Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Mustafa Özel - Muhafazakâr yöneticilerimizin lider modeli şöyle şekilleniyor: Ölü, erkek ve uzakta!

Birçoğumuzun belki hissettiği ama ya iyi ifade edemediği yahut ifade etmeye içi elvermediği gerçeğe, genç arkadaşımız Hüseyin Etil ses verdi: “Türkiye’de insanların yarısı burada yaşıyor ama bugünde yaşamıyor; diğer yarısı da bugünde yaşıyor ama burada yaşamıyor!” Stratejik Liderlik seminerlerimde genel olarak “muhafazakâr” yönetici elitle muhatap oluyor ve şöyle bir testle başlıyorum: Hiçbir zaman, mekân, kültür, millet, medeniyet sınırlaması olmadan; lider denildiği zaman aklınıza gelen ilk ismi söyleyin! Cevaplar Hz. Peygamber ile başlıyor, Hz. Ömer, Alpaslan, Selahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmet, İkinci Abdülhamid… diye devam edip gidiyor. Aralarında birkaç “seküler” yönetici varsa, onlar da Atatürk, Ecevit, Napolyon, Lincoln… gibi isimleri sayıyor. Nadiren araya Özal, Erbakan, Erdoğan gibi daha yakın zamana ait devlet adamlarımız giriyor. Ve muhafazakâr yöneticilerimizin lider modeli şöyle şekilleniyor: “Ölü, erkek ve uzakta!” Hiç kimse kendi yakın çevresine bakmıyor; gözleri hep uzakları tarıyor. Kendi müdürünün, ustasının, mahalle muhtarının veya belediye başkanının adını veren yok. Kadınlar da dâhil olmak üzere, muhafazakâr insanımız bugünde değil, geçmişte “güçlü bir erkek” olarak yaşıyor! Sahnenin uzağında!



Benzer bir soru, kendini ilerici veya çağdaş diye nitelendiren yönetici topluluklarına yöneltilse, cevaplar muhtemelen Atatürk’ten başlayıp bugüne gelir; belki bugünden başlayıp Atatürk’e geri gider. Fakat zihinleri Ankara ve İstanbul’dan çok, Paris, Londra veya New York’un çevresinde döner. Türkiye, bu şehirlerden yansıyan ışıkla görülür. Sahneleri yoktur; kendilerini başka sahnelerin figüranlarına dönüştürmüşlerdir. Batılı yönetici ve aydın kesimi, kendi ülkesinde siyasî/iktisadî bilincin mimarıyken, Türk meslektaşı paket programların taşeronudur. “Yatılı okulda” ezberletilenleri biteviye tekrarlayıp durur. Tanpınar bu gerçeği derinden kavramış kurgu ustalarımızdandı: “Bu kadar yıkıntıdan sonra bu memlekete nasıl çalışma cesareti vereceğiz ve hakikaten gidilmesi lâzım gelen yolu nasıl göstereceğiz? Kendimi kaybetmiş gibiyim! Avrupa’ya giderken kendime mahsus iyi kötü bir dünyam vardı. Onun içinde yaşıyordum. Avrupa’da çok başka türlü bir âlemle ve bilhassa fikir denen şeyle karşılaştım. İyi hocalar ve hakikaten büyük insanlar tanıdım. Bizim şüphe dahi etmediğimiz bir yığın meselelerle karşılaştım. Bunlar beni çarçabuk sardılar. O zaman hülya ile yaşadım. Yani memleketimizi uzaktan bu fikirlere ve bu meselelere göre düşünmeye başladım. Dönünce büsbütün şaşırdım. O zaman öğrendiklerimin bir işe yaramayacağını anladım. Şimdi sağa sola başvurup duruyorum.” (Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler.)
 
Roman kahramanımız, “fikir denen şeyle” Avrupa’da karşılaştığı hâlde, her medeniyetin kendi dilini konuştuğunun ve öncelikle kendi için konuştuğunun farkındadır. Diyar-ı gurbetteki yolculuklarımız bizi olgunlaştırır, bilincimizi biler, fakat yürünecek yolu göstermezler. Ayak bastığı toprağı tanımayanlar, gurbette öğrendiklerinin neye yarayacağını bilemezler. Bir Avrupalı için Atina-Kudüs ne ise, bir Türk için Mekke-İstanbul’un o olduğunu düşünemezler. “Batı insanının tarih tecrübesinin en geniş ve en derin nitelikleri bu iki şehrin isimleriyle tebarüz eder,” diyor Leo Strauss. “Batı insanı Kitab-ı Mukaddes inancı ile Yunan düşüncesinin biraraya gelmesiyle bugünkü kişiliğini kazandı. Kendimizi anlamak ve geleceğimizi aydınlatmak için, Kudüs ile Atina’yı anlamak zorundayız.” (Leo Strauss: “Jerusalem and Athens,” Commentary, June 1967. Yorumun yapıldığı tarihe dikkat ediniz: Altı Gün Savaşı diye bilinen meşhur Arap-İsrail savaşı 5-10 Haziran 1967’de gerçekleşmişti!)
 
