Din dilinin imkânları kullanılarak, âyet-hadisler ile zenginleÅŸtirilmiÅŸ bir çerçeve içinde bir konuÅŸma yapmak da mümkündür ya da büyük oranda temenni içeren politik bir söylem tercih edilebilir; “Gençler geleceÄŸimizdir.”; “Gençler kahramandır.”; “Ä°lerleyin, arkanızdayız!” gibi… Hiç ÅŸüphesiz bu tür farklı dillerin, amaçları açısından kendi içlerinde bir anlamı ve deÄŸeri vardır; ayrıca bu toplantının amacı ve dinleyici kitlesi açısıdan da farklı düzeylerde bir karşılık bulabilirler.
Genelde, kısa vadede, kamusal bir amacı gözeten, hem uluslararası hem ulusal toplantılarda konuÅŸmalar, büyük oranda bir arınma, bir rehabilitasyon tarzında yapılır. Çünkü bu bir etkinliktir; çok çeÅŸitli nedenlerle yapılması gerekmektedir; konuÅŸmacılar konuÅŸmalarını yaparak, dinleyiciler de dinleyerek görevlerini yerine getirirler; daha sonra herkes, görevini yapmanın huzuru ile evlerine dağılır. BaÅŸka tür konuÅŸma tarzları ve diller de hiç ÅŸüphesiz mevcuttur. Ancak ben bugün burada, bu dillerden hiçbirini tercih etmeyeceÄŸim; daha çok yaÅŸanmışlıklardan, yaÅŸam pratiÄŸinden, yaptığım gözlemlerden hareket ederek, gençliÄŸe iliÅŸkin, hatta büyük ölçekte içinde bulunduÄŸumuz topluma iliÅŸkin bir sorunu, becerebildiÄŸim kadarıyla gündeme getireceÄŸim; daha sonra bu sorunun kökenine, nedenine deÄŸinmeye çalışacağım; en nihayet kökeni/nedeni tespit edilmiÅŸ bu sorunu aÅŸmanın, çözmenin yoluna/yollarına entelektüel gücümün yettiÄŸi oranda iÅŸaret etmeye yelteneceÄŸim. Öyleyse, sunumum üç aÅŸamalı olacaktır: i. sorun, ii. sorunun kaynağı ve nedeni, nihayet, iii. çözüm için neler yapılabilir yani teklif?
Sorun: Bireysel ahlâkta çözülme
KiÅŸisel tecrübeme ve yaptığım gözlemlere göre, bir üniversite hocası olarak binlerce gençle muhatap olduÄŸumdan, çeÅŸitli vakıf ve kuruluÅŸlarda muhtelif dersler verdiÄŸimden, yüzleÅŸtiÄŸim, fark ettiÄŸim, hissettiÄŸim, artık hangi sözcük tercih edilirse edilsin en önemli sorunun, ferdî ahlâkta çözülme olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Buna ferdî seviyede ahlâkî çözülme ya da deÄŸer yoksunluÄŸu da diyebilirsiniz. Terim düzeyinde mefhûmun daha iyi idrâk edilebilmesi için deÄŸer felsefesinde Ä°ngilizce olarak personal morality denen yapının küçük ölçekte gençler arasında büyük ölçekte toplumun genelinde bir erozyona uÄŸradığı söylenebilir.
Bu sunum çerçevesinde ferdî ahlâktan ÅŸunu anlıyorum: Ä°ster kânun ister kolluk gücü ister anne ister âile ister grup âidiyeti ister iÅŸ ister okul ortamı olsun herhangi bir haricî denetleme mekanizması olmadan, kısaca, dışarıdan bir otorite bulunmaksızın, kiÅŸinin davranış biçimini, kodunu, modunu, formunu kendi iç dünyasından hareketle belirlediÄŸi ve taviz vermediÄŸi bir davranma tarzı, bir davranış biçimi; hayata karşı bir duruÅŸ, bir yol alış tarzı. Yine ister dostluk ister ticâret ister âile, kısaca hangi tür iliÅŸki olursa olsun her türlü iliÅŸkide, esas itibarıyla iki temel kavram üzerinden hareket edilir: Birincisi en genel anlamıyla hukuktur ki, bu hukuk büyük oranda dışarıdan verilir ve denetlenir. Ä°kincisi ise bu hukukun içselleÅŸtirilmesini de içeren ferdî ahlâk ya da kiÅŸisel moral deÄŸerlerdir. Gözlemlerime göre, günlük hayatta kiÅŸilerin davranışlarını birbirinden kopuk, hatta bağımsız çoklu moral deÄŸerler yönlendirmektedir. Örnek olarak, ticaret yaparken kiÅŸiler, mensup oldukları genel deÄŸerler küresinin ötesinde, hatta onlarla çeliÅŸik, iktisadî deÄŸerlere farklı, dostluk deÄŸerlerine farklı moral yüklemeler yapabilmektedirler. Örnek olarak “dostluk baÅŸka, ticaret baÅŸka” deyiÅŸi sık sık duyulan bir aforizmadır. Yine üniversitelerde gençlerin bir kısmının, mensûbiyet duydukları dinî ya da ahlâkî deÄŸerlere, bir dış-göz var ise uydukları, dış-gözün gücü zayıfladıkça davranış biçimlerinin çıkar merkezli bir yöne doÄŸru evrildiÄŸi sıkça görülür; kopya çekmek buna iyi bir örnektir.
Nazarî olarak çerçevelediÄŸim soruna daha iyi nüfuz edebilmek için izninizle birkaç örnek vermek istiyorum: 1980 askerî darbesinden sonra Almanya’ya giden bir tanıdığım, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra, oÄŸluna millî deÄŸerleri öÄŸretmesi için emekli öÄŸretmen olan annesini yanına aldırır. Babaanne çocuÄŸu eÄŸitmeye baÅŸlar. Ä°lk ezberlettiÄŸi Andımız olur: “Türküm!”; sorun yok; “DoÄŸruyum!”; idâre eder. “Çalışkanım!” deyince çocuk “Ama babaanne, ben pek çalışkan sayılmam.” diye cevap verir. Babaanne “Olsun oÄŸlum! Söyleyiver gitsin.” deyince çocuk, “Ä°yi de babaanne! Biraz önce ‘doÄŸruyum’ dememiÅŸ miydik?” diye mukâbelede bulunur ve elbette tüm büyü bozulur… Ä°ÅŸte, ferdî ahlâk dediÄŸim tam da böyle bir tavır ve tarzdır. DiÄŸer bir örnek, Suriye’de, Halep’te yaÅŸarken ÅŸahit olduÄŸum bir olay. Yabancı erkeklerle konuÅŸmaktan dahi kaçınan bir hanımefendi, Ä°ngilizce ödevini, aynı apartmanda oturan bir Amerikalı hanımefendiye yaptırıp ben yaptım demekte bir beis görmüyordu. Verilen örneklerin de gösterdiÄŸi üzere ferdî ahlâk ya da ÅŸahsî moral deÄŸerler iç-göze baÄŸlı olarak geliÅŸen, kiÅŸinin dış bir otorite, haricî bir göz olmaksızın kendi bireysel davranış biçimini, modunu ve kodunu belirleyen, denetleyen bir mekanizmadır. Ä°ÅŸte bu mekanizmanın, yapının baÅŸta gençler olmak üzere toplumdaki bireyler arasında gittikçe zayıfladığını gözlemliyorum.
