Sosyal Medya

Mustafa Özel: Necip Fazıl bize 'başımızı dik tutmayı' öğretti, karşılığında bütün mütefekkir garbzedelerimizi ötekileştirdi

Necip Fazıl bize “başımızı dik tutmayı” öğretti, karşılığında bütün mütefekkir garbzedelerimizi ötekileştirdi. Halid Ziya’dan Halide Edib’e, Namık Kemal’den Yakup Kadri’ye kadar “sınırda düşünen” kurgu ustalarımızın hepsine tepeden bakar olduk. Bu “sahte kahramanlar”dan öğrenebileceğimiz ne vardı? Cemil Meriç bize “gönlümüzü engin kılmayı” öğretti ve bütün ötekileri kucaklamaya çağırdı bizi. “Mehlika sultana âşık” gençlerden öğreneceğimiz çok şey vardı. Onların “gördüğünü” biz göremez, hissedemezdik. Ama onlarla “aynı gemide” olduğumuzdan, bilmek, anlamak zorundaydık. Doksanyedilik babam Hacı Kâmil Efendi gücenmezse, mevzû memleket olduğunda, itikatta babam Cemil Meriç, amelde babam ise Necip Fazıl’dır!



Ümit Meriç’in “Baba Dostu Mustafa Özel’e, Meriçlerden Saygı ve Hayır Dua ile” gönderdiği şık baskılı Babam Cemil Meriç’i bu duygularla okumaya başladım. Sadece münevver bir insanın babasına vefa borcunu ödemesi değil; modern Türkiye’nin düşünce tarihine emsalsiz bir katkıdır bu eser. Osmanlı’nın iki kutbu, Balkanlarla Arap dünyasının Anadolu’ya dokunduğu iki noktayı (Dimetoka/Reyhaniye) birleştiren Meriç ailesinin mükedder ama mütebessim serencâmı, Mehmet Genç’in mutantan aforizmasını kanıtlıyor gibidir: “Osmanlıların düşüşü, yükselişlerinden muhteşemdir.”

Cemil Meriç’i, anlamada zorlansam da, büyük kısmını ezberlediğim Bu Ülke ile tanımıştım. Oradaki hükümlerin tek tek gerekçelerini bulduğum Umrandan Uygarlığa ile Mağaradakiler, uzun zaman başucu kitaplarım oldu. Tek üzüntüm, Ötüken yayımladığı için 1970’lerin anarşi ortamında bu kitapları üniversitedeki arkadaşlarıma tavsiye etmede zorlanmamdı. Boğaziçi’nde kitaplarına kara kapak geçirerek okuduğum tek yazar Cemil Meriç’ti. Necip Fazıl’ın garbzedeleri ötekileştirmesi haklı bir tepkiydi demek ki! Ben bu mânâsız etki/tepkiye aldırmadan Cemil Meriç sayesinde Kemal Tahir ile Attila İlhan’a ısınmış, onlar üzerinden de (ateizme mahkûm olmayan) millî bir sosyalizme yelken açmıştım. Ruhi Tunçer, Enis Berberoğlu gibi okul arkadaşlarımla fırsat buldukça Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’ndeki evi ziyaret eder olmuştum. (Berberoğlu’nun karışık bir FETÖ komplosuna kurban gitmesinden büyük üzüntü duyuyorum. Keşke fikir yazıları yüzünden tutuklu olsaydı da kendisini yüksek sesle savunabilseydim!)

Cemil Meriç Jurnalci Değildi!

Bu ara başlığın ima ettiği gibi, “babamız”ın jurnallerinin erkenden yayımlanmasını doğru bulmuyorum. Elbette günün birinde yayımlanacaktı; fakat Ötüken’den İletişim’e öncelikle bu edebî değeri şüpheli metinlerin yayımlanmasıyla geçilmiş olmasını bile başlı başına bir skandal sayıyorum! Bu nevi notlar, ciddî yazıların yahut roman tarzında kurguların malzemesi olarak anlamlı olabilirdi ancak. Edebî değeri şüpheli olmaktan kastım hem estetik muhtevaya, hem de hakikate ilişkindir. Fikrî ve edebî değerini kanıtlamış kişiler hakkında Cemil Meriç’e yakışabilecek adil, dengeli değerlendirmeleri değil, muvakkat öfkeleri yansıtmaktadır. Mesela sohbetlerimizde Necip Fazıl ile İsmet Özel’i hem takdir ediyor, hem de sert biçimde eleştiriyordu. Eleştirisinde son derece haklı olduğu noktalar vardı elbette. Fakat onlar hakkında yazacak idiyse, diğer eserlerine nispeti olan yazılar yazmalıydı. “Şairler Intellect’in Pençesinde” yazısı üzerinde dört saatten fazla konuştuğumuzu, hemen her paragrafına notlar düştüğümü hatırlıyorum. O sohbeti bir yazıya çevirmiş olsaydı, hem İsmet Özel, hem de Türk edebî düşüncesi için bir kazanç olurdu. Bunu yapmak yerine, kendisinden otuz yaş küçük bir şairin Fransızca bilgisini eleştirmek, “Baba”ya yakışmazdı…

