Özel / Analiz Haber
Mustafa Özel: İlk İslami romanımızı, ilk Batıcı romancımız yazdı
Söyleşi: Yunus Emre Tozal, Cemil Üzen, İsa Karaaslan - Arka Kapak
Geçen yıl “Aydınlar, Roman ve Hakikat” baÅŸlıklı uzun bir konuÅŸma yaptınız. Orada romancıların (kurgucuların) modern gerçekliÄŸi toplum bilimcilerden (tarihçiler dahil) daha iyi görebildiklerini; hatta ön-görebildiklerini söylediniz. Biz sizi genelde bir iktisatçı olarak biliyoruz. Romanlarla bu denli içli dışlı olmanız yadırganmıyor mu?
Kim yadırgayacak? KeÅŸke dar ideolojik tartışmaların ötesinde, insanlığın temel meselelerini konuÅŸabilen seçkin insanlarımız olsaydı da, Don KiÅŸot gibi “romanlarla kafayı yemiÅŸ” bir iktisatçıyı tefe koysalardı! Geçen yıl yüz kadar iktisatçı Bilim Sanat Vakfı’nda bir araya geldi. Gün boyu para ve sermaye piyasalarındaki geliÅŸmeleri tartıştılar. SaÄŸ olsunlar, iki saatlerini de “eski iktisatçı” aÄŸabeylerini dinlemeye ayırdılar. Borsada, menkul kıymet ÅŸirketlerinde, bankalarda, merkez bankasında ve üniversitede görev yapan bu genç ve dinamik arkadaÅŸlara Faust ile Kumarbaz’ı anlattım. Önce haftada kaç roman okuduklarını sordum, bir roman diyenlerin oranı yüzde bir oldu. Ayda bir roman okuyanlar? Yüzde beÅŸ. Ortalama, yılda iki veya üç. Bunlar da klasikler deÄŸil, “ÅŸiÅŸirilmiÅŸ” piyasa metinleri.
Çok sevdiÄŸim genç bir iktisatçı, romanları keçi boynuzuna benzetti. Benim romanları hep çizerek, not düÅŸerek okuduÄŸumu bildiÄŸinden, sizin çizdiÄŸiniz yerleri okumamız daha ekonomik olmaz mı, diye sordu. “Benim çizdiÄŸim yerler baÅŸkasının da ilgisini çeker belki, fakat herhangi bir kitabı on kiÅŸi okusa, bunların yarıdan fazlası farklı satırların altını çizer. Mesela Kumarbaz’da benim çizdiÄŸim yerleri borsacıların çoÄŸu çizmezdi sanırım.”
Neden?
Karşı bir soruyla cevap verdim onlara: “Ä°nsanlar, özellikle de küçük yatırımcılar Ä°stanbul Borsası’nda ne arıyorlar?” Umumi cevap: Tabii ki kazanmak için oradalar. Hayır, dedim. Onların ne yaptığını Dostoyevski sizden daha iyi biliyor. Kaybetmek için oradalar! Ä°slamda kumar yasağı olmasaydı, Türkiye’de insanlar kumarhanelere rahatça, “mahalle baskısı” olmadan gidip gelselerdi, belki borsaya bu kadar üÅŸüÅŸmezlerdi. Ä°nsan oyun oynayan, oynamayı seven, spekülasyondan haz duyan bir varlıktır. Borsa onların bu tutkularına cevap veriyor büyük ölçüde.
Peki, neden kaybetmek için oynasınlar? Ä°ÅŸte onu anlamak için de Dostoyevski’yi okumak lazım. Bu Rus Don KiÅŸot, kumar borcunu kapatmak için, kitabı 25 günde yazmak zorunda kaldı. O çapta bir yazar, bu kadar kısa zamanda bir eser verecekse, ancak hayatının en esaslı fikrini iÅŸleyerek bu yükten kurtulabilirdi. O da bütün ruhuyla kumarı iÅŸledi. Benim çıkardığım ana fikir ÅŸu: Ä°nsan kaybetmek için oynar! Kazanırken seviniyor gözükmesi, daha büyük kayıp için bir nevi hazırlıktır.