Köken ve Neden: Kanonik yapının yokluÄŸu
Bunun kökeni ne olabilir? Elbette bu sorun ile ilgili pek çok farklı psikolojik, sosyolojik, tarihsel teoriler geliÅŸtirmek mümkündür. Ancak tüm genellemelerin yarattığı sıkıntıları göze alarak sorunun kökeninin, çağın ruhunda olduÄŸunu söyleyebiliriz. Bu ruhu en iyi, modern ahlâk felsefesi okumalarının temel metinlerinden biri olarak kabul edilen Bernard Mandeville’nin Arılar Masalı adlı çalışmasında bulabiliriz. XVII. yüzyılın sonunda yaÅŸayan Mandeville, Hollanda erken kapitalizminin ruhunu yansıtır; bu ruh, Ä°ngiliz sanayi devriminin de habercisidir. Arılar Masalı, modern ahlâk felsefesinin fabl türündeki kurucu metinlerinden biridir ve temel iddiası, gerilemenin, dağılmanın, zayıflamanın, rakipler karşısında yenilmenin, kaybetmenin -ki bunları çoÄŸaltabilirsiniz- en önemli nedeni ferdî ahlâk, kiÅŸisel erdemdir. Tersine ilerlemek, baÅŸarılı olmak, rakipleri alt etmek, makamlarda ve mevkilerde yükselmek, zenginleÅŸmek, güç toplamak, tüm bunlar ahlâksızlıktan, erdemsizlikten neÅŸet eder, kaynaklanır. Bu nedenle, toplumlar da tıpkı bireyler gibi, her konuda öncü olmak, dünyada belirli bir söz sahibi olmak istiyorlarsa, ahlâkî deÄŸerlerden hem ferdî düzeyde hem de toplumsal düzeyde vazgeçmeleri gerekir. Özellikle modern toplumun iktisadî, ekonomik deÄŸerler üzerine kurulduÄŸu göz önüne alınırsa, tavsiye edilen ÅŸey, siyasetin, iktisadın, hatta bilimin, doÄŸrudan, deÄŸerlerden, anlamdan bağımsızlaÅŸtırılmasıdır; bu, dinî, ahlâkî ya da baÅŸka bir alana ait deÄŸerler olabilir. Her ÅŸeyin ama özellikle ekonominin, deÄŸerlerden, manadan bağımsızlaÅŸtırılarak ele alınması, üzerinde durulan en önemli husustur. Özellikle çaÄŸdaÅŸ dünyada hemem hemen her türlü beÅŸerî yapı ve toplumsal örgütlenme ekonomik merkezli olduÄŸu için iktisadî deÄŸerler her daim iÅŸ başındadır. Ä°lginçtir ki, iktisadî iliÅŸkilerde, azamî ölçüde, dinî ve ahlâkî deÄŸerlerin geri çekildiÄŸi, itildiÄŸi, bizâtihi ekonomik deÄŸerlerin kendi moralitesini dayattığı görülmektedir. BaÅŸka bir deyiÅŸle, “deÄŸerden ve anlamdan bağımsız siyaset, iktisat ve bilim” iddiası bizâtihi kendini bir deÄŸer, bir anlam olarak dayatır.
SerimlendiÄŸi çerçevede bu tavrın ve tarzın nedeni nedir? BaÅŸka bir deyiÅŸle, küçük ölçekte gençlik seviyesinde, büyük ölçekte de toplumsal seviyede ferdî ahlâkın davranışlarımızı yönlendirmesi ya da yönlendirememesinin nedeni ne olabilir? Bu sorunun yanıtını hemen vermek istiyorum: Felsefî açıdan ferdî ahlâkın dumura uÄŸramasının ya da aradan çekilmesinin, bunun yerini çıkar iliÅŸkilerinin ya da ekonomik deÄŸerlerin almasının ya da çoklu moral deÄŸerlerin iÅŸ-başında olmasının temel nedeni, toplumsal kanonik ahlâkın ortadan kalkmasıdır; daha hafif bir deyiÅŸle oldukça zayıflaması; bütünü kuÅŸatacak bir çerçeve geliÅŸtirememesidir. Kanonik ahlâktan ne anladığım ya da kanonik zeminden ne kastettiÄŸim üzerinde birazdan duracağım ve çerçeve bir tanım vermeye çalışacağım. Fakat öncelikle diyeceklerimin daha iyi anlaşılabilmesi için genel anlamda kanonikin ne demek olduÄŸunu doÄŸa, mantık, dil ve sûrî bilimlerden bazı örneklerle ihsâs ettirmek istiyorum.
DoÄŸa bilimleri, bilindiÄŸi üzere, mahsûs somut olgu ve olaylara dayanır; bu nedenle ilk elde muhatap olduÄŸumuz nesne alanıdır. ÇaÄŸdaÅŸ fiziÄŸin verdiÄŸi bilgilere göre, doÄŸada bile orta-ölçekte, kütle-çekim ölçeÄŸinde insan-gözlemci için belirli bir somutluk vardır; kaotik olan ya da belirsiz olan uçlarda, yani küçük ve büyük ölçeklerde meydana gelir; bu durum da Evren’i insan için yaÅŸanılır, hatta bilinebilir kılar. Ä°nsan-gözlemci için üç boyutlu uzayda her ÅŸey belirli bir düzen, dolayısıyla belirli bir yasalılık içindedir. Ancak aÅŸağıya inildiÄŸinde, küçük ölçekte ya da yukarıya çıkıldığında, büyük ölçekte, insan-gözlemcinin orta-ölçekte inÅŸa ettiÄŸi yapılar belirsizleÅŸmeye baÅŸlar ve gittikçe ortadan kalkar. Kısaca, insan-gözlemci için doÄŸadaki simetrinin, oran ve orantının, periyodik yapılanmanın iÅŸ gördüÄŸü yer orta-ölçektir.
Mantık biliminde de benzer bir durum söz konusudur; çünkü insan zihni, aklı da doÄŸadakine benzer biçimde çalışır: Orta-ölçekte tutarlı, düzenli, yasalı, simetrik, periyodik, oran ve orantıya göre iÅŸ gören, belirli bir örüntüsü, tanımlanabilir bir iÅŸ görme tarzı olan bir yapı gösterirken, küçük ve büyük ölçeÄŸe yayıldığında orta-ölçeÄŸe ait kurallar teklemeye baÅŸlar, belirsizleÅŸir, açıklayıcı gücünü kaybeder. Ä°stidlâlî/rasyonel düÅŸünce, tanımlanabilirlik, paylaşılabilirlik ve tekrarlanabilirlik ilkeleri açısından, aklın orta-ölçek tezahürü olarak kabul edilirse, keÅŸfî, hadsî, cedelî vb. akletme türleri, tüm deÄŸerlerine karşın yukarıda dile getirilen üç ilke açısından belirsizlikler içerirler. Öyle ki, anlamlılık, doÄŸruluk vb. kavramlar, orta-ölçekte son derece ap-açık iken sınırlara doÄŸru gittikçe belirsizleÅŸmeye, bir ÅŸey ifade etmemeye baÅŸlarlar.
