Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Türkistan – Erzurum – Sivas Hattında Bir Çay Sohbeti

Arkeolojik kazılarda ele geçen bronz bir kabın içerisinde rastlanan çay yaprağı kalıntıları, çayı tüketen en eski Türk topluluğunun Hunlar olduğunu gösteriyor. Ancak Hunların tüketiminin tarzı ve boyutu hakkında başka bilgiye sahip değiliz.



Bununla birlikte büyük Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevî’ye atfedilen bir menkıbeden, daha 12. yüzyılda, çayın Türk köylüleri arasında misafire ikram edilen bir içecek olarak kullanıldığını öÄŸreniyoruz.
 
Çay kadehte dîde-efrûz olmalı
Lebrîz ü lebreng ü lebsûz olmalı
 

Menkıbe ÅŸöyledir: Yesevî Hazretlerinin yolu bir gün Çin sınırındaki Türkistan köylerinden birine düÅŸer. Sıcak havanın da etkisiyle çok yorulmuÅŸtur. Tesadüfen evine misafir olduÄŸu çiftçinin gebe karısı doÄŸum yapmak üzeredir. Hoca’nın geliÅŸini fırsat bilen çiftçi, karısının acı çekmeden doÄŸurması için ondan dua etmesini ister.

Erzurum ve Kars’ta yaygın semaverin hem adı hem kendisi, bardak makamında kullanılan istekan sözcüÄŸü, kıtlama tekniÄŸi ve daha pek çok unsur da Rusya’dan geçmiÅŸtir. Çayın Anadolu’ya giriÅŸ kaynaklarından birisi de Kafkasya göçleridir. Yedinci Åžehir yazarı ve kendi ifadesiyle “iflah olmaz bir çay tiryakisi” olan merhum Özkan Yalçın, bugün Amasya bölgesinde yaygın çay ve semaver tutkusunu Safevilerden sonra gelen Azeri göçmenlere dayandırır. 18. yüzyılda ortaya çıkan ve Ragıp MemiÅŸoÄŸlu’nun 20 kıta olarak derlediÄŸi Çayname iÅŸte bu Azerilerin eseridir.

Yesevî Hazretleri de bir dua yazar. Duayı kadının beline baÄŸlarlar ve sonunda kadın kolay bir doÄŸum yapar. Bu duruma çok sevinen çiftçi, hemen çay kaynatıp Hoca’ya ikram eder. Sıcak çayı içen Ahmet Yesevî terler ve yorgunluÄŸunu atar. Sonra da “Bu ÅŸifalı bir ÅŸey imiÅŸ, hastalarınıza bundan içirin ki ÅŸifa bulsunlar. Allah kıyamete kadar bu içeceÄŸe revaç versin” diye dua eder. Ä°nanışa göre çay bundan sonra bütün Türkler arasında yaygınlık kazanır ve ÅŸifa verici bir içecek olarak tüketilmeye baÅŸlar.

Kafkasya ve Ä°ç Asya’nın tarihine damgasını vurmuÅŸ olan üç siyasi topluluk; Ruslar, Ä°ranlılar ve Türkler arasında sulh zamanlarında yaÅŸanan kültürel iliÅŸkiler sırasında bazı kültür unsurları el deÄŸiÅŸtirerek birbirine geçmiÅŸtir. ÖrneÄŸin Çin’de yönetici elitin konuÅŸtuÄŸu Mandarin lehçesindeki “ça”nın küçük bir deÄŸiÅŸiklikle “çay”a dönüÅŸerek Rusya, Ä°ran ve Türkiye’de de aynı ÅŸekilde telaffuz edilmesi, üç kavim arasında asırlarca sürmüÅŸ olan sosyal, ekonomik ve politik etkileÅŸimin ürünüdür.

Avrupalıların çayla tanışmaları ise coÄŸrafi keÅŸifler ve sömürge hareketleri sayesinde olmuÅŸ ve derhal kahve, kakao ve ÅŸeker gibi çayı da sömürge maddesi haline getirmiÅŸlerdir. 19. yüzyılda Ä°ngiltere, sömürgesi Hindistan’da Assam çayını üretmeyi baÅŸarırken, yüzyılın ikinci yarısında Ruslar Karadeniz, Ä°ran ise Hazar Denizi kıyılarında üretime baÅŸladı. Çalışmak için Rus ÅŸehirlerine giden Artvinli ve Rizeli Türkler buradan getirdikleri fidanları ekmek suretiyle Anadolu’da amatör çay üretimini baÅŸlattılar. II. Abdülhamid döneminde Japonya’dan getirtilen çay fidanları Bursa, Selanik ve Ä°stanbul’da ekildi ise de, gerekli ekolojik ÅŸartlar mevcut olmadığından üretim gerçekleÅŸemedi.

