Bir kişi, ferdî menfaatini görmezlikten gelerek, insan türünün, daha da özelleştirirsek mensubu bulunduğu çevresindeki insanların maslahatını niçin önemser ve önceler? Bu davranışı mümkün kılan nedir? Böyle bir davranışı mümkün kılan ayırımı/faslı tespit, hiç şüphesiz, bir toplum, hatta bir millet olmanın sırrını da kulağımıza fısıldayacaktır. Dağılma ve savrulma, bütünlüğün kaybolması ise, bir kültüre bütünlüğünü, birliğini, dolayısıyla dirliğini veren nedir? Öyle bir ‘ne’ ki, diğer bütün özellikler bir şekilde erise bile parçaları bir arada tutmayı sürdürebilsin; sürekliliği koruyabilsin.
Hiç şüphesiz ister maddî ister manevî ‘menfaat’ kişileri bir arada tutmayı başarabilecek özelliği gösteren bir kavramdır. Menfaat yani fayda yapılan işten pay alan bireylerin, bizatihi aldıkları payı sürdürülebilir kılmak için birbirlerine katlandıkları bir bütün, bir birlik yaratır. Faydanın ortadan kalkması, katlanma nedenini de izale edeceğinden, birlik de, bütünlük de hızla erir gider. İnsanlar arasındaki maddî ve manevî beraberliği ifade etmek için, örnek olarak ‘amaç’ gibi, daha pek çok kavram kullanılabilir. Bütün bu kavramlar, hem birliğin kendi içerisindeki tutarlılığını hem de sürekliliğini sağlayacak şiddeti oranında göz önünde bulundurulur. Yine de amaç bireyler arasındaki ahengi elden geldiğince en yüksek oranda sağlamak ve sağlanan ahengi tüm musibetler karşısında sürdürmek ise bu kavramlar pek işimize yaramayacaktır.
Birliğin ve bütünlüğün kendisine dayandığı en önemli kavram, anlamak, dolayısıyla anlaşılmaktır. Nitekim Türkçede anlam, muhatabın anladığıyla ilişkilidir ve bu nedenle Arapçadaki söyleyen kişinin kasdını içeren, demek istenen anlamındaki mana kavramından farklıdır. İster bilimsel ister felsefî tartışmaların sağlıklı bir biçimde yürütülmesini mümkün kılan kavramlar/terimler için kullanılan ıstılah kelimesinin sulh yani barış sözcüğünden türetilmiş olması boşuna değildir. Çünkü kişi kullandığı ıstılahlarla aklı fesattan, dolayısıyla entelektüel ortamı fitneden korur; böylece hem kendisinin anlaşılmasını hem de dinleyen insanların kendisini anlamasını sağlar. Kadim düşünce geleneğimizde kavramın tanımının had yani sınır sözcüğüyle ifade edilmesi bu tespitle ilişkilidir; çünkü sağlıklı bir anlaşma dolayısıyla iletişim ancak ve ancak sınırları belirli, açık ve seçik olan kavramlarla mümkündür. Türkçedeki savaş kelimesinin sav sözcüğüyle ilişkisi, hiç şüphesiz, bütün savaşların, savlarla başladığını gösterir. Tersi de doğrudur bütün sulhlar/barışlar da ıstılahlarla başlar.
Ferdin menfaati yanında toplumun maslahatı biçiminde dile getirdiğimiz mukayesedeki ‘maslahat’ın da tıpkı ıstılahtaki gibi sulh kelimesinden türemesi dikkate değerdir. Toplum içi barışı koruyan bir şey, ancak o toplumun maslahatına uygun şeydir; tersi fitne ve fesattır. Öyleyse bir kişi için menfaat olan toplum için fesat olabilir; aksi de doğrudur: Toplum için maslahat olan kişi için zarar doğurabilir. Bu çıkarım nedeniyle toplumun maslahatı lehine kendi menfaatinden vazgeçebilen birey, toplumsal barışı korur; kendi menfaatini toplumun maslahatına tercih eden ise toplumu karışıklığa sürükler.
Şimdiye değin dile getirilenlerden anlamak ve anlaşılmakın, neticede anlamın büyük oranda dille ilgili olduğu, dolayısıyla ancak ve ancak aynı dili konuşan insanların birbirini anlayabileceği sonucu rahatlıkla çıkartılabilir. Bu çıkarım kısmî olarak doğrudur; çünkü dil gereklidir ancak yeterli değildir. Hiçbir zaman anlam, tek başına sözcüklere, dolayısıyla sese indirgenemez. Yukarıda mana kelimesi söz konusu olduğunda işaret edildiği üzere, mana bir kasdîlik (intentionality) içerir. Her kasıd (intention), bir manadır. Kişinin sesinde, deyişinde, kasdı, dolayısıyla iradesi içkindir. Nitekim Türkçede sıkça kullanılan yani (demek isteniyor ki) kelimesiyle ortak olan mana (demek istenilen) bir istemeyi, istenci barındırır. Burada ‘demek istenilen’ muhatap tarafından anlaşıldığında maksadın hâsıl olduğu, dolayısıyla anlama ve anlaşılma işleminin, kısaca iletişimin gerçekleştiği söylenebilir. Sese içkin iradenin, kasdın, hatta niyetin lafız dışında bir duygu-durumu barındırdığı açıktır. Bu duygu durumu köklerini dilin konuşulduğu kültür ortamında, toplumun vicdanında bulur; ortam/vicdan dile organiklik/bütünlük kazandırır.
Mevlana Celaleddin Rumî’nin “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar/anlaşabilirler” sözü, yukarıda özetlenen çerçevede düşünüldüğünde daha açık hâle gelir. İngilizceyi yabancı dil olarak öğrenen bir kişinin bir İngiliz’i, İngilizce kültür ortamında yetişen bir İngiliz gibi anlayamayacağı aşikârdır. Yalnızca canlı konuşmayı değil, herhangi bir kültür ortamında üretilen bir metni dahi hakkıyla anlamak, hakkında konuşmak, nüfuz etmek, büyük oranda o kültür ortamını yaşamayı zorunlu kılar. Dikkat edilirse şiir gibi edebî değeri yüksek duygu yüklü metinleri anlamanın simge değeri kazanmış terimlerle kaleme alınmış metinlerden daha zor olması iş bu durumdan kaynaklanır. Bir şeyin hakkında konuşmak, o şeyin hakikatini konuşmak, bir şeyi hakkıyla anlamak o şeyin hakikatini anlamaktır.
Bir şeyin hakk ve hakikatini anlamak için ise en temel şart, düşüncenin kavramsal, nedensel ve eleştirel doğasını bilmek, meleke haline getirmek ve uygulamaktır. Ötesi toplumun ürettiği artı-değere el koymak isteyen menfaatperestlerin kirli savaşıdır; sulhu/barışı ise ancak ve ancak toplumun maslahatını önceleyenler kurabilirler. Kısaca, konuya bağlarsak, toplumun maslahatını kendi menfaatine tercih etme işini de ancak o toplumun vicdanına mensup bireyler başarabilir. Bu nedenle, aynı dili konuşan değil aynı duyguları paylaşan kişiler millet olur.
Son söz: Birbirimize anlattığımız nice kötülüklerin hangi iyilikleri yok ettiğine hiç dikkat kesilebiliyor muyuz?
KAYNAK: ANLAYIŞ
Henüz yorum yapılmamış.