Kanonik kavramını idrâk için belki dil bilimi bize daha güzel bir örnek sunabilir. Dilde ideal cümlemiz vardır; bu ideal cümleye büyük-ölçek diyelim ki, bu cümle dil bilgisi tarafından sıkı bir ÅŸekilde belirlenen, öznesi, yüklemi tanımlanan, adeta kod ÅŸeklinde algılanabilecek oldukça biçimsel bir yapıdır. Bunun yanında bir de küçük-ölçekte, dili sonradan öÄŸrenen ya da yabancı bir kültürde yetiÅŸen bir kiÅŸinin konuÅŸtuÄŸu, cümlenin ögelerinin yer deÄŸiÅŸtirdiÄŸi, ancak dikkat edildiÄŸinde anlaşılabilecek bir yapı vardır. Fakat günlük hayatta biz ne ideal cümleye göre -ki bu son derece yapay olur-, ne de cümlenin artık bozuk formu(de-forme) denebilecek yapısına göre konuÅŸuruz... KonuÅŸulan dil, büyük oranda dilin orta-ölçeÄŸi olan, ideal ile bozuk formun ortalarında kümelenen, paydaÅŸları tarafından doÄŸru ve anlamlı kabul edilen cümlelerdir. PaydaÅŸlar arasındaki anlaşılabilirliÄŸi büyük oranda söz konusu orta-ölçeÄŸe ait cümleler saÄŸlarlar.
Ayrıntılarına girmeden, benzer durumun sûrî bilimlerde de görüldüÄŸü söylenebilir. Örnek olarak geometride, özellikle fraktal geometride ‘pi-sayısı’nın figuratif temsilinde dağılım orta-ölçekte yoÄŸunlaşır; kenarlara doÄŸru seyrelir. Figuratif temsilin alınan her bir parçasında benzer durumun tekrar ettiÄŸi müÅŸahede edilir. Kısaca denebilir ki, insan-gözlemci açısından her tür gerçeklik küresinde orta-ölçekli bir yapı vardır; insan-gözlemcinin iliÅŸkiye girdiÄŸi bu yapı, düzenliliklerin dolayısıyla yasalılıkların tespit edildiÄŸi en açık ve seçik, somut yapıdır. Ä°ÅŸte kanonik olan budur. Tekrar pahasına vurgulamak gerekirse kanonik yapı olmazsa ister doÄŸa ister mantık ister dil ister sûrî ilimler olsun hiçbir gerçeklik küresi yasalılaÅŸtırılamaz. Bilmek, idrâk etmek, doÄŸruluk, anlamlılık vb. temel ontolojik ve epistemolojik kavramlarımız, kısaca bilimler, büyük oranda gerçeklik kürelerinin söz konusu kanonik yapılarından kaynaklanır. Kanonik(canonic) sözcüÄŸünün, kânûn(canon) yani yasadan geldiÄŸi anımsanırsa denmek istenen daha iyi anlaşılacaktır.
Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için hemen vurgulamalıyız ki, kanonik yapı hiçbir zaman istisnaları dışarıda bırakmaz. Tam tersine, kaotik yapılar bile ancak kanonik yapıya nispetle anlamlıdırlar, hatta anlamlandırılabilirler; çünkü kaotik yapılar tek baÅŸlarına tanımlanabilir yapılar deÄŸillerdir. Evren’de hem büyük hem de küçük ölçeklerde kaotik yapılar vardır; ancak insan-gözlemci bu yapıları, orta-ölçekteki kanonik yapılara nispetle tanımlayabilir. Çünkü, denildiÄŸi üzere, tanımlanabilirlik ancak kanonik bir yapıda mümkündür. Bu durum doÄŸa, mantık, dil ve sûrî bilimler baÅŸta olmak için her tür beÅŸerî alanda geçerlidir.
EÄŸer biz tarihi, hayatı, toplumsal yapıyı da tabiat gibi ayrı bir gerçeklik küresi kabul edersek -ki bu Ä°bn Haldun’dan beri böyledir- tarihin de iÅŸ gördüÄŸü bir orta-ölçek vardır ve bu orta-ölçek o tarihin, o toplumsal yapının kanonik yapısıdır. Her toplumun davranış kodlarını, modlarını, formlarını belirleyen, o toplumun doÄŸrusunu yanlışını, güzelini çirkinini, iyisini kötüsünü kendisine nispetle tanımladığımız bir orta-ölçeÄŸi, bir kanonik yapısı mevcuttur. Yeri gelmiÅŸken ifade edelim ki, buradaki ‘orta’ kelimesi felsefî anlamda vasat anlamına gelmez. BaÅŸka bir deyiÅŸle, matematiksel bir ortadan, niceliksel bir kavramdan bahsetmiyoruz. Toplumsal hayatta bir ÅŸey için kanoniktir demek, onun ortak baÅŸvuru kaynağı olması bakımından ilkeleri, ana çizgileri, temel özellikleri, paylaşılan nitelikleri içerdiÄŸini söylemek demektir. Bir tür kendinden pay alınan transendental referans kaynağı... Örnek olarak kelâm ilmî, itikâdî ve fikrî, usul-i fıkıh ise amelî kanonik yapı üzerine kuruludur. Söz konusu nitelik yalnızca bilim dallarında ortaya çıkmaz; toplumun ürettiÄŸi hemen hemen her ÅŸey buna göredir. Mimarî eserlere bakalım... Selçuklu mimarisini incelediÄŸiniz zaman, coÄŸrafî yayılımının geniÅŸliÄŸine raÄŸmen ortak bir zihniyetin, ortak bir anlam dünyasının iÅŸ başında olduÄŸunu görürsünüz ve ortak transendental yapıya nisbetle o eserin Selçuklu mimarîsine ait olduÄŸunu söylersiniz. Kanonik yapı size bir iÅŸaret etme yeteneÄŸi kazandırır; bir nesneye ad vermenizi mümkün kılan eylemi boÅŸandıran temel ilkeyi saÄŸlar.
Benzer durum Osmanlı dönemi mimarî eserleri için de geçerlidir. Mimarlar Osmanlı döneminde her bir eseri birbiriyle hiç alakası olmayan, apayrı modda ve kodda yapsalardı üzerinde konuÅŸulabilecek, kendisine ad verilebilecek bir nesne-alanı ortaya çıkar mıydı? Ä°ÅŸte, büyük bir coÄŸrafyada mevcut olan eserlere Osmanlı mimarîsi dememizi mümkün kılan, onlara bu ad altında iÅŸaret etmemizi saÄŸlayan, onlar üzerinde ortak bir çerçevede konuÅŸmamıza kapı aralayan iÅŸbu kanonik yapıdır; Osmanlı mimarî eserlerinin kanonik yapısı... O kadar ki, bir alt küme olarak Mimar Sinan’ın eserlerinin bile kendine has bir kanonik yapısından bahsedilebilir. Merhûm Turgut Cansever’in ifade ettiÄŸi gibi Mimar Sinan her eserinde farklı formlar denemiÅŸtir; yine de bu formlar ancak Osmanlı mimarisinin kanonik formuna, yapısına nisbetle anlamlıdır. Bu nedenle biz Mimar Sinan’ın eserlerine iÅŸaret edebiliyorsak “Bu tarz Mimar Sinan tarzıdır, Mimar Sinan formudur.” diyebiliyorsak bu, iÅŸareti ve deyiÅŸi mümkün kılan o eserlere içkin kanonik yapıdır; hem genel anlamda Osmanlı mimarî eserlerinin kanonik yapısı hem de bu genel kanonik yapıya nisbetle anlam kazanan Mimar Sinan’ın eserlerinin kendine has kanonik yapısı...