Bundan çeyrek asır önce yazdığım “Otobüsteki Bilge” yazısında, Cemil Meriç’in, kendisini ciddiye almayan “solculara” aşağıdan, kendisini aşkla seven “sağcılara” ise yukarıdan baktığını ima etmiştim. Sağcıların kendisini tanımadığını düşünüyordu; haklıydı belki, ama sevdiklerine şüphe yoktu. Solcular ise onu ne anlıyor, ne de seviyorlardı. 1982 yılında Vedat Türkali, Hilmi Yavuz, Emil Galip Sandalcı gibi solcu aydınlarla beraberken, kendisini ziyarete gelen dindar gençler hakkında günlüğüne şunları yazmıştı: “Dostlar geldiler, hayalete benzeyen dostlar. Hepsi de iyi çocuklar. Ama hiçbirini tanıyamamıştım, daha doğrusu hiçbiri beni tanımıyordu. Birlikte bir otobüs yolculuğu yapmıştık. Otobüsteki ne kadar bizdik? Bana gerçekten yakın olanlar bu anonim hayranlardan fazla, ilk defa karşılaştığım Vedat Türkaliler, Sandalcılar, Hâdi beylerdi.” Solcular fert idiler, sağcılarsa tür.

Aynı yazıda, Jurnal 2’de İsmet Özel’e dair ifadelerindeki önemli bir hataya dikkat çektim, fakat aradan 25 yıl geçtiği hâlde, “baba dostu” olduğum Meriç ailesinden ne tashih ne de cevap geldi. Bunu üzüntü ile karşılıyorum. O zaman söylediklerimi tek kelime eklemeden tekrarlıyorum: “Jurnal’in 2. cildinde İsmet Özel’e dair yazının ilk üç cümlesi ile en sondaki İngilizce ifade onun için söylenmemiştir. Zaman zaman bize okutturduğu notlarında, söz konusu ilk üç cümleden sonra, ‘İsmet Özel’e hayran’ şeklinde bir ibarenin bulunduğunu çok iyi hatırlıyorum. Notları yayıma hazırlayanlar, farklı sayfaları birbirine monte etmişlerdir. O yıllarda, durgunluğunun sekinete mi, meskenete mi benzediği; sönmüş bir yanardağ mı, bir kaya parçası mı olduğu pek belli olmayan başka biri olmalı. ‘Müeddep’ biri.” (Yeni Şafak, 13.06.1995. Niteliğin Egemenliği, İklim, 1995, s. 109.)

Şimdi hafızam biraz zayıflamış olabilir, ama o meşhur sarı sayfaları bugün gibi hatırlıyorum. İsmet Özel’in soyadı bile Özer olarak yazılmıştı. Dosyalardan o sayfayı bulup incelemek çok mu zor? O sayfadan üç Türkçe ve bir İngilizce cümle alınarak, İsmet Özel hakkında asıl yazdıklarına ilave edilmiştir. Onunla nasıl tanıştıkları, Calvez ve Lamenais çevirileri, solun onu önce şımartıp sonra unuttuğuna dair yazdıkları, daha önce bir Milli Gazete söyleşisinde dile getirilmişti zaten. Bu arada, ona dair olmayan cümlelerin bana dair olduğunu imâ ettiğimi söyleyenler oldu; bu doğru değildir. Pekâlâ, başka biri için de söylenmiş olabilir. Ama İsmet Özel hakkında olmadığı kesindir. Sarı sayfalara yeniden bakılırsa, bu küçük hakikat yerini bulur.

Bu Ülkeye Hakkını Helâl Etti mi?

“Daima yirmi yaşında kalan, ruhen çocuk” Cemil Meriç, 31 yıl önce aramızdan ayrıldı. Üç yaşındaki kızım Rumeysa ile cenaze namazındaydık. İmamın, mevtaya hakkınızı helâl eder misiniz sualine cemaat gür bir sesle, “Evet, helâl ediyoruz!” dedikten sonra, cemaat içinden değişik bir ses duyuldu: “Asıl o, Türkiye’ye hakkını helâl etsin!” Bu ülkeyi o kadar seviyordu ki hakkını helâl etmemiş olamaz! Toplumlar, büyük evlatları ile millet olurlar. Bazen inanmakta zorlansa da inanan milletine imreniyor ve onu çok seviyordu. Tanpınar’ı Araf’ın solunda/batısında, Cemil Meriç’i ise sağında/doğusunda tahayyül ediyorum. “Vakit artık çok geç” olmasaydı, bu kurgumu romanlaştırmak isterdim. Beş yıl kadar muhabbet ettik; arkamda üç beş defa namaz kıldı. Genelde kılmadığı için, içinden gelmeseydi hiç kılmazdı, diyorum. İnanıyor, fakat inancından tam emin olamıyordu. Tam emniyetin nasıl bir şey olduğunu bilen var mı ki? Faust, içine şeytan girmiş münkirdi; Cemil Meriç, içindeki şeytanla mütemadiyen boğuşan mü’min. Çok sevdiği Araf kelimesi, kendi gerçekliğini yansıtıyordu sanki. “Allah’ım, Araf’taki bütün kullarını cennetinle sevindir!” diyor ve bu taş dolu yazıyı Uğur Derman hocamızın, merhume Hikmet Öğüt hanımefendiden naklettiği “Türkistan Sofra Duası”nı fikir sofralarına da teşmil ederek noktalıyorum: “Çalabım, aştır, taştır. Yamanlardan utaştır, yahşîlere yanaştır. Bu sofranın bereketini, Mekke-Medine’ye ulaştır. Cümle ölmüşlerimize kavuştur.”

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.