Sosyal Medya

Kürsü

Özlem Albayrak- Oscar ödülleri ve üç film

Özlem Albayrak- Yeni Şafak



Oscar ödülleri töreni, her yıl kırmızı halıda poz veren yıldızların kıyafetleriyle günlerce konuÅŸulur; sinema filmleri modanın baÅŸtan çıkarıcılığına neredeyse kurban giderdi. Adettendi yani, her sene kıyafetler sinemadan rol çalar, filmlerin kritiÄŸine ancak en şıklarla rüküÅŸlerden sonra geçilebilirdi. Bu sene Kırmızı Halı’da Billy Porter’ın yarı smokin, yarı elbise tarzındaki siyah kıyafet tercihi dışında bir tuhaf durum ise neredeyse yoktu. Aslında Porter’ınki de tuhaflık sayılmazdı; zira android görünümlü kadın ve erkekler ve bunlardaki homoseksüel olmama ama verili toplumsal cinsiyet rollerine de itiraz etme ilginçliÄŸi yeni deÄŸil; modanın bir süredir keÅŸfettiÄŸi ve bol bol da kullandığı bir damar.
 
Her zaman, yeni, ÅŸaşırtıcı ve sıra dışı olanın peÅŸinde olan moda sektörü; uzun zamandır bu “android” erkek ve kadınların görüntülerini ve onların “karışık” kimlikleriyle ortaya koyduÄŸu mesajı iletiyor. Hatta bu mesaj eskimeye bile baÅŸladı bile diyebiliriz, o yüzden önceki gece, altı kabarık etek, üstü smokin görünümlü kıyafeti giyip kırmızı halıda salınan bir erkek görmek bile o kadar da ilginç deÄŸildi. Ama bu yılın En Ä°yi Film dalında Oscar’a aday olan, izleyebildiÄŸim üç yapımı; hem birer dönem filmi olmaları, hem de bir yanıyla çok kliÅŸe olabilecek öyküleri asla kliÅŸe olmayan, orijinal ve yeni birer dille anlatmalarıyla ilgi çekiciydi doÄŸrusu.
 
Oscar alan Green Book, Roma ve Bohemian Rhapsody, 70’lerde geçen birer dönem filmi aslında ve üçü de ırkçılığın, ayrımcılığın kötü, yeni fikirlere açık olmanın iyi olduÄŸu yönünde mesajlar verirken, demokrat olmanın faydalarını anlatıyor. Zaten ABD’de Trump politikaları, Avrupa’da her türden ırkçılık öylesine genel geçer bir hale gelmiÅŸ durumda ki; sinemada Meksikalı hizmetçi, ayrımcılığa uÄŸrayan siyah bir sanatçı ve AÄ°DS nedeniyle hayatını kaybeden Queen solistinin hayatı anlatılmayıp da ne yapılacaktı, diye sorulabilir. Ve bu güzel bir soru olur. Nitekim Avrupa gözümüzün önünde evrim/baÅŸkalaşım geçiriyor, ABD ise Meksika’ya bildiÄŸin duvar örüyor.
 
Ä°lk olarak Roma’yı ele alalım. Öncelikle, bizde Yılmaz ErdoÄŸan’ın filmini sattığı sinema-dizi platformu olarak tanınan Netflix, Roma filminin yapımcısı. Yani öyle küçümsenecek bir mecra deÄŸil. Bol seyirci hedefleyen, sığ, kliÅŸe ve yüzeysel filmler çektiÄŸini düÅŸündüÄŸümüz bu mecradan belli ki sinema eleÅŸtirmenlerinin bayıldığı, akademinin de En Ä°yi Film dalında adaylık verilecek derecede önemsediÄŸi bir film çıkabilmiÅŸ; bu da önümüzdeki yıllarda Netflix ve benzeri mecraların öneminin giderek artacağı duygusu oluÅŸtuyor bende.
 