Ä°ktisatçıları ikna etmek mümkün mü? Ä°nsan neden kaybetmek için oynasın ki? Çünkü (demeye getiriyor Dosto, yahut ben öyle anlıyorum!), kaybetmek istediÄŸi para veya servet deÄŸildir. Ä°nsan, kendini kaybetmek için oynar. Kumarın büyük zevki, mukayese edilmez hazzı buradadır. Kur’an-ı Kerim’de kumar yasağıyla ilgili ayetlere bakın, hepsi “Allah içki ve kumarı size yasaklamıştır” ÅŸeklindedir. Ä°çki ve Kumar hep yan yana anılıyor. Aslında hiç de birbirine benzemeyen iki fiil. Her bekrî kumar oynamaz; her kumarbaz da içkiye düÅŸkün deÄŸildir. Fakat Allah ikisini sürekli beraber anıyor; çünkü bunlar insanın “kendini kaybetme” vasıtalarıdır. Her ÅŸeye izin verilebilir, kendini kaybetmeye asla. Kendini kaybeden, Tanrı’yı bulamaz. Tanrı, kendindedir!
Roman, ahir zamanda insanın kayboluÅŸ hikâyesidir. Ä°nsan ölürken, birey doÄŸuyor. (Ä°nsan, elif, nun, sin. Enese, yaklaÅŸmak demek. Ä°nsan yaklaÅŸan, birey ise uzaklaÅŸandır.) Zamana ve paraya, insanoÄŸlunun bu iki büyük kurgusuna tutunarak toplumdan kopmanın hikâyesidir roman. Ä°ngilizler romana fiction diyor; daha yerinde bir adlandırma olamazdı. Bu bakımdan “klasikler” hiçbir zaman elimden düÅŸmedi. Onlarda çaÄŸdaÅŸ insanlık durumunun açmazlarını en net biçimde görmem bir yana, kopuÅŸun yol açtığı evrensel insanlık meselelerinin de gene en iyi romanlarda tartışıldığını “görmeye” baÅŸladım. O kadar ki artık kurgu olmayan hiçbir metni okuyamaz hale geldim. Modern insanın aklını sanki roman biçimlendirmiÅŸ. Sadece aklını deÄŸil, duygularını ve vicdanını da. Yeni çaÄŸa uygun yeni bir Kitab-ı Mukaddes.
Roman tutkum için bu gerekçe yeterli bence. Ä°lk büyük roman kahramanı Don KiÅŸot da o günün romanları olan ÅŸövalye kitaplarına kafayı takan bir “mecnun” deÄŸil miydi? Siyasî, ekonomik ve kültürel ortam sanki kurgusal gerçekliÄŸin, içinde yaÅŸadıklarımızdan “daha gerçek” olduÄŸu hissini veriyor bana. Melville 160 yıl önce Jet Fadıl’ı yazmış. Balzac 175 yıl önce beni, Herman Hesse 75 yıl önce Ahmet DavutoÄŸlu’nu yazmış. J Türkiye’de “Büyük Sermaye” denince aklınıza kimler geliyorsa, hepsinin en orijinal hikâyesi Faust’un ikinci cildinde.
Nostradamus gibi bir ÅŸey anlattığınız. Ä°yi romancılar büyük birer kâhin galiba.
Batılılar prophet kelimesini hem peygamber hem de kâhin için kullanıyorlar. Bence Cervantes’ten Daniel Defoe’ya, Balzac’tan Melville’e uzanan büyük kurgucular hattı için bu sıfatı kullanmak yerindedir. Roman hem bir uyarıcı, hem bir uyuÅŸturucudur. Bu iki iÅŸlevi aynı anda icra ediyor. Bazı romanları bonzai niyetine okurum . J Kur’an-ı Kerim’de “Kalpler ancak Allah’ı anmakla yatışır” buyuruluyor. Andre Gide, Kalpazanlar’ın sonunda “kelimeler (tıpkı piyasadaki para gibi) o kadar çoÄŸaldı ki, çıkardıkları gürültü yüzünden Tanrı’nın kelimeleri iÅŸitilemez oldu” diyor. Bu gürültü içinde teskin olmak kolay mı?
Naif bir soru: Neden bir tarikata girmeyi denemiyorsunuz? İnanan bir insansınız, belki daha kolay teskin olursunuz?
Lisedeyken bir NakÅŸi ÅŸeyh efendiye baÄŸlanmıştım. Ülkücü yanımı dengeliyordu. Ülkü ocaklarından soÄŸumaya baÅŸladığım süreçte Erbakan zuhur etti. Babam Selamet Partisi AÄŸrı ilçe baÅŸkanı, aÄŸabeyim (Prof. Ahmet Özel) gençlik kolu baÅŸkanı oldular. Bu heyecanla 1973 seçimlerinde MSP’yi iktidara taşıma mücadelesi verdik. (Bize sonradan “Yüzde Altılılar” diyeceklerdi!) Aa, bir baktık, Efendi Hazretleri Turhan FeyzioÄŸlu’nun Güven Partisi için oy topluyor.
Siz de bir daha uÄŸramadınız tekkeye, öyle mi?
