Sosyal Medya

Kürsü

Tarihten bir sayfa: Usta-çırak paşalar

İbrahim Kiras - Karar



Geçmiş devirde yalnızca esnaf ve zanaatkarlar değil devlet adamları bile usta-çırak eğitimiyle yetişiyorlardı. Onun için sözgelimi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dan eski kaynaklarda hep “Köprülü Mehmet Paşa’nın yetiştirmesi” diye bahsedilir. Ancak burada bahsedilen Köprülü konağında verilen “aile içi eğitim”dir daha ziyade. Klasik devirlerdeki “üstad-şâkird” eğitimi zaten esas olarak yöneticilerin konaklarında gerçekleşiyordu. Çünkü o devirlerde paşaların evi devlet dairesiydi. Tıpkı Padişahın sarayının aynı zamanda hükümet merkezi olması gibi. Bürokraside görev alacak kişileri yetiştirmeye yönelik modern okulların açılmaya başlanması devlet teşkilatının Avrupa tarzında yeniden organize edilmeye çalışıldığı Tanzimat yıllarındadır…
 
Anlaşıldığına göre bu yoldaki kurumlaşma devlet yöneticilerinin askeriye ve ilmiye sınıfı dışında teşekkül eden yeni bürokrasi (modernleşmiş “kalemiye”) zümresinden çıkmaya başladığı 18. asır sonlarında başlıyor esas olarak. Avrupa modelinde bir idare teşkilatının kurulması yolunda çabalara hız verilen bu devirde Babıali kurumu ortaya çıkmıştır.
 
Sivil bürokrasinin devletin yönetiminde etkisini iyice artırmış olduğu 19. yüzyılda iş başına gelmiş bulunan devlet adamları arasındaki usta-çırak ilişkisi yine bu dönemde karşımıza çıkan modern “Babıali kalemleri” bünyesinde gerçekleşiyordu. Pertev Paşa’nın yetiştirmesi Reşit Paşa… Reşit Paşa’nın yetiştirmesi Âli ve Fuat Paşalar ile Cevdet Paşa…
 
(Paşa unvanı bazılarını yanıltabilir. Burada adı geçen kişilerin hiçbiri asker kökenli değil. Osmanlı’da sivil bürokrasi mensuplarına da belirli üst seviyedeki mevkilerde görev aldıklarında bu unvan verilirdi. Bu kişileri askerlerden ayırt etmek için “mülkiye paşası” da denir. Yani “yüksek bürokrat”…)
 
***
 
Bugün bir başbakanın görevi devraldığı günün akşamında selefinin evine gidip elini öpmesi tuhaf olurdu herhalde… Gerçi bizde başbakanlık yok artık ama bu makamın bulunduğu herhangi bir ülkede de tuhaf olurdu böyle bir olay. Ama 19. yüzyılda her ne kadar modern bir devlet teşkilatı kurulmakta olsa da bürokrasi içinde usta-çırak ilişkisi çerçevesinde yetişmiş olan devlet adamları için bu tuhaf değildi.
 
Abdülhak Şinasi Hisar “Geçmiş Zaman Fıkraları”nda anlatıyor: Koca Reşit Paşa’nın yetiştirmesi Âli Paşa ilk defa olarak onun yerine Sadrazam nasbolununca bütün gözler bu paşalara çevrilmiş. İkisinin de şahsî dostu bulunan Dahiliye Kâtibi Saip Bey o gün Reşit Paşa’nın canı sıkılacağından, işini bitirir bitirmez onun yalısına gitmiş. (…) Sular kararmaya başlarken Koca Reşit Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısının pencerelerinden Sadrazamın saltanatlı kayığı görülünce bütün yalı halkı bir inşirah duymuşlar. Koca Reşit Paşa, yetiştirdiği genç Sadrazamı merdiven başında istikbal etmiş. Âli Paşa, Koca Reşit Paşa’nın eteğini öper derecesinde hürmet göstermiş. Gerçi Âli Paşa’nın sonradan bu görevde yapacakları hocasını memnun etmeyecektir ama bu ayrı bir konu…
 
1871’e kadar Sadrazamlık ve Hariciye Nazırlığı görevleri birkaç kısa süreli istisnayla hep Âli ve Fuat Paşaların uhdesinde olmuştur. Sultan Aziz bu paşaları sevemez ama yerlerini dolduracak başka adam bulamadığı için katlanmak zorunda kalırmış. Özellikle Avrupa başkentleriyle ilişkileri iki paşanın en önemli avantajıdır.
 
Yine Abdülhak Şinasi anlatıyor: Abdülaziz “Allah şu adamı başımdan kaldırsın” diye beddua edince başmayincisinin “Efendimiz, azlediverirseniz başınızdan kalkmış olur” demesine kızmış “Çık dışarı” diye bağırmış, “sanki ben azletmeyi akıl edemiyorum. Avrupa’da bu kadar tanınmış adam nereden bulacağım” diye söylenmiş. Elbette tanınmışlığından ziyade kişisel yetenekleri ve donanımı önem taşıyor. Paşa’nın parlak zekâsı ve etkileyici kişiliğiyle Avrupa diplomasi çevrelerinde de hayranlık uyandırdığı, hatta Fransa İmparatoru III. Napolyon’un “Keşke ben de Âli Paşa gibi bir hariciye nazırı bulabilsem” dediği rivayet edilir.
 
Binaenaleyh gerek Fuat gerekse Âli Paşaların devlet yönetiminde vazgeçilemez olduklarının bilinciyle hareket ettiklerini ilave etmeye gerek yok. Öyle ki Âli Paşa’nın vefatının ardından Sultan Aziz’in “Padişah olduğumu şimdi hissettim” dediği söylenir.
 
Diğer yandan… Tahsilli, kültürlü, Avrupa görmüş ve modern yaşayışa adapte olmuş olan bu paşalar devletin ve toplumun modernleştirilmesi konusunda ise son derece muhafazakâr bir çizgidedirler. Aydın düşmanlığı ve baskıcı yöntemler “Paşalar diktatoryası” diye isimlendirilen bu idarenin en önemli vasıflarıdır. Nitekim 1867 çıkarılan ve Paşa’nın adıyla “Âli Kararnâme” diye bilinen kararname basına yönelik kısıtlamalar ve baskılar getirdiği için Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi aydınlar yurtdışına kaçıp basın ve yayın faaliyetlerini Avrupa ülkelerinde sürdürmek zorunda kaldılar. Böylece Jön Türk hareketi doğmuş oldu.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.