KurucayTANZÄ°MAT VE ÇAY

Anadolu’da çay kullanımına dair ilk bilgileri Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde görüyoruz. Seyyah-ı ÅŸehîrimiz 1630’larda Ä°stanbul’dan ve Bitlis’ten verdiÄŸi örneklerle çay kullanımına iÅŸaret ediyor. Ancak bu kullanımın bugünkü tüketim biçimiyle benzerliÄŸi olmayıp, çay ÅŸifalı bitki makamında mutfaklarda bulundurulan bir ıtriyat olmaktan öte geçememiÅŸtir. Çayın farmakolojik amaçlarla ve çok sınırlı bir kesim tarafından tüketimi Tanzimat’a kadar sürecektir.

Sivas’ta geçen ÅŸu anekdot da buna delalet eder: 1838 yılında Alacahan köyünde bir gece konaklayan Prusyalı subay Helmuth von Moltke, hane sahibinin sunduÄŸu yemeÄŸin ardından nevalesinden çıkardığı Rus çayını demleyerek köylülere ikram etmek jestinde bulunur. Alacahanlılar ilk defa tattıkları içecekten büyük lezzet duyarlar.

Moltke köyden ayrılırken, mihmandar köylünün kendisine armaÄŸan olarak bir tazı (Kangal köpeÄŸi olmalı) vermesi karşılığında o da köylülere ÅŸeker ve çay hediye eder. Moltke’den tam 81 yıl sonra ÅŸehrimize gelen bir baÅŸka yabancının anlattıkları, çay kültürünün artık yerleÅŸmesini tamamladığını kanıtlar niteliktedir. Zira 1919 yılındaki kongre çalışmalarını izlemek üzere Sivas’a gelen Amerikalı General Harbord, Mustafa Kemal’le görüÅŸmesi sırasında kendisine bisküvi ve çay ikram edildiÄŸini anlatacaktır.

Bölgesel yakınlıktan dolayı OrtadoÄŸu halkları çayı Avrupalılardan önce tanımıştır. Ordusunun saÄŸlığına büyük önem veren Timur’un, devamlı zinde kalmaları amacıyla askerlerine çay içmeyi zorunlu tutmasının sonucunda, bu alışkanlık Timurluların her gittiÄŸi yere taşınmıştır. 16. yüzyılda günün her saatinde çayın içildiÄŸi Isfahan’da Çin çayı satan çayevleri faaliyete geçmiÅŸti. Ruslar da çayı MoÄŸollarla Tatarlardan öÄŸrenmiÅŸlerdir. Bugün ülkemizin doÄŸusunda geçerli olan birtakım pratikler, çayın Türkiye’ye giriÅŸinde Ä°ranlılar ve Rusların rolünün bulunduÄŸunu göstermektedir. Van ve Hakkâri’de çayın çok demlenmiÅŸ ve koyu içilmesi Ä°ran tarzı tüketimi hatırlatır.

Tanpınar’ın ifadesiyle “bir medeniyet dairesinden çıkıp bir baÅŸka medeniyet dairesine girdiÄŸimiz” Tanzimat devri; idari, siyasi, ekonomik yeniliklerin yanı sıra sosyokültürel dönüÅŸümümüzün baÅŸlangıcı kabul edilir. Türk beslenme kültürünün de deÄŸiÅŸim geçirdiÄŸi bu devir, düzenli kahvaltı alışkanlığının yanında, çayın bugünkü anlamda kullanılmasının da baÅŸlangıcıdır. Kırım savaşı sırasında müttefiklerimiz olarak Ä°stanbul’a yerleÅŸen Ä°ngiliz ve Fransız askerlerinin aileleri Ä°stanbul’da çay kullanımının yaygınlaÅŸmasında model oluÅŸtururken, bu harpten ve 93 Harbi’nden sonra Kırım, Kafkasya ve diÄŸer Türk yurtlarından koparak Osmanlı topraklarına hicret eden Çerkez, Karapapak ve diÄŸer Türkmen topluluklar çay kültürlerini yeni yurtları olan Anadolu’ya taşıdılar.

Avrupaî yaÅŸam biçimine kapılarını açan Türk toplumu, bu dünyaya tamamen teslim olmuÅŸ deÄŸildir. Åžehzadebaşı-Direklerarası hattında gezintiye çıkmaya baÅŸlayan Türk kadınının çarÅŸafı, peçesi ve ÅŸemsiyesi ile zarif bir Osmanlı hanımefendisi silueti çizmesi ya da Batı MaÄŸrib (Fas) kökenli fesin kısa sürede Osmanlı erkek tipolojisini belirleyen bir simgeye dönüÅŸmesi, Osmanlı’nın “öldü” denilen zamanlarında bile, aldığı yabancı kültür unsurlarını kendi hayatına katacak, milli bir üslup kurabilecek kadar yaratıcı olduÄŸunun kanıtıdır. Tanpınar, Avrupakârî bir saatin, yine Frenk iÅŸi bir komodinin üzerine konulduÄŸunda bile üzerine atılan bir iÅŸlemeli örtü ile, bir dantel parçası ile Müslümanlaşıverip öz üslubumuzun bir öÄŸesi haline geliverdiÄŸini yazar. Aynı ÅŸekilde Rusya kökenli semaverin üzerinin rengârenk eliÅŸleriyle kapatılması, Çin kökenli çaydanlığın altına geleneksel nakışlarla bezeli örtüler serilmesi ya da fincanın etrafının aÄŸaç ya da pirinçten mamul oymalı kakmalı zarflarla kuÅŸatılması bu nesneleri millileÅŸtiren uygulamalardır.

