li yıllarda benzer ağrılarla sancılı günler yaşadığını, bunun da geçici olabileceğini söyledikten sonra kaç çocuğu olduğunu sordu. Konuşa konuşa merdivenlerden indik, Sirkeci’deki Kadıköy vapur iskelesine kadar yürüdük. Geçmiş olsun, selâm söyle, inşallah görüşürüz, dedi ve Kadıköy vapuruna bindi Sezai Bey. İftardan sonra Cahit Bey’e uğradım ve Sezai Bey’in cümlesini aynen naklettim; sancısı dindi, sigarasını yaktı, gözyaşlarına boğuldu, ağlamaya başlayınca ben de ortağı oldum.” (Mustafa Ruhi Şirin, Güneşe Yol Yapan Çocuk, İz Yayıncılık, 1. Baskı 2013, s. 42)
 
Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak’ta Necip Fazıl ile bir otelin lobisindeki görüşmelerinden aktardığı anekdot çok düşündürücüdür: “Üstadın söylediklerini aradan 24 saat bile geçmediği hâlde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela ‘Yalnızım.’ dedi. Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.” Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıl’ın bu sözüne şaşırır ama aynı kader onda da tecelli edecektir. Zarifoğlu vefatından kısa bir süre önce Rasim Özdenören’e aynı şeyi söyleyecektir: “Rasim, yalnızım. Sen bu hastaneyi insan dolu zannediyorsun değil mi? Oysa bu hastanede benden başka kimse yok, yapayalnızım.” Ömrünün sonlarına doğru, özgürlük, yalnızlık ve tüm yüklerden, insanlardan kurtuluş özlemini şöyle ifade eder: “Bir tay olmak istiyorum Rasim, bir bahar günü, yemyeşil çayırlarda, koşmak, koşmak istiyorum.” Sonunda tıpkı şiirinde dediği gibi olur: “Yalnızlıkla ben kaldım.”
 
Necip Tosun - Arka Kapak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.