Öte yandan film, “sınıfsallığın bir önemi yoktur, erkeklerin vandallığı evin hanımını da, hizmetçisini de aynı oranda vurabilir; aslında erkeklerin hainliÄŸi karşısında hizmetçi ve onun hanımı yoktur, sadece iki kızkardeÅŸ vardır” ÅŸeklindeki kliÅŸeyi anlatıyor ama bu anlatımdaki üslubun kötü olduÄŸunu kimse söyleyemez, hayatın akışı gibi, usulca ve ağırdan… Oysa bu kadınların eÅŸitliÄŸi tezine karşı, bir de “altyapı üst yapıyı her ÅŸartta belirler, sınıfsallık her duruma baskın gelir” tezi var ki; filmin sonundaki “muzlu süt” filan gibi detaylara baktığınızda, bunun da varolduÄŸunu anlıyorsunuz. Sonuç; Roma, Mexico City’deki Roma Mahallesi’nde ikisi de Meksikalı olan sıradan bir hizmetçi ve onun sıradan hanıma sade bir bakış atıyor. Alfonso Cuaron’a En Ä°yi Yönetmen Oscar’ını kazandıran ve Yabancı Dilde En Ä°yi Film Ödülü’nü alan Roma; iyi bir yapım ama uyarmalıyım, sadece sanat filmlerini sevenler bu ağır akışa sabrederek filmin sonuna gelebilirler.
 
Bu yıl En Ä°yi Film ve En Ä°yi Özgün Senaryo dallarında Oscar alan ve Mahershala Ali’ye En Ä°yi Yardımcı Erkek Ödülü kazandıran Green Book da, ajitasyona son derece açık olmakla birlikte sinemada iyi iÅŸlendiÄŸi takdirde klasikler arasına girebilecek bir konuyu ele alıyor: Irkçılığı ve 70’li yıllarda bir siyahla beyazın dostluÄŸunu. Konu kısaca ÅŸöyle; Amerikalı siyahilerin eÅŸitlik mücadelesi verdiÄŸi 1960’lı yıllarda, New York’ta yaÅŸayan Afrika kökenli piyanist Don Shirley, ırkçılığın tüm ağırlığıyla sürdüÄŸü Güney eyaletlerine bir turneye çıkar. Ona bu tur boyunca bar fedaisi Tony Lip ÅŸoförlük yapacaktır.
 
Siyahlarla ilgili birçok önyargısı olan, eÄŸitimsiz ve ÅŸiddete meyilli, ancak iyi kalpli ve yürekli Tony ile ÅŸiddet karşıtı Don arasındaki dostluk, daha farklı bir ÅŸekilde anlatılabilir miydi? Sanırım evet, ama yer yer bir yol filmine de dönüÅŸen ve sıcak renkleriyle ve rahat, acelesiz üslubuyla insanın içine huzur veren bu filmi sevdiÄŸimi söyleyebilirim. Öte yandan sonunun bir Christmas filmi gibi bitmesi nedeniyle “yönetmen bu tatlıya baÄŸlama iÅŸini biraz abartmış olabilir mi? diye düÅŸünmeden de edemiyorum.
 
Bohemian Rapsody’ye gelince, AÄ°DS hastalığı bugünlerde kimseyi çok irrite etmiyor, ama 80’lerde hastalığın ilk örneklerinin görüldüÄŸü yıllarda neredeyse adının anıldığı yer bile karantinaya alınıyordu. Film, bu hastalıktan öldüÄŸü bilinen ilk yıldızlardan Freddie Mercury’nin hikayesine odaklanıyor. Elbette sadece Mercury’ye deÄŸil, Queen’e de odaklanıyor; ama Queen’den çok Queen’in ikonik solistine bir saygı duruÅŸu niteliÄŸi taşıyor. Freddie Mercury’yi canlandıran oyuncu Rami Malek’in En Ä°yi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldığı filmi izlemeyi tecih etmeyenlerin de olacağını tahmin etmekle birlikte sinemasal kalitesiyle seyre deÄŸer bir yapım olduÄŸunu belirteyim….

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.