Tasavvuftan kopmadım. Hâlâ namazda belli ayetler okunduÄŸunda cezbe gelir; kendinizi tutamazsınız. Fakat her türlü örgütsel harekete karşı, ister dinî ister siyasî karakterli olsun, içime bir kurt düÅŸtü. Nitekim üniversite yıllarında sabah namazlarında kalabalıktan avlusuna bile girmekte zorlandığımız malum camiiye ÅŸimdi gidin, iki saf ancak doluyor. Çünkü tekke, holdinge inkılab etti. Hayır, inkılab deÄŸil, ihtilal oldu. Tekkenin ruhuna halel geldi.
Aynı tekkeden yetiÅŸen eÅŸim bazen sabah namazı sonrasında elimde roman görünce, bey roman yeter, biraz Kuran oku diye takılır. “Roman okudukça, Kuran’ı daha iyi anlamaya baÅŸladığımı düÅŸünüyorum!” derim. Ä°nanmaz, tebessüm eder. Ben de o tebessümü hayra yorarım.
Biz de tebessüm etsek?
Onu da hayra yorarım! Romanı yüceltmiyor, fakat çok önemsiyorum. Rousseau daha 18. yy ortalarında, fesada uÄŸramış toplumlara roman lazım, diyordu. Bir nevi röntgen. Röntgencilik sevimsiz bir meslek, fakat marazın (hastalığın) teÅŸhisinde de vazgeçilmez. Geçen yıl Merkez Bankası baÅŸkanımız para kurulu üyeleri ve diÄŸer bazı TCMB üst yönetici ve danışmanlarıyla yapacakları bir toplantıda konuÅŸmamı talep ettiÄŸinde, size Faust’u anlatayım dedim. Faust mu, ne alaka? Valla, dedim, geçenlerde Avrupa Merkez Bankası baÅŸkanına neden piyasayı rahatlatmak için biraz para basmıyor ( devalüasyon yapmıyor)sunuz diye sorduklarında, “Yapayım da Faust’un başına gelen benim de başıma gelsin, öyle mi?” diye cevap verdi. O halde dinleyelim sizi hocam dediler ve o hafta mevzuyu bitiremedik; ertesi hafta tam takım tekrar Ä°stanbul’a geldiler de Faust’a noktayı koyabildik.
Bankacılar zor ikna olur derler. Sizi iki hafta dinlediklerine göre, epey yararlanmışlardır.
Bir iki ay sonra, BoÄŸaziçi’nden sınıf arkadaşım Prof. Vedat Akgiray geldi (SPK eski baÅŸkanı). Sohbet sırasında laf Merkez bankası politikalarına gelince, ya Mustafa dedi, dün Erdem BaÅŸçı BoÄŸaziçi’ndeydi. Ben Erdem’i tanırım ama bu kadar derin entelektüel olduÄŸunu bilmezdim. Konu para politikaları olduÄŸu halde, konuÅŸmasına Faust’tan bir girdi ki, dinlemeni isterdim!
Faust’u bize de anlatmanız ÅŸart oldu artık. Fakat bir an Rousseau’ya geri dönelim. Åžu roman-röntgen iliÅŸkisi çok dikkat çekici.
Ruso yazdığı zaman henüz büyük roman çağı baÅŸlamamıştı. Don KiÅŸot, Robinson Crusoe gibi münferit büyük eserler olsa da, bir nevi hazırlık dönemiydi. Buna raÄŸmen çok önemli tespitler yapabildi. Zaten Ruso’nun hayatını okursanız, Cervantes’in kitabından çıkmış bir deli dersiniz. Ona göre medeniyet bir yozlaÅŸmayı, bozulmayı, kötülüÄŸü temsil ediyor. Medeni milletlere roman lazım diyor. Çünkü o bozulmanın mahiyetini bize kavrattıracak en önemli düÅŸünsel araç romandır. Bunu sosyal bilimleri küçümsemek veya itibarsızlaÅŸtırmak maksadıyla söylemiyorum pek tabii.Tanpınar büyük romancı ise, bunu ciddi tarih ve sosyoloji okumalarına borçludur. Fakat sosyal bilimlerde genelde monolojik tezler yazıyoruz. “Ben diyorum ki…” diyerek ortaya bir tez atıyoruz. Sadece “attığımız” halde, noktayı koyarken, “tuttuk” diyoruz! Yoksa doktoramızı kabul etmezler. Abdülhak Hamid’in dediÄŸi gibi, “Risto nedir bu? Zafer yahut hiç!”
