Kürsü
Süleyman Seyfi Öğün: Sosyoloji öğrenmek lâzım
Follow @dusuncemektebi2
Süleyman Seyfi Öğün- Yeni Şafak
Venezuela üzerindeki baskılar devâm ediyor. Bu baskıların çeÅŸitli boyutları mevcut. Ekonomik ve siyâsal baskılar en âÅŸikâr olanları. Ama bunların berâberinde “entelektüel” baskılar da dikkât çekiyor. Bu, dünyâ çapında bir kampanya. Maalesef Türkiye’de de bunun uzantılarını görüyoruz.
Entelektüel baskı elbette ,siyâsal ve ekonomik baskılar kadar “acıtıcı” deÄŸil. Maduro’ya odaklanan ve abanan bu söylem; tornadan geçmiÅŸ, perdahlanmış bir nitelikte. Acıtmıyor belki, ama mide bulandırıyor.
Kurgusu aÅŸağı yukarı ÅŸu: ABD ve yandaÅŸlarının Venezüela’ya uyguladıkları baskıları; kibarca ve düÅŸük tonlu olarak “uygun” bulmayan bir girizgâhı var. Evvelâ zevâhir bir kurtarılıyor. Hemen ardından , “Ne var ki”, “Ama” , “Anlamak gerekir ki” gibi ifâdeler üzerinden zihnî tornaların bıçakları çalışmaya baÅŸlıyor. Uzun uzun, Maduro rejiminin yaptığı uygulamaların hatâları, kusurları sayılıp dökülüyor. Nihâyet Maduro’nun bir despot olduÄŸu ortaya konuyor. “Ârif olan anlar” kabilinden, bu müdahalenin baÅŸ sorumlusunun Maduro olduÄŸu îma ediliyor. Hâsılı, lâf dönüp dolaşıp ,”kibarca”, Maduro’nun bu müdahaleyi hak etmiÅŸ olduÄŸuna getiriliyor.
Ä°ÅŸin ilginç tarafı, bu tarz yaklaşımın, kendilerine “yeni” veyâ “liberâl sol” diyen çevreler tarafından getirilmesi. Åžimdi düÅŸünüyorum: Meselâ bu müdahale 1960’lar veyâ 1970’lerde olsaydı sol ne yapardı? Elbette kıyâmet koparılır; ABD emperyalizmi lânetlenirdi. Bunun ortodokslukla da bir alâkası olduÄŸunu zannetmiyorum. Meselâ Sartre saÄŸ olsaydı, kimbilir neler yazar, neler söylerdi? Herhâlde kimse Sartre’ın ortodoks bir komünist olduÄŸunu iddia edemez. Mesele eski ortodoks sol ile yeni liberâl sol ayırımında yatmıyor. Mesele düpedüz entelektüel dünyânın yaÅŸadığı homofobik nitelikleri olan ahlâkî çöküÅŸte yatıyor.
Solun toplumsal kültürel târihi zannedildiÄŸi gibi ezilen, sömürülen aÅŸağı sınıflarda deÄŸil, âdeta onların avukatlığını yapan orta sınıflarda yatıyor. Mesele, orta sınıfın entelektüel-kültürel târihindeki bir kırılma ve dönüÅŸüm ile alâkalı.
Bir kere baÅŸta iÅŸçi sınıfı olmak üzere, alt sınıflara kırgınlar. Ezilenler, onları dinlemedi. Anlamadılar ki, dinlesinler. Neler yapmadılar ki ezilenleri, sömürülenleri kurtarmak için.. Hapislerde yattılar, iÅŸkence gördüler, yaralanıp sakat kaldılar, öldüler… Ama bir türlü olmadı.. Gramsci, hapishanede yatarken en fazla buna kafa patlattı. Hegemonya kavramını oluÅŸturdu. Mücâdelenin, Marx’ın küçümsediÄŸi kültürel ve entelektüel alanlara da kaydırılmasını; bir karşıt hegemonya oluÅŸturulmasını savundu. Savundu da ne oldu? Netice koca bir fiyaskoydu. Mesele aslında ÅŸuydu: Entelektüeller sömürülen, ezilen sınıfların toplumsal ve ekonomik koÅŸullarından hareket ediyor, adına bilinçlendirme dedikleri bir öznel müdahaleyle dünyâyı deÄŸiÅŸtireceklerine inanıyorlardı. Hâlbuki alttakilerin zihin dünyâlarında olup bitenlere, hayâtı karşılama tarzlarına yabancıydılar. Che’yi ihbâr edenler Kiliseye baÄŸlı Bolivyalı köylülerdi. Hintli Komünistler, reenkarnasyona inanan Hint köylülerini ve iÅŸçilerini nasıl etkileyebilirlerdi ki?