Özbeöz Rusça “samovar”ın bozularak “semaver” ÅŸeklinde fonetiÄŸimize uydurulması müthiÅŸ bir buluÅŸtur. Dili ve kulağı okÅŸayan letafetiyle ilk anda ÅŸark dillerine özgü bir sözcük hissini veren semaver, Rusçada “kendi kendine” anlamını karşılayan “samo-” önekiyle “kaynamak” manasındaki “varit” fiilinin birleÅŸmesinden oluÅŸan “samovar”dan Türkçemize geçmiÅŸtir. Aletin kültürümüzde köklü bir yer edinmesi nedeniyle, kelimeye Müslüman doÄŸu dillerinden anlamlar yüklenerek, ÅŸark kültürüyle bütünleÅŸtirilmek istenmiÅŸtir. Kelimenin üç hecesinden birincisi, Farsçada “üç”; ikincisi Arapçada “su” anlamındadır. Son hecesi ise, Türkçe “vermek” fiilinin emir halidir. Böylece “üç su ver” ÅŸeklinde düzgün ve anlamlı bir cümle ortaya çıkmaktadır. Bu yapı çaya uyarlanınca “üç bardak çay ver” anlamına gelmektedir. Sözlü halk kültüründe yaÅŸayan bu tezden ötürü kimi çevrelerce “çay kanunu” olarak kabul gören bu kurgu, bir bakıma içilecek çayın makul miktarını da belirlemiÅŸ olmaktadır.

1860’lardan itibaren kahvehanelerde çay da satılmaya baÅŸlar. Çok geçmeden sadece çayın satıldığı çayhaneler açılır. Bugün olduÄŸu gibi Osmanlı döneminde de gurbetçi yönüyle gördüÄŸümüz Sivaslılar payitahtın kimi köÅŸelerindeki kahvehanelerde kâh iÅŸletmeci, kâh müdavim olarak karşımıza çıkar. Ezbider (Akıncılar) köyünden Musa ÇavuÅŸ’un BeÅŸiktaÅŸ’taki kahvehanesi 1890’larda fırın iÅŸçileri, hamallar, Yıldız ve ÇıraÄŸan sarayları aÄŸalarıyla, iÅŸsizler tarafından dolup taÅŸmaktaydı. Direklerarası’ndaki UÅŸaklar Kahvesi ise iÅŸçilik ya da konaklarda uÅŸaklık yapmak için gelen Kastamonulu ve Sivaslı gurbetçilerin buluÅŸma yeriydi.

Sermet Muhtar Alus, her ne kadar adı kahvehane olsa da, burada kahve deÄŸil, çay içildiÄŸini belirtmektedir: “Ä°skambil, tavla, domino gibi oyunlar yok, tütün kahve tiryakisi olan da yok. Gelsin çay.” Yazara göre burada kahve yerine çayın tercih edilmesi, tamamen ekonomik sebepten kaynaklanmakta idi: “Birbirine ikram yok, hepsi meteliÄŸinin hesabını tutar, nasıl tutmasın ki, on beÅŸinde tüysüz oÄŸlanın köyünde bir karısı vardır ve Ä°stanbul gurbetine çıktıktan yedi sekiz ay sonra bir çocuÄŸunun doÄŸduÄŸu haberi gelmiÅŸtir. AÅŸar borcu, yol vergisi, ölen öküzün yerine alınacak yenisinin parası, candarmanın aidatı hep buradan gelecek.”

semaverÇAY, KEYÄ°F VE RÄ°TÜEL
Çayı ayran, ÅŸerbet ve kımız gibi diÄŸer köklü içeceklerden ayıran bir fark da, bunun keyif vericiler ailesine girmiÅŸ olmasıdır. Åžarkiyatçılar, doÄŸu insanının mutluluÄŸu için en sıradan, küçük ve basit gerekçelerin bile yeterli olduÄŸunu belirtir. Geç tanınmasına raÄŸmen, çayın kısa sürede mükeyyifât sınıfına dâhil olmasının altında yatan en önemli faktörlerden birisi, keyif anlayışındaki bu özgünlüktür. Çay takımı denilen araç ve gereçlerin gündelik hayata hızla girmesi ve bunların Türk-Ä°slam motifleriyle millî geleneklere uyarlanması, çay içme eyleminin en nesnelleÅŸmiÅŸ ritüelidir.