Kanonik yapı davranış biçimlerimizin kültürel kimliÄŸini tespit için de ölçüttür. Örnek olarak yurt dışında, biliyorsanız insanların davranış tarzlarından ülkelerini tahmin edebilirsiniz. Türkiye’de bile bir kiÅŸi ile tanıştığınızda oturuÅŸundan, kalkışından, hatta vücut dilinden hareketle hangi bölgeden olduÄŸunu belirleyebilirsiniz. Çünkü her bir kültürün, davranış tarzının kendine has bir kanonik yapısı vardır. O kadar ki, lehçenin, aÄŸzın, hatta telaffuzun bile kimliÄŸi ele verecek bir kanonik yapısı bulunur ki bu yapı sizin, ona iÅŸaretinizi ve onu farklı biçimde adlandırmanızı mümkün kılar. Bunun size saÄŸlayacağı en önemli ÅŸey konuÅŸma imkânıdır; çünkü ayrıştırıp iÅŸaret edemediÄŸiniz, dolayısıyla adlandıramadığınız bir ÅŸey hakkında konuÅŸamazsınız.
Åžimdiye deÄŸin pek çok alandan verilen farklı örnekler, kanımca, kanonik yapının misdâkını/referansını müphem de olsa bir biçimde ihsâs ettirmiÅŸtir: Bir miyâr, bir ölçüt, bir zemin, bir çerçeve, tarihî tecrübenin süreklilik süzgecinden süzülegelmiÅŸ sabiteleri içeren, modları ve kodları taşıyan, nedenselliÄŸi ve yasalılığı veren, ama aynı zamanda kendi kendini ileriye taşıyan bir örüntü… Ä°hsâsı idrâke tercüme edelim ve nazarî bir dile dökerek, tekrara düÅŸme tehlikesini de göze alarak, kanonik olanın çerçeve-tanımını ve içeriÄŸini daha belirgin kılmaya çalışalım.
Ölçek, cetvel, örnek, misal, model, kural, norm anlamlarına gelen kanon sözcüÄŸü kök itibarıyla Sami dillerine aittir ve kökence yaklaşık olarak Grekçedeki nomos(yasa) kavramına karşılık gelir. Tarihî süreç içinde, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Avrupa kültürlerinde farklı anlamlarıyla kullanılmış, bazı anlamları öne çıkmış, yeni anlamlar kazanmıştır, günümüzde de muhtelif alanlarda kullanılmaya devam etmektedir. Åžimdiye deÄŸin iÅŸaret ettiÄŸimiz içeriÄŸi yanında kanon, tesâdüf ve keyfîlik gibi belirsizlik ifade eden ve ön-görülebilirliÄŸi ortadan kaldıran kavramlara karşı uygun, iyi, doÄŸru, güzel gibi belirli bir istikâmet veren öngörülebilirliÄŸi saÄŸlayan bir kavramdır... Bu anlamıyla kanonik olan bir toplumda, sanıldığı gibi otoriteyi deÄŸil öncelikle meÅŸrûiyeti saÄŸlar. Bu nedenle, hem baÄŸlılık hem de aynı oranda sorumluluk talep eder. Kısaca, ÅŸimdiye deÄŸin sunum içinde farklı baÄŸlamlarda dile getirilen özellikleri yanında kanonik yapı mensuplarına, olan içinden olması gerekeni iÅŸaret eden; iletiÅŸimin ve bildiriÅŸimin asgarî moral zeminini oluÅŸturan; ortak hareket imkanı veren; kültürel düzlemde farklı durumlarda aynı anlamı savunmayı saÄŸlayan; hatırlatmayı mümkün kılan; davranışların ortak biçimlerini sunan, en nihayet bir deÄŸer perspektifi üzerinden kimlik inÅŸa eden bir yapıdır.
Kanonik olan bir kültür, içindeki görünmez(invisible) yasalılığı yönlendiren gizli deÄŸiÅŸkenleri görünür(visible) kıldığı oranda belirleyici ve istikamet verici hâle gelir. Bunun için kanonik olanın fiilî durumunu temsil eden bir örneÄŸe/misâle ihtiyacı vardır ki bu örnek, gösterilebilir ve iÅŸaret edilebilir olsun... Bu ÅŸu anlama gelir: Bir kültürde kanonik olanın aktarımı temsiller üzerinden yürür; temsiller tekrar edilerek aktarılır. Ancak tekrar iki türlü gerçekleÅŸir: Taklîd ve muhâkat... Taklit, geleneÄŸin içeriÄŸinden daha çok biçimsel yönünü dikkate alır ve edilgendir. Kanonik yapılardaki tekrarı ise edilgen olmayan muhâkat saÄŸlar; muhâkat içeriÄŸe odaklanır ve etkilenmeyi ve pay almayı önemser. BaÅŸka bir deyiÅŸle, hikâye ile ortak bir kökene sahip olan muhâkat bu çerçevede, bir anlatıya, sîyere, sîrete, misâl üzerinden katılarak -ki nazarın bir anlamı da budur- mütehassis olarak pay almadır. Kanonik yapının tecessüm etmiÅŸ hâli olan bu örnekler, yaÅŸamı belirleyen, yön tayin eden, biçim verici ilkeye dönüÅŸürler. Kanonik yapı ayrıca bir kültürün sınır kavramına iÅŸaret eder; ancak buradaki sınır, son-sınır anlamında deÄŸildir; daha çok ufuk demektir ve belirsizliÄŸi gideren muhayyel bir çizgiyi imler. Çünkü yukarıda da iÅŸaret ettiÄŸimiz gibi, kanon, kadim kültürümüz açısından özsel bir dizge deÄŸil, ama subûtiyeti olan bir örüntüdür; mekân-zamandaki hareketinin deÄŸiÅŸime açık yapısı nedeniyle daha uyguna, daha iyiye, daha doÄŸruya ve daha güzele açıktır.
Kanonik yapının kadim kültürümüz açısından özsel bir dizge deÄŸil, ama subûtiyeti olan bir örüntü olduÄŸu ÅŸu ÅŸekilde de dile getirilebilir: Kanonik yapıda gelenek gibi özselliÄŸi içeren bir sözcük ile gelen-(e)-k yani gelene ek olabilme imkânından bahsedilmektedir. BaÅŸka bir deyiÅŸle, kanon, kapalılık içeren özsel biçim ile ek alabilmeyi mümkün kılan bir oluÅŸu aynı anda içerir ki, buna kadîm, yani öne adım atan(takaddüm) diyoruz; bu, subûtiyeti de içeren bir sürekliliÄŸi yani örüntüyü imler… Bunun Osmanlıdaki ifadesi kanûn-i kadîmdir. Kanon, bu anlamıyla “Nasıl yaÅŸanmalıdır?”, “YaÅŸamda ne örnek alınmalıdır?” ve “Niçin yaÅŸanmalıdır?” sorularına yanıt verir... Burada önemli olan, bir örneÄŸin var-olmasıdır; örnek, niçin ve nasıl sorularına karşı bir cevaptır ve eylemin gerekçesini verir.
