Sosyal Medya

Kürsü

Yusuf Ziya Cömert: Belki de “Dünyada rahat yoktur.”

Yusuf Ziya Cömert- Karar



Gerçekten, yok mu bizim tezimiz? Şu dünyaya bir sözümüz? Dünyayı bırakalım bir tarafa, kendimize bir sözümüz?
 
Bu soruyu cevaplandırmaya çalışmış, Ziyauddin Serdar ve arkadaşları.
 
Tasavvufi oluşumlarla da temas kurmuşlar. ‘Gariplerin Kitabı’nın yazarı Şeyh Abdülkadir’in tekipçileriyle, Şeyh Nazım Kıbrısi’yle Konya’da Mevlevilerle...
 
İran, Suudi Arabistan, Türkiye, her tarafa bakmışlar.
 
İyi şeyler ve iyi olmayan şeyler görmüşler.
 
Endülüs üzerinde çok durmuşlar. Oradaki çok kültürlülük, oradaki medeniyet seviyesi.
 
O dönemde Malezya’nın Eğitim Bakanı olan Enver İbrahim’le tanışmışlar. Hatta Enver İbrahim onlara Endülüs’ten de söz etmiş. ‘Convivencia’dan. Convivencia ‘yaşa ve yaşamasına izin ver’ diye izah ediliyor. Endülüs’teki, değişik unsurların bir arada, barış ve refah içinde yaşamalarına gönderme yapan bir kavram.
 
Böyle bir entelektüel iklimi Malezya’da oluşturabilir miyiz? Bunu soruyor İbrahim.
 
Çok ümitleniyorlar. Enver’i klonlamanın iyi bir yol olabileceğini bile söylüyorlar.
 
Bu dönem galiba Türkiye’de ‘Malezya modeli’ laflarının çok yaygınlaştığı zamanlara rastlıyor.
 
Türkiye’de Malezya’ya hevesli pek kimse yoktu ama 28 Şubat’ın gergin atmosferinde bir sürü adam ‘Malezya Modeli’ Malezya Modeli diye diye bize parmak salladı. Demek ki bir taraflardan sızmış.
 
Daha sonra ümitler suya düşüyor.
 
“Kuala Lumpur’u ilk ziyaretlerimde geleneksel mekanlarla dolu küçük bir kasabada olduğumu hissetmiştim. Şimdi ise bu kasaba gözlerimin önünde küresel, postmodern bir şehre dönüşüyordu.”
 
“Ekonominin büyümesi yalnızca genel yaşam standartlarını yükseltmekle kalmadı bazıları için olağanüstü bir zenginlik üretti. Yeni zenginler gösterişli yaşamlar sürmeye başladı. Tasarımcı imzalı giysiler, pahalı aksesuarlar ve BMW veya Mercedes standart hale gelmişti.”
 
“Özelleştirilebilecek her şey özelleştiriliyor ve Başbakan’ın çevresinde kümelenmiş dostlarına satılıyordu. (...) Herkes gittikçe hızlanarak, duramayacak kadar hızlanarak koşuyordu.”
 
Malezya’da bir ‘convivencia’ kurmak tabii ki hayal oluyor.
 
Halbuki Enver İbrahim bunun için Suudiler’den kaynak bile bulmuş. Ziyauddin’in ‘İcmalciler’ diye adlandırdığı Londra’daki Müslüman aydın grubunun çalışmaları için 5 milyon dolar.
 
“Şartları yok” diyor Enver İbrahim, “Onların destekleri bir entelektüel convivencia geliştirme çabalarımıza güç katacak.”
 
Cidde’de buluşuyorlar Suudilerle.
 
Beş milyon poundluk bir çek imzalanıyor.
 
Parayı veren Şeyh Kamil isimli bir Suudi şeyhi.
 
Sonra aynı heyetteki Abdo Yamani isimli bir zat sözü alıyor.
 
“Ziya kardeş, hepimiz asil bir aydın olduğun için seni seviyor ve saygı duyuyoruz. Ama bu parayı vermeden önce küçük bir şartımızı değerlendirmeni istiyoruz.
 
“Aydınlar özgürce konuşmalı ama bazen her düşündüklerini söylememeliler.”
 
Ondan sonra sessizlik ve şaşkınlık.
 
Kitaptaki ilgili pasaj “Neticede Cidde’yi parasız ama daha bilge bir şekildi terk ettim” cümlesiyle son buluyor.
 
Ziyauddin bir ara Pakistan’da Taliban’ın medreselerini de ziyaret ediyor. Hatta oralarda Üsame Bin Ladin’le de karşılaşıyor.
 
Gördüğü şey, Din’in çok yüzeysel bir yorumu, katılık ve bağnazlık. Yine her şeyden emin olan, kafasında cevaplanmamış bir sual bulunmayan, çoğu kez asık suratlı insanlar.
 
Daha sonra 11 Eylül’ü hep birlikte yaşıyoruz.
 
“11 Eylül 2001’de İslam Medeniyeti’ne hem metod hem metafor olarak intiharın teklif edildiği son derece aşikar hale geldi” diyor Serdar.
 
Bir sohbet sırasında Merryl Wyn Davies “Endülüs’ü bu kadar uzun süre bu kadar parlak zaferlere ulaştıran neydi” diye soruyor.
 
Gülzar Haydar etnik çoğulculuk, dini hoşgörü, sanata, edebiyata, ilme susamışlık diye sıralıyor.
 
Merryl İslam’la bunlara ulaşmanın mümkün olduğunu söylüyor. “O zaman yaptıysak şimdi de yapabiliriz.”
 
“Hangi İslam” diye çıkışıyor Perviz.  “Din alimlerinin İslamı mı? İranlı devrimcilerin İslamı mı? Suudi Vahhabilerin İslamı mı?”
 
“Çok kötü çuvalladık” diyor Serdar, “İslam’ın piyasadaki bütün versiyonları bu kadar güdük ve otoriter ise bizim gibiler için geriye nasıl bir umut kalabilir?”
 
Bizim hikayemizin, Serdar’ın -ve hatta hepimizin- ‘çok kötü çuvalladık’ cümlesiyle bitmemesi gerekiyor.
 
Peki çıkış yolu?
 
Çıkış yolu dediğimiz şey belki de bildiğimiz çıkış yolu değildir. Yani bir şeyi bulup, bir sonuca ulaşıp, unumuzu eleyip eleğimizi asmak... Belki de böyle bir çıkış yolu hiç yoktur.
 
Belki de “Dünyada rahat yoktur.”

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.