Çayın odun ateÅŸiyle ve semaverde hazırlanmış olanının makbul sayılması, fincan yerine bardakta içilmesi, katkı maddesi olarak ÅŸeker kullanılması vs. hep Türk’ün damak zevkinin ifadesidir. KonuÄŸa yapılan çay ikramında konukseverlik, samimiyet, tevazu, sadelik, paylaÅŸma, zevk, zarafet, duygusallık, nezaket, sefa gibi olumlu hislerin hepsi gizlidir. DemlenmiÅŸ çayın yaydığı koku ile bardaktaki göz kamaÅŸtıran parlak kırmızılık, hâzırûn arasında dengeli bir zevkin paylaşımına yol açar. Çay ikramı, ev sahibinin varlık derecesinden kiÅŸilik yapısına birçok özelliÄŸi yansıtır.

Çıldırlı Âşık Åženlik (1850–1913), misafir gittiÄŸi halde kendisine beklediÄŸi ilgiyi göstermeyen zengin ev sahibine söylediÄŸi taÅŸlamada, çay ikram edilmemesini onun kabalığına yorar: “Öz köyüne teklif ettin sen bizi/ Sen neyleridin âşığı sazı/ Def çalıp oynadaydın gelini kızı/ Bardaksız, ÅŸekersiz, çaysız it oÄŸlu it.”

Çay tüketiminin beslenme kültürümüze özgü adabımuaÅŸeret ilkeleri çerçevesinde yerel geleneklere uyarlanması Türk iÅŸi çay sanatı olarak deÄŸerlendirilebilir. Daha fazla çay içilmeyeceÄŸini ima etmek için (ikram edenin hatırının kırılmaması adına) Sivas’ta çay kaşığının boÅŸ bardağın aÄŸzına düz biçimde uzatılmasının Erzurum’daki karşılığı boÅŸ bardağın tabak içerisinde yan yatırılmasıdır. Bu ima Hakkâri ve çevresinde bardağın tabaÄŸa ters çevrilmesiyle gösterilir. Erzurum’da, belirtilen hareketi yapsanız da mihmandarın “cırıldım çayı” veya “zor çayı ” denilen son bardağını da içmeden edemezsiniz.

Sohbet Erzurum üzerinde giderken, 1989 yılında ilk defa gittiÄŸimde Erzincankapı çayhanelerinden birinde karşılaÅŸtığım, garsonun esnafa götürdüÄŸü çayları soÄŸutmamak için, çay tabaklarını bardağın üzerine kapatıp sonra el çabukluÄŸuyla ters döndürüp bardağı tabağın içerisinde baÅŸ aÅŸağı ettiÄŸi, ancak bir damla bile çayın ziyanına meydan vermediÄŸi fizik hareketini hayranlıkla izlediÄŸimi anlatmazsam yazının eksik kalacağını düÅŸünüyorum.

Türk çay geleneÄŸinde sıvının niteliÄŸi de ÅŸiirsel bir dille belirlenmiÅŸtir: “Çay kadehte dîde-efrûz olmalı/ Lebrîz ü lebreng ü lebsûz olmalı”. Yani cam bardaktaki çay, göz kamaÅŸtıracak kadar parlak, dudağı yakacak derecede sıcak, bardak aÄŸzına kadar dolu olmalı ve içildiÄŸinde ağızda buruÅŸturucu bir tat bırakmalıdır. Böylelikle çay sefasını dört ana kaideye oturtan bu dizeler, “dudak payı” adıyla bilinen alışkanlığa da reddiyedir bir yerde.

caylarBir baÅŸka açıdan bakıldığında, bu mısralarda çayın havâss-ı hamse, yani beÅŸ duyu üzerinde yarattığı tesiri de görmek mümkündür. Zira çayın rengi, görme duyusunu; kokusu, koklama duyusunu; lezzeti, tatma duyusunu; bardağın sıcaklığı, dokunma duyusunu; ÅŸeker karıştırılırken duyulan ahenkli şıkırtı ise iÅŸitme duyusunu uyarır. Ahmet Kemâl Üçok’un enfes üslubuyla tarif ettiÄŸi üzere, duygusal Türk halkı, çayı maddî aÅŸkla özdeÅŸleÅŸtirmiÅŸtir: “Rengi canânın yanağını, kokusu dahi ÅŸemîm-i yâri hatırlattığı gibi billur bardağın ortası ince olması canânın belinin inceliÄŸini, üstü ile altının geniÅŸliÄŸi de sevgilinin göÄŸüs ve kalçasının dolgunluÄŸunu ihtar eder. Hele kaşık ÅŸakırtısının kanarya veya bülbülün terennümünden ne farkı var?”