Ä°ÅŸte kanımca, ferdî ahlâktaki kaotik yapının ve çoklu moral deÄŸerler ile iÅŸ görülmesinin temel nedeni, küçük ölçekte Türkiye’de, büyük ölçekte Ä°slâm dünyasında, hemen hemen her alandaki kanonik yapının çökmesidir; ahlâkî, siyasî, dinî, ilmî sahalardaki zeminsizliÄŸin, tutarsızlığın, hatta çeliÅŸik yaÅŸama biçiminin ana nedeni budur.
Örnek olarak, Türkiye’de muhtelif zaman ve zeminlerde derslerine girdiÄŸim üniversite öÄŸrencilerinin, Türk tarihine iliÅŸkin ortak bir baÅŸlangıç noktasına bile sahip olmadıklarını görüyorum. Kimi proto-Türklerden, kimi Göktürklerden, kimi Selçuklulardan, kimi Malazgirt’ten, kimi Osmanlılardan kimi ise Cumhuriyet’ten baÅŸlatıyor Türk tarihini. Bir milletin bu kadar dağınık, bölük pörçük tarihî perspektifi olabilir mi? Tekrar etmekte fayda görüyorum: Kanonik yapı statik ve kapalı deÄŸildir; dinamik ve açık bir yapıdır; dolayısıyla küçük ve büyük istisnaları yok saymaz. Kanonik yapı, toplumun ortak aklı, ortak vicdanı, ortak dili, kısaca toplumun bir omurgası olması bakımından sert, üç boyutlu, somut, üzerine dayanılabilir ve yaslanılabilir, hatta küçük ve büyük ölçekteki istisnaları bile anlamlı kılan bir referans noktası, bir atıf kaynağıdır. Bu çıkarımda ÅŸuna dikkat edilmelidir: Elbette, bir toplumun bilginlerinin birbirinden farklı, hatta çeliÅŸik tarih anlayışları, yorumları ve felsefeleri olmalıdır; ancak orta-ölçekte toplumun tarih algısı, anlayışı ve bakış açısında belirli bir oranın bulunması o milletin varlığı için elzemdir.
Benzer biçimde din tanımında da Türkiye’de orta-ölçekte birbiriyle oranlanabilir bir müÅŸtereklik görünmüyor. O kadar ki, Ä°slâm bile insanlar arasında ortak bir deÄŸerin ifadesi deÄŸil. Bir fakihin, bir kelâmcının, kısaca din bilginlerinin birbirinden farklı din anlayışları ve yorumları olabilir; hatta toplum örgütlenmesi ve siyasî irâde buna imkân vermelidir de… Ä°slâm tarihinde de, tüm tehlikelerine karşın bu tür bir imkânın daima olduÄŸunu görüyoruz; çünkü yüzlerce fıkhî ve kelâmî mezhep, irfânî meÅŸrep, felsefî mektep mevcut olmuÅŸtur. Ancak toplumsal seviyede, orta-ölçekte müÅŸterek bir din duyuÅŸu ve pratiÄŸinin mevcudiyeti zorunludur. BaÅŸka bir deyiÅŸle, anlayıştaki farklılıklar -ki fikrî/aklî çerçevededir- ile duyuÅŸtaki farklılıklar -ki hissî/vicdânî çerçevededir- birbirine karıştırılmamalıdır.
Kısaca, örneklerin de gösterdiÄŸi üzere, bir toplumun tarihsel yürüyüÅŸünde o toplumun bireylerini bir arada tutan kanonik bir zemin olmalıdır. Din, ahlâk, tarih, siyaset, kısaca anlam-deÄŸer ve bilgi dünyasında bu seviyede bir parçalanmışlık ve dağınıklık olan toplumlar, milletler, kültürler, tarihte uzun soluklu yürüyüÅŸe çıkamazlar. Türkiye’deki manzaraya nazar edildiÄŸinde, konuya göre deÄŸiÅŸmekle birlikte, sanki farklı farklı milletlerin yaÅŸadığı bir coÄŸrafyada bulunduÄŸunuz izlenimine kapılıyorsunuz. Duygu ve düÅŸünce dünyası bu oranda bölünmüÅŸ bir millet, hiçbir konuda ortak deÄŸer sahibi olamayacağı gibi, ortak akıl, ortak dil ve ortak vicdan geliÅŸtirmede de baÅŸarısız kalır. Basit bir örnekle, Bu Ülke’de yaÅŸayan ve bir biçimde toplumsal sorunlarla uÄŸraÅŸan kiÅŸilere sorulsa her birinin Türkiye’yi taşımak istediÄŸi hedefin, amacın, yerin farklı olduÄŸu görülecektir.
Kanonik yapının yokluÄŸu en çok hukuk alanında hissedilir; çünkü hukuk bireylere öngörülebilir bir hayat sunmanın asgarî koÅŸuludur. Bu anlamda hem maddî hem de manevî güvenliÄŸin temelinde bulunur ve olmaz-ise-olmaz bir özellik gösterir. Kanımca, bireysel ahlâk bile anlamını, hatta iÅŸlerliÄŸini tanımlanmış ve uygulanabilir bir hukukun bulunduÄŸu ve yasalara dayalı biçimsel adâletin saÄŸlandığı bir çerçevede kazanır. Tersi durumda bireysel ahlâkın öngürülemezliÄŸi ve hatta kötü kullanımı her zaman kendine bir yol bulabilir. Ä°ÅŸte bu özellik ve öneme sahip hukuk da, ait olduÄŸu toplumun ortak anlam-deÄŸer, duygu ve düÅŸünce dünyasının kanonik bir ifadesi olmalıdır.
Kanonik yapının bulunmadığı bir toplumda, ortak akıl, ortak dil ve ortak deÄŸer/vicdan eksikliÄŸi yanında, ikisine baÄŸlı olarak üç temel sorun ortaya çıkar: Birincisi tanımlama sorunudur; neyi neye göre, hangi ölçüte göre tanımlayacaksınız? Ölçüt sorununun olduÄŸu bir ortamda kavramlar belirsizleÅŸecek ve bir kavram kargaÅŸası hâsıl olacaktır. Ä°kincisi tekrarlanabilirlik son derece azalacaktır; çünkü toplumun belirli olgu ve olaylar karşısındaki tavır alışı ve tepkisi parçalı, birbirinden kopuk ve tutarsız olacaktır. Toplum içindeki hem aynı bireyin deÄŸiÅŸik davranışları hem de farklı öbeklerin refleksleri arasındaki oranlanabilirlik derecesi düÅŸük olduÄŸundan sorunlara karşı üretilecek yanıtlar arasındaki tutarlılık da zayıf kalacaktır. KiÅŸisel deneyimlerim çerçevesinde söylersem, aynı olaya, bir öÄŸrenci son derece seküler, baÅŸka bir öÄŸrenci son derece dinî, bir diÄŸeri de son derece marksist bir tepki verebilmekte, olgunun doÄŸasını dikkate almaksızın kendi anlam-deÄŸer dünyası içinde, vakıaya mutabakatını gözetmeksizin çözüm üretebilmektedir. Kaotik yapı bireylerin yorum gücünü kırarken, onları aynı olay için benzer ya da tekrarlanabilir çözümler üretmekten de alıkoyar. Evren’de bile en küçük ve en büyük ölçekte olgu ve olayların birbirini tekrar eden simetrileri ve periyotları, formları ve kodları vardır ki bunlar düzen, nedensellik, yasalılık gibi tavsirî kavramlarımızın kaynağını oluÅŸtururlar. Hem birey hem de toplum seviyesinde kanonik yapının yokluÄŸundan kaynaklanan bu tür periyot ve simetri eksiklikleri, kiÅŸiler nezdinde bir deÄŸer ve düÅŸünce parçalanmışlığını da tetiklemektedir. Son olarak kanonik yapının yokluÄŸu, bireyler arasındaki paylaşılabilirliÄŸi de asgarî seviyeye indirir. Ä°nançlar, duygular, düÅŸünceler, amaçlar, kısaca hiçbir ÅŸey, ortak sözcüÄŸünün içeriÄŸine atıf yapılacak bir zemin bulunmadığından paylaşılabilir bir özellik göstermez. Bunun sonucu olarak her türlü sorun tartışma, çekiÅŸme, kavga, kırgınlık, çatışma ve hatta savaÅŸ ile sonuçlanır; bildiriÅŸim ve iletiÅŸim ortadan kalkar; çünkü kendine nispetle yapıp edilenleri tüm bireyler için anlamlı kılacak kanonik bir yapı ortada yoktur.