Duvarın yıkılması, reel sosyalizmin çöküÅŸü imdatlarına yetiÅŸti. Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış oldu. Ä°lk olarak kapitalizmin zaferini kabûl ettiler. Ekonomik eÅŸitlik veyâ ekonomik demokrasi iddialarından külliyen vazgeçtiler. Kapitalizmin ÅŸampiyonluÄŸunu yaptığı, ama aslında ezip geçtiÄŸi muhayyel piyasa özgürlüÄŸünü benimsediler. Bu, onların halâ zihinlerinde yatan “alt yapı” kodunu doldurdu. “Alt yapı üst yapıyı belirler” ezberinden vazgeçmiÅŸ deÄŸillerdi. Lâkin bu alt yapı, karşı çıkılan deÄŸil; uzlaşılan bir alt yapıydı. Ona bir üst yapı gerekiyordu. Bu da siyâsal -kültürel demokrasi olacaktı. Piyasa özgürlükleri ile siyâsal kültürel özgürlükler birleÅŸecek, dünyâ kurtulacaktı. Nefret öznesi ekonomik düzen olmaktan çıktı. Bunun yerini “devlet” aldı. Sınıf mücâdelesinin yerini de sivil toplumculuk aldı.
Sivil toplum mücâdelesi , entelektüellerin , eskiden olduÄŸu gibi diÄŸerkamcılığına karşılık gelmiyordu. Artık yaÄŸma, bedava hapis yatmalar, ölmeler yoktu. Onlar, artık devletten soÄŸuyan yeni sermâyeye bitiÅŸecek; hayâtın zevklerini kucaklayan kendi kültürel dâirelerinden çıkmayacak, “uzaktan” bu mücadeleleri destekleyecek; dahası yöneteceklerdi. Devletin vesâyetine karşı çıkarken, vesâyetçiliÄŸin dikalâsını yapıyorlardı. Sivil toplum mücâdeleleri onların davası deÄŸil; acıma nesneleriydi. Acıdıkları bu nesnelerle, turistik ziyâretler, rustisizm, otantik ürün alışveriÅŸleri, mutfak, folklör üzerinden kurdukları plâstik baÄŸlar mevcuttu. Samimî deÄŸildiler. kendi aralarında sivil toplumun ahmaklığını konuÅŸmaya bayılırlardı. HDP ile yakın baÄŸlar kuran bir tanıdığım bir keresinde, katıldığı bir toplantıdaki izlenimlerini alay ederek anlatmış ve “Ayy ayol herifler kokuyordu” deyivermiÅŸti. Velhâsıl; diÄŸerkamcılığın yerini, ego merkezli bir hazcılık ve “dezavantajlılar” olarak nitelendirdikleri, içi homofobik hislerle yüklü olsa da, acıma nesnelerinin üzerinden geliÅŸtirdikleri tuhaf bir toplumsallaÅŸma almıştı.
Zaman içinde bir çeliÅŸki doÄŸdu. ÇoÄŸunluklar ve onların karizmatik liderleri tarafından kuÅŸatıldılar. Homofobik hislerini açığa çıkaran da bu oldu. istedikleri toplum bu deÄŸildi. Onların istediÄŸi, toplumun mümkün mertebe parçalı olmasıydı. ÇoÄŸulculuk kutsaması aslında bu arzularını anlatıyordu. ÇoÄŸunluklardan nefret etmek.. Ä°stedikleri çoÄŸulluÄŸa saygı duyan bir çoÄŸunluk deÄŸil; çoÄŸunluÄŸu olmayan uçuk bir çoÄŸulculuk… ÇoÄŸunluklar ve onları bir arada tutan her ÅŸeyden nefret etmek. Ne diyelim; sosyoloji öÄŸrenmek lâzım…
Henüz yorum yapılmamış.