Tarihçi dostum AÄŸahan Begliyev, ülkesi Türkmenistan’da odun ateÅŸinde yapılmayan çayın muteber sayılmadığını belirtir. Onun anlatışına göre nefis bir çayın üç kaytarma aÅŸamasından geçmesi gerekir: Kitri adı verilen kapta kaynayan su, içerisinde yeterli miktarda çay yaprağı bulunan çâyneÄŸe kaytarılır, yani dökülür. Hazırlanan çay, sıra sıra dizilmiÅŸ olan kâselerden birine kaytarılır. Ardından kâsedeki çay yeniden çâyneÄŸe boÅŸaltılır. Bu iÅŸlem üç defa tekrarlanır. Amaç çay yaprağının suya iyice karışarak rengini bırakmasını ve sonra da dibe çökmesini saÄŸlamaktır. Üç defa kaytarma iÅŸi halk arasında ÅŸöyle ifade edilir. Bir kaytar(ır)san lay, iki kaytar(ır)san may, üç kaytar(ır)san çay olur. Yani birincisinde alacalı, ikincisinde ortalama rengi haiz, üçüncüsünde ise tam kıvamlı çay elde edilir. Üç kere kaytarma iÅŸinden sonra çâyneÄŸin üzeri bir havluyla kapatılarak çayın üstü yapılır, yani demlendirilir. Åžu tarif, kökeni Türkmenistan’a dayanan Ä°lbeyli Türkmenlerine mensup annemin tarifinden hiç farklı deÄŸil.

Erzurumlu ÅŸair Ä°hsan ÇoÅŸkun Atılcan’ın kıtlamayı tarif eden aÅŸağıdaki dörtlüÄŸünde limona açtığı savaÅŸ ÅŸayan-ı dikkattir: “Ufak ufak kırılmakta ÅŸekerler/ Dil üstünde kıtlamasın içerler/ Limon, çayın namusunu lekeler/ Bâkiresi bir bardakta taze çay”Kıtlamalık ÅŸeker imalinde meydana gelen tozlardan mülhem olsa gerek, Erzurum’da fabrikasyon ürünü “toz ÅŸeker”in adı da “ÅŸeker tozu”dur. Bu özgünlüÄŸe katkı bakımından, aynı yöre insanının kuru çayı ifade için tam isabetli olarak “çay otu” deyimini kullandığını da belirtmek zorunda hissediyorum kendimi.

“SEN KITLAMA Ä°ÇME GAYMAKAM BEG!”
Kıtlama tekniÄŸinin, ÅŸekerden tasarruf etmek amacıyla Harb-i Umûmî’nin yol açtığı kıtlık yıllarında ortaya çıktığı bilinse de, bu da semaver gibi Rusya’dan alınma bir alışkanlıktır. 19. yüzyıl Rusya’sında traktir adı verilen çayhanelerde kullanılan bu teknik aynıyla Kars ve Erzurum’a duhul etmiÅŸ, oradan muhacirler marifetiyle Sivas’a taşınmıştır. Bu teknikte leblebiden daha küçük ÅŸeker parçası yanakla üst çene kemiÄŸi arasına hapsedilir. AÄŸza götürülen çay yudumu buradan emilmek suretiyle diÅŸler arasından süzülen cüzi ÅŸekerle tatlandırılır. Bu kadarcık ÅŸekerle yirmi bardaÄŸa yakın çay içen Erzurumlu tiryakilere bu satırların yazarı defalarda ÅŸahit olmuÅŸtur.

Hemen belirtelim ki fabrikasyon ürünü küp ÅŸekerle bunu yapmanın imkânı yoktur. Ayrıca kelle ÅŸeker parçasını, birden erimesine fırsat vermeden aÄŸzın belirtilen bölgesinde hıfzetmenin ilmini de bilmek gerekir. Aksi takdirde her yudum için koca bir ÅŸekeri feda etmek gerekir ki, bunu ne mide ne de cüzdan kaldırır. Bu, kıtlık nedeniyle ÅŸeker bulamadıkları için tiryakilerin çaylarını üzüm, kayısı ve erik kurularıyla tatlandırdıkları bir dönemde yaÅŸanan ÅŸu olayla sabittir: Kars’ın bir köyünde yaÅŸayan AÄŸa namıyla meÅŸhur varlıklı kiÅŸi, biriktirdiÄŸi ÅŸekerlerle çay içtiÄŸi esnada kaymakam çıkagelir. Misafire derhal çay ikram edilir. Kaymakam önündeki ÅŸekerlerden bardaÄŸa üçer dörder parça atarak karıştırmaya baÅŸlar. KonuÄŸun ölçüsüz tüketiminden canı yanan AÄŸa, onun da kendisi gibi kıtlama içmesini, bu halde daha fazla lezzet alacağını söyler. Kaymakam teklife uyarak, çayı kıtlama içmeye baÅŸlar. Ancak iÅŸin tekniÄŸini bilmediÄŸinden, her yudum için aÄŸzına bir tane ÅŸeker atıverir. Åžekerlerin dibe vurması karşısında adeta yüreÄŸine kor düÅŸen Karslı AÄŸa bunun üzerine yaptığı teklifi geri alır ve ÅŸöyle seslenir: “Gaymakam beg evlâdım, öyle gıtlama içip menim üregimi yandıracağına, bildiÄŸin kimi salma iç de öz üregin yansın!”