Çözüm: Teklîf
Sunum boyunca, sorunu ferdî ahlâktaki çözülmeye baÄŸladık; bunun nedenini de kanonik yapının eksikliÄŸine dayandırdık. Peki çözüm nedir? Elbette sorular/sorunlar için geliÅŸtirilen tüm çözümler bir denemedir. Her zaman ifade ettiÄŸim gibi, toplumsal olgu ve olaylar için önceden verili ve belirli çözümler içeren sabit modeller yoktur. Bu tür modeller sürekli deÄŸiÅŸen ahvâle iliÅŸkin günlük deneyimlerden devÅŸirilen, belirli bir anlam-deÄŸer dünyasının ilkelerine baÄŸlı olmakla birlikte ucu açık tekliflerdir. Burada bu çözümün pratik, günlük yaÅŸama iliÅŸkin unsurlarına deÄŸil, daha çok her türlü çözüm denemesinin köklerini bulduÄŸu anlam-deÄŸer dünyasına iliÅŸkin ilkelerine deÄŸineceÄŸim. Bu ilkeleri, haysiyetleri bakımından farklı biçimlerde sıralayabiliriz: akıl, ferdiyet, bilgi ve tarihî tecrübe, vb... Bu sunum çerçevesinde diÄŸerlerine deÄŸinmekle birlikte daha çok akıl üzerinde duracağım.
Felsefe-bilim tarihi çalışmalarımda dikkatimi çeken bir noktayı paylaÅŸmak istiyorum. Bu sahada konuyu tarihin en karanlık noktasına kadar geri götürüp oradan tekrar günümüze kadar takip etmek meslekî bir gerekliliktir. Örnek olarak sayı kavramını ele alalım: BaÅŸlangıç noktamız, tespit edilebilen “Ä°lk insanlar sayma eylemini nasıl gerçekleÅŸtiriyorlardı?”; “Sayıdan ne anlıyorlardı?” gibi sorulardır. Bu çerçevede de dikkatimi çeken nokta ÅŸudur: Yaklaşık olarak M.S. 1000’e kadar, Ä°slâm’ın dışında, Yahudîlik, Hristiyanlık, Budizm, Taoizm gibi bilinen hiçbir büyük din akıl merkezli deÄŸildir. Yahudîlikte istidlâlî kelâmî hareketler Ä°bn Meymun ve sonrasında baÅŸlar; Hristiyanlıkta ise 1150lerden sonra kıpırdanır; akabinde Albertus Magnus ve Thomas Aquinas ile zirvesine varır. Ä°slâm tarihine bakıldığında ilk günlerden itibaren akıl merkezli bir din yorumunun öne çıktığı görülür. Niçin? Ä°slâm ne tür bir meydan okumaya muhatap oldu ki akıl merkezli bir yaklaşımı öne çıkardı? Bu soru, kanımca ciddi bir araÅŸtırmayı hak ediyor. Okuma-yazma oranı yüksek olmayan ilk müslüman toplumu orta dünyadaki felsefî/ilmî geliÅŸmelerden; Mezopotamya, Mısır, Anadolu kültürleri, EskiçaÄŸ Ege, Helenistik dönem gibi önemli kültür havzalarının birkiminden haberdar deÄŸildi. Bu tespiti temellendirmek için insanı daim düÅŸünmeye, fikir yürütmeye, akletmeye, kalbetmeye davet eden Kur'an-ı Kerîm ve Hadis gibi dinin temel metinlerine atıfta bulunmayacağım. Çünkü ilk elde bu atıf yalnızca deÄŸer alanında görülebilir; ancak bu tespit deÄŸer kadar eylem alanına da aittir. Daha ilk kelâmî metinlerde “Tanrı’yı bilmede nazar, tüm müslümanlara vaciptir.” [:en-nazaru vâcibun ala kulli muslimîn fî marifetillah] deyiÅŸi dikkat çekmektedir. Ä°mdi, metin tarihsel baÄŸlam içinde anlamlı ise o zaman ÅŸu soruyu tekrar sorabiliriz: Öyle bir ortam olmalı ki, müslümanlar yıkıcı bir meydan okumayla, hayatî, varoluÅŸsal bir tehdit ile yüzleÅŸmeliler ki bu kadar riskli ve Ä°slâm tarihi boyunca merkezî olan bir tercihte bulunmak zorunda kalsınlar. Çünkü bu deyiÅŸ, din için ilkece tehlikeli bir yargıdır; zira büyük kitleleri dışarıda bırakmak zorunda kalırsınız. Öte yandan, yine akâid ve kelâm metinlerinde taklidî deÄŸil tahkikî imanın esas alındığı bir yaklaşım vardır. Bu da benzer biçimde dini son derece elitist/seçkinci bir hâle taşır. Hem halk hem de o yüzyıllardaki tahsilli insanların sayısı göz önünde bulundurulursa talebin ne kadar yüksek olduÄŸu ve ne tür bir risk yarattığı hissedilebilir. Ä°ÅŸte tüm bu riskleri üstlenerek niçin Ä°slâm başından itibaren Tanrı’nın bilgisinde nazarı, imanda ise tahkîki -ki aklîdir- öne çıkartmıştır? Bu soru, üzerinde durulmayı hak eden bir sorudur.