Yukarıdaki dört şehir arasında bocalayan Tanpınar’ın derin huzursuzluğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Hocası Yahya Kemal nasıl Üsküdar’da iftar topu atıldığında, sokak ortasında oruçsuz ve neşesiz kalıyorsa; o da her sokağında bir sahabi mezarının “keşfedildiği” İstanbul’da, Mekke bilincinden uzak olmanın çelişkisini yaşıyor. Duasız ve huzursuz. Standart ilericiler gibi, pozitivist inancından emin, sanal bir mutluluk denizinde de yüzemiyor. Tam aksine, hurcuna doldurduğu ithal kelimelerle anlamlı bir dünya kuramadığını her adımda hissediyor: “İnsanın kendi hayatına istikamet verecek bir fikri bulması ne kadar güç… Ayakkabı değil ki, hazırını alayım. Şimdiye kadar hep kelimelerle ve bir de hadiselerle yaşadık. Kelimeler bizi sarhoş etti; hadiseler kafamıza vurarak uyandırdı. İnsanı, tarihi ve hayatın ihtiyaçlarını göremedik. Bize bir manivelâ lâzım. Bu nedir? İşte düşüncem. Bazan kendimizi kâfi derecede sevmediğimizi sanıyorum. Hele insanı, düşüncemin etrafında toplanacağı insanı bir türlü bulamıyorum. Kimin için yaşayacağım, kimin için çalışacağım? Bu nasıl bir mahlûktur? Dünyası nedir? Ne düşünür? Nasıl yaşar? Ne yapar? Hadiseler bu süratle giderse bu insanı hiçbir zaman bulamayacağım gibi geliyor bana.”
 
Yahya Kemal ile Tanpınar, Avrupa okulunda yatılı okusalar da, çok uzağa gidememiş ve sonunda “eve dönmüş”lerdi. Ev epey küçülmüş, eski Osmanlı ülkesine göre, Küçük Prens’in Asteroid B612 gezegenine benzemişti. Onlar da kendi düşünce sınırlarını yoklamış ve Exupery’nin küçük kahramanına hak vermişlerdi: “Burnunun doğrultusuna gitse bile, bizim orada kimse çok uzağa gidemez.” Çağdaş Türkler, hikâyemizle derinden ilintili Asteroid B612’yi unutmuş olabilirler, hatırlatalım: “Bu asteroidi ilk kez 1909 yılında bir Türk gökbilimci teleskopla gözlem yaparken görmüş. Bu keşfini Uluslararası Gökbilim Kongresi’nde büyük bir heyecanla sunmuş, ama adamcağız şalvar, cepken ve fes giyiyor diye söylediklerine kimse değer vermemiş. Bir süre sonra, baskıcı bir Türk lider herkesin Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış, hatta buna uymayanları ölümle cezalandıracağını söylemiş de, 1920 yılında aynı gökbilimci etkileyici ve şık bir giysiyle Asteroid B612’yi tanıtabilmiş. Bu kez herkes ilgiyle izlemiş söylediklerini.” (Saint-Exupery, Küçük Prens) Görüyorsunuz, usta bir kurgucu, yanlış tarih verdiği zaman bile hakikatı tarihçilerden daha doğru “canlandırabiliyor”!
 
Tanpınar aramızdan ayrılalı 56 yıl olmuş. Hakkında bolca akademik yayın yapılsa da, ne huzursuzluğunu hisseden ne de sorduğu soruları sormakta olan ciddi aydınlarımız var! Kimimiz burada ama geçmişte yaşıyoruz; kimimiz bugünde yaşıyor ama bu ülkede yaşamıyoruz. Oysa sömürgeci düşman kapımıza dayandı. Bugünümüz kadar, geleceğimize de el koymak istiyor. Geçmişimize de! “Asıl mücadele öbür tarafta, Anadolu’da oluyor. Biz burada (İstanbul’da) sadece herhangi bir ihtimale karşı müdafaa vaziyetindeyiz.” diyordu Tanpınar. Bugün de, tıpkı millî mücadele yıllarında olduğu gibi, “İstanbul” muallakta, “Anadolu” ayakta. Tıpkı 14. yüzyılda, tıpkı 20. yüzyıl başlarında olduğu gibi. İlkinde ilerliyor, ikincisinde savunuyordu. Şimdi hem ilerliyor, hem savunuyor. Çığırtkanı bol olsa da, gerçek aydını yok bu mücadelenin, romanını yazan yok! Tanpınar yaşıyor olsa, şunları mı söylerdi: “Burada bulunmama bakmayın. Ben de onlardanım. Hepimiz onlardanız. Başka türlü olmasını aklınız nasıl alabiliyor? Orada mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada hâlledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef seyirciyiz. Sahnenin dışındayız.”
 
Arka Kapak

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.