Kıtlık yıllarında tatlandırıcı ihtiyacını bu ÅŸekilde karşılayan insanımız, bardağı da kendisi imal etme yoluna gitmiÅŸtir. Ä°spirtoya batırılan ipin bir ÅŸiÅŸenin ortasından baÄŸlanarak yakılması ve suyun altına tutulan kızgın ÅŸiÅŸenin ip çizgisinde kendiliÄŸinden düzgün biçimde çatlamasıyla elde edilen yarım ÅŸiÅŸenin ağız kısmının eÄŸelenmesiyle meydana getirilen bardak yapım tekniÄŸini, Sivaslılar yakından bilirler.

Posoflu Aşık Zülâlî (1873–1959), kıtlık yıllarını yansıtan koÅŸmalarında çay yokluÄŸunu da iÅŸlemiÅŸtir:

***

Yavan, yaÄŸsızlıktan belim büküldü,
Zayıfladım, damarlarım söküldü,
Kahve, çaysızlıktan gözüm töküldü,
Bir ÅŸey yok içeyim ayrandan baÅŸka.

***

Vakit geçiririm ÅŸunda ha bunda,
Bir yarım sigara içerim günde,
Çay, kahve takımı arama bende,
Kerpiçten yaptığım fincandan baÅŸka…

Kıtlığın yol açtığı sefalet, bir yandan tiryakileri canından bezdirmiÅŸ, bir yandan da mutfak eÅŸyalarının çürüyüp yok olmasına neden olmuÅŸtur. Bununla ilgili olarak Zülâlî’nin “Åžekerim Kalmadı Kahvem Tükendi” baÅŸlıklı ÅŸiirine müracaatta fayda vardır. Sivas’ta meskûn Erzurumlu muhacirlerin, çay yokluÄŸuyla karşılaÅŸtıkları kıtlık yıllarında söyledikleri ve sonradan tekerleme formatı kazanan deyiÅŸ de ÅŸöyledir: “Çay çıktı kırka/ Ä°çeriz korka korka/ Çay çıktı yüce daÄŸ başına/ DemliÄŸi getir karşıma/ Üç gündür içmemiÅŸem/Aklım gelsin başıma.”

SEMAVER VE TASAVVUF
Semaverin mucidi Ruslar olsa da, ona kültürel deÄŸer yükleyen Türklerdir. Bu nedenle Çin ve Japonya’daki çay demleme sanatı ve ritüelinin, kültürümüzde semaverle ifadesini bulduÄŸunu söylemek mümkündür. Bu usûl, çay hazırlamanın ve takdiminin en şık, en zarif ÅŸekli kabul edilmiÅŸtir. Rus aristokratları gibi bazı Osmanlı elitinin de yanlarında taşıdıkları odun kömürüyle çalışan bu alet yardımıyla yapılan içecek, “Semaya yükselir dûd-ı siyâhı / Semaverle yapılır çay padiÅŸâhı” beyti ile övülmüÅŸtür. Semaver çayı, özellikle akÅŸam sohbetleriyle mana kazanan Türklere mahsus misafir ağırlamalarının vazgeçilmez enstrümanı olmuÅŸtur.

Pîr-i Türkistan Hazretlerinden gelen mirasla tasavvuf çevrelerinde çayın kutsiyet kazanması gibi, semaver de sûfî meclislerinde özel bir yere oturmuÅŸtur. Tarikat ehlinin akÅŸam ve gece ayinlerinde zinde kalmak için kahve içmeleri alışkanlığı, çayın yaygınlaÅŸmasından sonra bu içecekle devam ettirilmiÅŸtir. Zikir aralarındaki dinlenmelerde, semaverin etrafında yapılan dinî ve dünyevî sohbetin, gönülleri tedavi etmekte etkili olduÄŸuna inanılmıştır. Ä°ÅŸte tıbbî açıdan beyin ve vücudun diÄŸer uzuvlarına saÄŸladığı faydalarla çay, Allah’ın bahÅŸettiÄŸi nimetlerin en büyüklerinden biri kabul edilmiÅŸ; semaver ise manevi yönden gönüllere safa veren bir ortam hazırlamasından dolayı ÅŸifahaneye benzetilmiÅŸtir. Sûfîler “EÅŸ-ÅŸâyü ÅŸarâbü’l-âşıkîn” fehvasınca çayı içip kendilerinden geçmiÅŸler; hatta bu yüzden onu, “küçük derviÅŸ” saymışlardır.

Birçok varyantı bulunan Çayname (Çay Ä°lahisi ya da Semaver Ä°lahisi olarak da maruftur), çayın tasavvufî halk ÅŸiirimize konu ediliÅŸinin en erken örneklerindendir. “Hüner senin ay semaver” nakaratlı ÅŸiirin “Semaverin bacası var/ KarabaÄŸ’da yücesi var/ Kafkasya’da hocası var” dörtlüÄŸünde semaverin kökenine vurgu yapılırken; “Semaverin çayı çiçek/ Gelin ihvanlar çay içek/ Çay olmayan meclisi geçek” dörtlüÄŸünde çaysız oturmaların anlamsızlığına dikkat çekilmiÅŸtir. “AkÅŸamdan çaya baÅŸlanır/ Suyu tükense aÅŸlanır/ Yârim bundan pek hoÅŸlanır” ve “Semaverin kulpu iki/ Hiç durmadan çeker zikri/ Ä°çtik çayı ettik ÅŸükrü” dörtlükleri çay ve semaverin tasavvufi hayattaki yerini belirler.