ÇaÄŸdaÅŸ durumda Ä°slâm toplumlarında kadim tecrübe de ihmal edildiÄŸi için akıl tahfif edilmekte, idrâkinde ciddi sorunlar yaÅŸanmaktadır. Åžu noktayı hemen vurgulayalım, iman gibi bir eylem fıtrî/mücerred akıl ile mümkündür; ancak kavle/söze döküldüÄŸünde artık istidlâlî akla geçiÅŸ yapılmış demektir. Bu yargıdaki ayrıma dikkatinizi çekmek isterim: Akıl ile fıtrî, mücerred, istidlâlî akıl aynı ÅŸey demek deÄŸildir; çünkü akıl bir kuvvedir, bir yetidir; pek çok farklı tezahürü vardır; yukarıda dile getirdiklerimiz yanında, tecrübî, temyizî, nazarî, meâÅŸî, teklifî, vb… onlarca akletme çeÅŸidi mevcuttur. Mevsûf ile sıfatı birbirine karıştırmamak gerekir; bu nedenle, akıl dendiÄŸinde yalnızca istidlâlî/rasyonel olan anlaşılmamalıdır. Kısaca ÅŸöyle dile getirilebilir: Âmen-tu dendiÄŸinde, yani “ben-iman ettiM” diyen ferdiyetini kazanmış kiÅŸiye “eylem içinde erimiÅŸ ben”in ihsâsını ve idrâkini, kısaca ÅŸuurunu, farkındalığını veren; bunu mümkün kılan zemindir fıtrî/mücerred akıl… Bu akıl, âkil-bâliÄŸdeki akıldır ve bizi çocuk ve deliden ayıran, mükellef ve mesul kılan en temel insanî yetidir. “Ben-iman ettiM” kalbî süreçten aklî sürece yani idrâk, tasdîk ve akabinde kavlî yani ikrâr sürecine evrildiÄŸinde istidlâlî merhaleye ulaşılır ki bu minimal rasyonalitedir; asgarî istidlâlî akıldır. Bu nedenle her türlü kanonik yapı, usuleynin vurguladığı üzere, minimal rasyonalite üzerine kurulur; minimal rasyonalite, minimal metafiziktir aynı zamanda… Bu tespit, kısmî olarak kabul etmekle birlikte, aklın mutlak anlamda baÄŸlamsal olduÄŸunu ileri süren yorumları reddeder. Bunu özellikle vurguluyorum çünkü ister dinî ister ilmî ister içtimaî olsun her tür insanî etkinliÄŸin üzerine kurulduÄŸu minimal rasyonalite, bizâtihi insan demektir. Türkiye’de, özellikle modern/çaÄŸdaÅŸ bilim eleÅŸtirilerinde -ki büyük oranda ÅŸairler tarafından yürütülmüÅŸtür- baÄŸlamsal akıl ve onun ifadesini mümkün kılan istidlâlî akıl ile fıtrî/mücerred akıl birbirine karıştırılmaktadır. Elbette çeÅŸitli tarihsel dönemlere ait insanın akıl yürütme biçimleri ile coÄŸrafî ve toplumsal koÅŸullarla kayıtlı baÄŸlamsal akıllar vardır. Modernizmin her türlü aklî etkinliÄŸi rasyonel olana indirgeme çabasını eleÅŸtireceÄŸiz diye âmen-tunun dolayısıyla ferdiyetin asgarî ÅŸartı fıtrî/mücerred aklı eleÅŸtirmenin hiçbir anlamı yoktur. Öte yandan makûl olmayan -istidlâlî deÄŸil- hiçbir ÅŸey Ä°slâm’da imanın konusu kabul edilmez. Nitekim Åžeyhülislâm Mustafa Sabrî Efendi’nin güzel vurgusu ile, Ä°slâm makûldur, âtıfî deÄŸildir; âtıfî yani psikolojik, duygusal, hissî…; aksi halde Ä°slâm la-makûl bir din olurdu. Çünkü duygular istidlâlî aklın dizgelerine dökülemez; Ä°slâm’da ise iman akl-i fıtrî/mücerred-ile, ikrâr ve ispat ise genel anlamıyla nazar, özel anlamıyla istidlâlî akıl ile mümkündür.
Post-modernist felsefe hareketleri, Türkiye’deki bir kısım muhafazakâr kesimde ilginç bir biçimde karşılık buldu. Niçin? Çünkü “Senin aklın sana, benim aklım bana!”; “Senin Tanrın sana, benim Tanrım bana!”; kuralsız, yasasız çoÄŸulculuk… Bu yaklaşımda, modern bilimin ifrata varan aÅŸkın (transcendent) iddiasına, tefrîte varan baÄŸlamsallık karşı-iddiası; buna baÄŸlı olarak doÄŸrunun toplumsal bir inÅŸa olduÄŸu vb. tezler ile bunu temellendirmek için modern bilimin ortaya çıkışındaki sosyo-ekonomik ve politik yapıların izini süren Boris Hessen ile Henryk Grossman’ın marksist düÅŸünceleri ile bunların kapitalist Kuhn’cu yorumu… Elbette usûleynin de iÅŸaret ettiÄŸi üzere, beÅŸerî-insanî her ÅŸeyin baÄŸlamla sıkı bir iliÅŸkisi vardır; bir ÅŸeyi, yeri, iÅŸlevi ve iliÅŸkileri var-kılar zaten… Ancak tüm bu kabuller, fıtrî-mücerred aklı tasfiye etmeyi gerektirmez; gerektirmez çünkü akıl bizâtihi insandır. Ä°stidlâlî aklın baÄŸlamsallığını, ÅŸartlara bağımlı olarak iÅŸ görmesini eleÅŸtirmek ile doÄŸrudan fıtrî/mücerred aklı eleÅŸtirmek farklı iki tutumdur. Usûleynin dediÄŸi gibi, ÅŸatr ile ÅŸart birbirine indirgenemez; bu nedenle fıtrî/mücerred akıl Ä°slâm’ın ÅŸatrıdır; ÅŸartı deÄŸil… KiÅŸisel kanıma göre, çaÄŸdaÅŸ dünyada en önemli sorunlarımızdan biri, amen-tu dememizi mümkün kılan akl-ı fıtrîyi ve gaybı makûl hale getirmemizi mümkün kılan nazarı ve tahkîk yapmamızı mümkün kılan istidlâlî aklı birbirine indirgemek, karıştırmak ve dahî ihmal etmektir...
Konumuzun içeriÄŸine de atıf yapmak gerekirse genç sözcüÄŸü Türkçe’de kenç kelimesinden gelir; bu da en sözcüÄŸü ile iliÅŸkilidir; bu anlamda genç enleÅŸen, genleÅŸen, fazlalaÅŸan, kısaca büyüyen demektir. Her büyüyen, bir ortamda, bir yuvada, bir yerde büyür; iÅŸte yukarıda özetlenen özellikleriyle kanonik yapılar bir millete mensup gençlerin maddî ve manevî, fizik ve metafizik güvenliÄŸini saÄŸlayan kuÅŸ yuvaları gibidir. Bu çerçevede Türkiye’de gençlik arasında bir bunalım, bir isyan, bir kimlik sorgulaması, erke karşı bir öfke ve nihayet kiÅŸisel ahlâkta bir çözülme var ise bunun nedeni kanonik yapının yokluÄŸu ya da var ise içselleÅŸtirilememesidir. Ä°çselleÅŸtirmenin bulunmadığı yerde haricî bir sese kulak kesilinir, sürekli dış bir otorite aranır; aile, okul, çevre, devlet gibi güçlerin çevrelediÄŸi, müzakerenin deÄŸil, olumlu ve olumsuz içeriÄŸiyle emretmenin câri olduÄŸu bir yaÅŸam tarzı içinde var-olunur. Bu durum kiÅŸiye özgüven sorunu yaÅŸatır; davranışlarına dışarıya göre sürekli ayar veren kiÅŸi ise kendini sürekli baskı altında hisseder; bu da güvenlik sorunu yaÅŸamasına neden olur... En nihayet kendini ifade sorunu ortaya çıkar, genç kendini, isyan, tavır alma, farklı giyinme, zarar verme, hatta kendini ifna etme gibi farklı yollarla teÅŸhîr eder. Kanonik yapıyı içselleÅŸtirmiÅŸ bir birey ise kendini ifadeyi müzakere yolu ile yapar, ne isyan eder ne de emir alır; halleder; çözüm bulur.