Ben o yüzden bütün doktoraların kaldırılıp yerine roman yazılmasını öneriyorum. J Çünkü, romanda “ben diyorum ki…” yok. En iyi romancı, kendini en fazla geriye çekebilendir. Bir yaÅŸanmışlık var, yaÅŸanmakta olan var; biz bunu kavramaya ve daha da mühimi “anlamlandırmaya” çalışıyoruz. Fakat süreçte çok yönlülük var. Çok sayıda deneyim var. Bu deneyimleri algılayan çok sayıda özne var, çok sayıda mantık var. Bakhtin, diyalojik bir iliÅŸki diyor buna. Multilojik demek belki daha doÄŸru. Yani, çok-mantıklı, çok sesli bir etkileÅŸim var. Ä°yi romancı bütün bunları görüyor/gösteriyor. Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okuduÄŸunuz zaman, orada her tür insanın kendini ifade ediÅŸini (veya edemeyiÅŸini) hissediyorsunuz. Yaşıyorsunuz onlarla beraber. Dostoyevski bunların hangisi? Hepsi ve hiçbiri. O yüzden büyük romancı aslında kendisini en fazla geri çekebilendir; romanında en az görünendir.
Roman-iktisat meselesine gene dönmek istiyoruz. Ä°ktisat sosyal bilimler içinde en saÄŸlam olanıdır derler; yani yöntem bakımından fen bilimlerine en yakın olanı. Öyle ise, neredeyse pozitif bir bilimci olan iktisatçı romanla niçin ilgilensin? “Hayal ürünü” eserlerden iktisatçı ne dersler çıkarabilir ki?
Hayal ürünü olmayan ne var? Hayat bir hayal, zaman bir hayal, iktisat bir hayal.Bütün bilimler hayal edilmiÅŸ kavramlara dayanıyor. “Tabiat hali” bir hayal, “sosyal sözleÅŸme” bir hayal, “görünmeyen el” bir hayal. Bu üç hayal olmasaydı ne modern siyaset felsefe/bilimi, ne modern iktisat geliÅŸebilirdi. Tabiat hali (state of nature), insanlığın ilkel bir durumundan ziyade, Hobbes’un içine doÄŸduÄŸu 17. yüzyıl Ä°ngilteresi’ni yansıtıyor. Tabiat halinde insan hayatına korku egemendi diyor Hobbes; herkes birbirinin mezarını kazmaya çalışıyordu. Ä°nsan insanın kurduydu.
Tarihî/antropolojik çalışmalar onu deÄŸil, Rousseau’yu haklı çıkarıyor: Tabiat halinde insanoÄŸlu gayet iyi ve barışseverdi. Bu iyi toplumu zıvanadan çıkaran ÅŸey özel mülkiyet oldu. Hobbes’un tasvir ettiÄŸi korku toplumu, insanlığın baÅŸlangıcındaki bir doÄŸal halde deÄŸil, erken modern (yani kapitalistleÅŸmekte olan) Avrupa’daydı. Aynı ÅŸeyi modern iktisatın zembereÄŸi olan “görünmeyen el” için de söyleyebiliriz. GörünmediÄŸine göre, hayal ediyoruz demektir! Adam Smith bu kavramı bir tek defa kullandığı halde, sonraki liberaller için adeta bir can simidi oldu. Liberal/kapitalist mitolojinin anahtar kavramı haline getirildi. Kuzu postuna bürünmüÅŸ militan bir kavram.
Roman ne kadar hayalî/kurgusal ise sosyal bilimler de o kadar hayalî kavramlarla örülü diyorsunuz. Arada ciddi bir fark yok mudur?
Var. Roman mert kurgudur, sosyal bilimler namert kurgu. Roman kendine fictiondiyor, yani kurgusal olduÄŸunu açık seçik beyan ediyor; diÄŸerleri ise “gerçeÄŸi” dile getirdikleri iddiasını hiç elden bırakmıyorlar. Aslında sosyal bilim yerine bilim de diyebilirdim. Bütün doÄŸa yahut fen bilimleri de kurgulara dayanıyor.
Romanı daha önceki edebi türlerden, mesela destan ve trajediden veya hikâyeden ayıran ne? Onlarda olmayıp romanda olan ÅŸey ne?
Zaman ve para! Önceki türlerin kurgusal yapısında zaman yoktur. Kahramanlar adeta zamanüstü, evrensel yaratıklardır. Ve asla para uÄŸruna yaÅŸamaz, para için mücadele etmezler. Ä°stisnalar bir yana, zamanı ve parayı edebiyata sokan roman oldu. Tuhaf olan ÅŸu ki, modernlerin nazarında bu ikisi de aynı ÅŸeydir. Biri diÄŸerine tahavvül ediyor. Ä°ktisat diye adlandırdığımız, bilim olma iddiasındaki modern simyacılığın özü bu dönüÅŸümün analizidir. Fakat dönüÅŸümün kendisi gerçek deÄŸil, kurgusaldır. “Let’s imagine” demiÅŸlerdir…
Nasıl yani?