Amasya kültüründe semaverin elmadan daha eski ve köklü bir yere sahip olduÄŸu ileri sürülmektedir. Bugün müstakil meskenlerde olduÄŸu gibi apartman dairelerinin balkonlarında sabah çayları semaverde demlenmekte; soÄŸan tarlasına giden iÅŸçi kadınlar, beraberlerinde semaver götürmektedirler. Ahmet Turan Alkan da, Sivas’taki Yukarı Tekke mevkii eteÄŸindeki mesire yerinde yakın zamanlara kadar sûfîlerin toplandıklarını ve burada semaver çayı içerek yukarıdaki ilahiyi söylediklerini anlatmaktadır.

Sözlü edebiyat açısından üretken bir yapıya sahip olan Türk milleti, çay hakkında çeÅŸitli ürünler ortaya çıkarmıştır. Yüzyıllar önce kahvenin sosyal yönüne iÅŸaret etmek için söylenmiÅŸ olan düzgü, çay ve çayhanenin yaygınlaÅŸmasından sonra “Gönül ne çay ister ne de çayhane/Gönül sohbet ister çay bahane” ÅŸeklinde ifade edilir olmuÅŸtur. Yine yârân meclislerinde kahvenin yerini ve önemini betimleyen “Kahve ile tütün/Keyifler bütün” sözüne nazire yapılmak istenircesine, “Es-sohbeti bilâ çay/Ke’s-semâi bilâ ay” (Çaysız sohbet, kamersiz gökyüzü gibidir) tekerlemesi üretilmiÅŸtir. Çay konulu tekerlemeler sûfî meclislerinde daha sık kullanılmıştır: “Çayı icat etti bir pir/ Sabaha iki, akÅŸama bir” tekerlemesi uyarınca, boÅŸalan bardaklar yenilendikçe sohbet koyulaşır. Belli bir aÅŸamadan sonra içeceÄŸin zevki ve amacı unutulur; çay, konuÅŸan kiÅŸinin zihnini canlı tutan, enerjisini düzenleyen sıradan bir nesne hükmü kazanır. Ä°çeceÄŸin bu gücü, “Çay derviÅŸin mazotudur” sözüyle ifade edilmiÅŸtir.

Tekerleme konusunda hayli üretken olan Azerbaycan Türkleri ile DoÄŸu Anadolu bölgesindeki Azeriler arasında söylene gelen tekerlemelerden birisi ÅŸöyledir: “Çayın biri gaydadır/ Ä°kisi cana safadır/ Üçü dem getirer/ Dördü gem getirer/ Çıktın beÅŸe, vur on beÅŸe/ Çay nedir, say nedir?” Aynı tekerlemenin Sivas’taki söyleniÅŸ biçimi “Üç neÅŸe, sür beÅŸe/ Ev sahibi güleçse, sür ta on beÅŸe” ÅŸeklindedir.

Bu bahsi, çaÄŸdaÅŸ Özbek ÅŸairi Erkin Vahidov’un ÅŸu ÅŸiiriyle kapatalım: Gerçi ÅŸunça maÄŸrur tursa hem/ Piyalege egiler çaynak/ Åžunday ekan, manmanlik neçün?/ Kibru hava nimege kerak?/ Kemterin bol, hatta bir kadam/ Otma ÄŸurur astanesiden/ Piyaleni insan ÅŸuning-çün/ Öper daim peÅŸanesiden

AğırbaÅŸlı ve vakur insanın kendini beÄŸenmiÅŸ insana olan üstünlüÄŸünü çaydanlıkla fincan arasındaki iliÅŸkiyle izah eden ÅŸiiri sevgili V. SavaÅŸ Yelok Türkiye Türkçesine ÅŸöyle aktarır: Ne kadar gururlu dursa da çaydanlık fincana doÄŸru eÄŸilir. Öyleyse bencillik niçin, kibir ve heves neye gerek? Alçakgönüllü ol, hatta gururun eÅŸiÄŸinden bir adım bile atma. Ä°nsan bunun için öper fincanı daima alnından.

Çay Türkçemize sayısız kelime ve deyim kazandırmıştır. Sıvının tükenmesinden sonra demlikte kalan tortunun üzerine yeniden kaynamış su eklemek suretiyle çay elde etme tekniÄŸine aÅŸlama adı verilir. Kelimenin kökü aşılamadır ve bir anlamda, tükenen çaya dışarıdan müdahale ile hayat vermek, yeniden elde etmek için bu yönteme baÅŸvurulur. AÅŸlama tekniÄŸinin Sivas’taki adı çavuÅŸbaşı’dır. Bitlis yöresinde çay hazırlama eylemi çay bırakmak deyimi ile ifade edilmiÅŸtir. Sivas’ta kahvaltı tamamladıktan sonra katıksız içilen çaya kafa çayı adı verilir ki, keyif bu son bardaktadır. Batı bölgelerinde ise, layıkıyla hazırlanmış çay okkalı çay, Hacı çayı gibi ifadelerle övülmüÅŸtür.