Åžimdiye deÄŸin nazarî olarak dile getirdiklerimizi tarihî örnekler üzerinden temsil edebiliriz. Hatırıma ilk gelen örnek, Gazi Ahmed Muhtar PaÅŸa’nın anılarında Kafkas cephesi ile ilgili anlattığı ÅŸu olaydır: Oldukça fazla yaralının olduÄŸu birlikler sazlıklar arasından küçük kayıklarla geri çekiliyordu. Her tarafı inlemeler kaplamıştı; düÅŸman, askerlerin yerini kolayca tespit edebilirdi. AyaÄŸa kalkıp “Bu bir emirdir; herkes sussun!” diye seslendim. Ses bıçak gibi kesildi; uzun bir süreden sonra karşı kıyıya ulaşınca, niçin hiç ses çıkmadığını ben de merak ettim; bakınca gördüm ki yaralıların çoÄŸu ölmüÅŸ ama ölürken dahi seslerini çıkarmamışlar. Ölüm gibi bir hadiseye raÄŸmen gösterilen bu susma becerisi, dış bir otoritenin baskısı ile saÄŸlanamaz; bunu yalnızca, askerî anlamda kanonik yapıyı içselleÅŸtirebilen bireyler yapabilirler... Ya da Viyana bozgunundan sonra gönderilen kendi idam fermanını, isyan yerine, kendinden sonraki en kıdemli PaÅŸa’ya vererek infazını isteyen Merzifonlu Kara Mustafa PaÅŸa’nın tavrı devlet terbiyesine iliÅŸkin kanonik yapının içselleÅŸtirilmesine bir örnektir. Mehmet Genç Hoca’dan dinlediÄŸim baÅŸka bir örnekte, Bosna’daki bir Osmanlı muhasebecisi ile Tebriz’deki bir Osmanlı muhasebecisini aynı ÅŸekilde davranmaya iten bürokratik moral deÄŸerlerdeki müÅŸterekliktir... Hem küçük hem de büyük ölçekte, topluluklardaki ya da toplumlardaki muhtelif yaÅŸama katmanlarına ve davranış tiplerine iliÅŸkin ahlâkî, dinî, siyasî, ailevî, vb. kanonik yapılar, hissettirmeden ama hassasiyeti ve hissiyatı besleyerek, hiç görülmeden ama her yerde varmış gibi; transcendent deÄŸil ama trancendental; a-historic ve meta-historic deÄŸil ama tarihsel; kısaca her birimizin hiç ortada gözükmemesine karşın sanki varmış gibi ortak bir dilbilgisi kuralllığına göre konuÅŸmamızı saÄŸlayan yapıya benzer bir rol oynarlar... Elbette bu yapıların zemininde anlam-deÄŸer dünyasına iliÅŸkin manevî deÄŸerler ile dinî-hukukî biçimsel deÄŸerler yer alır. Ä°çselleÅŸtirilen bu yapılar, belirli bir terkipten sonra, kiÅŸin tercihlerine uygun biçimde ferdî ahlâkın zeminini oluÅŸtururlar. Bu ÅŸekilde oluÅŸmuÅŸ ferdî ahlâk kendine göre eylemek için artık haricî bir otoriyete gereksinim duymaz.
Sonuç olarak, mensubiyetlerimizin ve aidiyetlerimizin binlerce yıllık tarihî bir tecrübesi var. Bu tecrübe, min-vech pek çok özelliÄŸi haizdir. Kanaatimce bu özelliklerin en önemlilerinden bir tanesi, aklın merkezîliÄŸidir. Ä°kilik ve çatala düÅŸmeden akla dayalı kanonik yapıların üretilmesi, ortak akıl, ortak dil ve ortak deÄŸerin/vicdanın inÅŸası için elzemdir; tersi durumda tekillikleri, ferdîlikleri tartışarak tüketmek olduça zordur. Çünkü, yukarıda da iÅŸaret edildiÄŸi üzere, tanımlanabilirliÄŸin, paylaşılabilirliÄŸin ve tekrar edilebilirliÄŸin olmadığı bir yapı, bir kültür birleÅŸtirici olamayacağı gibi, mensuplarını da bir-ara-da tutamaz. Kendini dünyada bu özellikleri haiz kültürlere ait deÄŸerlerle tanımlamaya baÅŸlayan, dönüÅŸtüren ve bunalım üreten bir yapı ortaya çıkar. Çünkü ayağınızı basacağınız, metafizik güvenliÄŸinizi saÄŸlayacağınız, geleceÄŸinize iliÅŸkin bir öngörüde bulunacağınız bir yataÄŸa, bir harka, bir yuvaya sahip deÄŸilsinizdir. Kanonun, nomosun olmadığı yerde kaos yükselir; kaos da daim bunalım üretir zaten... Bu nedenle fıtrî/mücerred aklın temelinde yer aldığı nazar ve istidlâlin iÅŸ gördüÄŸü kanonik yapıların hızla inÅŸa edilmesi gerekir. Elbette bu inÅŸa yol-da ve yol-ile mümkündür. Fazla ayrıntıya girmeye gerek yok; Türkiye’de doÄŸal bir topluluk arasında yönlendirilmemiÅŸ bir anket çalışılması yapılsa ortak bir geçmiÅŸ, ÅŸimdi ve gelecek tasavvurunun bulunmadığı görülecektir. Ä°lk elde ortak bir deÄŸer dünyası paylaşılıyor gibi görülse de bu paylaşım mefhûmî deÄŸil lafzîdir; çünkü konuÅŸmamızı saÄŸlıyorlar belki ama yaÅŸamımıza yön vermiyorlar, veremiyorlar. Bu farklılığı dinî, ahlâkî, siyasî, dinî vb. pek çok toplumsal örgütlenme çerçevesinde tespit etmek mümkündür. Ortak gramerin olmadığı bir dilin mensupları konuÅŸamazlar; konuÅŸsalar da anlaÅŸamazlar. Benzer biçimde, özümüzle, sözümüzle, dilimizle, elimizle konuÅŸuyoruz ancak kanonik yapı eksikliÄŸinden pek de kolay anlaÅŸamıyoruz. BaÅŸlamak için tek bir ilke var: Yola çıkmak... Ä°lkeler, sen ve yol… Yanlış yapmaktan korkmadan… Ä°rfânî deyiÅŸle, hâlis bir niyet-ile çıktığın yolda yaptığın yanlışlar doÄŸruna azık olur…
Dipnotlar:
*Bu yazı, SETA ve KAGEM’in Ankara’da 03-04 Mayıs tarihlerinde düzenlediÄŸi Gençlik Forumu: Aidiyet.DönüÅŸüm.Gelecek adlı toplantıda aynı baÅŸlıkla yapılan açılış konuÅŸmasının gözden geçirilmiÅŸ hâlidir.
Henüz yorum yapılmamış.