Türkiye’nin bazı yörelerinde çocuklara ve hassas kiÅŸilere içirilen açık renkli ve ılık çay, paÅŸa çayı deyimiyle güzelleÅŸtirilmiÅŸtir. Bu deyim, Rusya’da daha çok kadınlar ile ince ruhlu kiÅŸilerin tercih ettikleri “offizerskiy çay” (subay çayı) denilen açık çay içme alışkanlığını hatırlatmaktadır. Osmanlı döneminde çay kullanmayı alışkanlık haline getiren kimseye Farsça çaynûÅŸ adı verilmiÅŸtir. Önüne geldiÄŸi kelimeye “çeken”, “çekici” anlamı katan Farsça “-keÅŸ” ekiyle Sivas’ta çaykeÅŸ tabiri türetilmiÅŸtir.

SONSÖZ
Çayın Türk sosyal ve kültür hayatındaki yeri birkaç kitap çıkaracak zenginliktedir. Yukarıda bunlardan çok azına iÅŸaret edilebildi. Ä°lk bakışta sıradan gibi görünen bir UzakdoÄŸu içeceÄŸinin kültür hayatımızda nasıl bir derinlik kazandığı ortadadır. Ne yazık ki, modern yaÅŸam biçimi, yeni nesilleri, birçok zenginliÄŸimiz gibi çayın güzelliklerinden de mahrum etmeye yetmiÅŸtir. Odun yerine elektrik, semaver yerine ketıl, çay otu yerine poÅŸetin kullanıldığı modern tüketim tarzı, Türk damak zevkini okÅŸamadığı gibi, sözlü edebiyat ürünlerini de alıp götürmektedir. Buna raÄŸmen toplumumuz çaydan vazgeçmemiÅŸtir. Çay tüketiminde hala en üst sıralardayız.

Son yıllarda çayhane anlayışında da belirgin bir dönüÅŸüm yaÅŸanmaktadır. Kars, Erzurum ve Sivas gibi bölgelerde çayhane cam ve tabelalarında görülen “közde çay” ya da “odun ateÅŸinde çay” ÅŸeklindeki sloganlar, çay zevkine dönüÅŸü müjdelemektedir adeta. Bu iÅŸletmelerin adlarının muhabbet, birlik, eren, sohbet, Mevlana, Karakoyun, Yunus Emre, Yesevi gibi edebiyat ve kültür tarihimize mal olmuÅŸ sembollerden seçilmesi; iç dekorasyonlarında çaÄŸdaÅŸ döÅŸeme malzemelerinin yanı sıra iÅŸlevini çoktan yitirmiÅŸ otantik eÅŸyalara yer verilmesi, söz konusu dönüÅŸümü tamamlayıcı niteliktedir. Böylece Pîr-i Türkistan Hazretlerinin menkıbesiyle baÅŸlatmış olduÄŸumuz çay muhabbetini yine onunla bitirmiÅŸ oluyoruz. Bu sonuç, insani ve evrensel deÄŸerlerin hiçbir zaman eskimeyen, asırlara hükmeden yönünü ortaya koymaktadır.

BÄ°BLÄ°YOGRAFYA
Nevzat KösoÄŸlu, Millî Kültür ve Kimlik, Ä°stanbul 1992; ReÅŸat Ekrem Koçu, “Direklerarası’nda UÅŸaklar Kahvehanesi” Ä°STA, c. VIII, Ä°stanbul 1996; Kemalettin Kuzucu, “Türkiye’de Çaycılığın Tarihî GeliÅŸimi”, TKÄ°D, S. 8, Ä°stanbul 2003; Hagop Mıntzuri, Ä°stanbul Anıları (1897–1940), Ä°stanbul 1994; Ä°skender Pala, Müstesnâ Güzeller, Ä°stanbul 1997; Ahmet Mahir PekÅŸen, Bir Yudum Kepenek Suyu “Sivas”, Sivas 2001; Stephan Reimertz, Çayın Kültür Tarihi, çev. M. Tüzel, Ankara 1999; Müjgan Üçer, Atalar Sözü Yerde Kalmaz, Ä°stanbul 1998; Ahmet Kemâl Üçok, Görüp Ä°ÅŸittiklerim, Ankara 2002; Müjgan Üçer, -Fatma PekÅŸen, DivriÄŸi’de Mutfak Kültürü, Sivas 2001.

Hayat Ağacı Dergisi, 15. sayıdan alıntıdır.

Yazan: Prof. Dr. Kemalettin Kuzucu

 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.