Benjamin Franklin “Time is Money” demiyor mu? Vakit nakittir! Niye ki? Bu sözün Türkçeye ne zaman girdiÄŸini araÅŸtıran bir iktisat tarihçimiz var mı? Romanın daha önceki edebî türlerden farkı zaman ve para ise; ve bunlar da çağımızda aynı gerçekliÄŸin tersi ve yüzü sayılıyorsa; iktisatçı romanla uÄŸraÅŸmaz da ne yapar Allah aÅŸkına?
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını hatırladık birden…
Zamanın modern durumla bağını ilk kavrayan romancımız, hayır düÅŸünürümüz, Tanpınar’dır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü 20. yüzyılın en büyük romanlarından biridir. Attila Ä°lhan haklı: Hele Türkiye iktisaden bir dünya gücü olsun, siz o zaman Tanpınar’ların kaç dile çevrildiÄŸini görürsünüz. Tam yirmi yıl önce Yeni Åžafak’ta, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ders kitabı olarak okutacak iktisat hocasının elini öpeceÄŸim diye yazmıştım. Henüz dudaklarıma deÄŸen bir el olmadı maalesef. (Buna sonradan Huzur’u da ekledim ve hâlâ sözüme sadığım!)
Romana mert, (sosyal) bilime namert dediniz. Hakikaten romancının gerçekliÄŸi bilim adamlarından daha iyi kavrayıp aktarabildiÄŸini mi düÅŸünüyorsunuz?
DüÅŸünen insanları çok farklı kategoriler altında tasnif etmenin bile çok yakın bir tarihe ait olduÄŸunu göremeyecek kadar körleÅŸtik. Modernler bu körleÅŸmeye uzmanlık diyorlar. Bugünkü sosyal bilimlerin çoÄŸu ancak 19. yüzyılda kurumsallaÅŸtı; kurumsallaşınca da kurumlarından geçilmez oldu. Her biri monolojik bir yaklaşımla, gerçeÄŸi kavrama ve dillendirme yarışına girdi. Yukarıda deÄŸindik: Roman mültilojiktir. Romancı hem çok farklı bakışaçılarına sahip kiÅŸileri konuÅŸturur, hem kendi konuÅŸur, hem de okuyucunun konuÅŸmasına kapı açar. Sosyal bilimciler hâlâ “bu makalenin amacı” diye baÅŸlayıp, “tezimi ispat için” diyerek devam eden yazılar kaleme alıyorlar. Bunları “bilimsel” dergilerde yayınlayıp puan topluyor; o puanlarla doktor, doçent, profesör filan oluyorlar. Ä°stisnalar bir yana, bunların birçoÄŸunun gerçek amacı hakikatın dile gelmesine kapı aralamak deÄŸil, kendilerine terfi saÄŸlayacak olan “tez”lerini bir tek bakış açısıyla “kanıtlamak”tır. Bunun içindir ki Cemil Meriç, 19. yüzyılın bütün toplum bilimcilerini toplasanız bir Balzac etmez diyordu. Karl Marx da, kapitalist sistemi anlama arayışımda Balzac’tan öÄŸrendiklerim, bütün diÄŸer tarihçi ve sosyal bilimcilerden öÄŸrendiklerimden daha ağır çeker, demiyor muydu?
İki otoriteye sığınıp toplum bilimcileri biraz kolay harcamış olmuyor musunuz?
Üçüncü bir otorite ÅŸart diyorsanız, bu sefer size bir romancı önereyim: Tolstoy. SavaÅŸ ve Barış baÅŸtan sona bir hesaplaÅŸmadır. Sadece Napolyon’la deÄŸil, tarihçi ve sosyal bilimcilerle. Romancının, aradan uzun yıllar geçse bile, mesela bir savaşı, o savaşı yaÅŸayan askerlerden ve onu inceleyen tarihçilerden çok daha iyi anlayabileceÄŸini/anlatabileceÄŸini söylüyor.
Hocam biraz “nesnel” olalım lütfen: Bir savaÅŸtan yıllar sonra, hiçbir zaman titiz bir tarihçi veya toplum bilimcinin kılı kırk yaran araÅŸtırmacılığıyla mukayese edemeyeceÄŸimiz bir kurgu çalışmasının, gerçeÄŸi daha doÄŸru dile getirebileceÄŸine nasıl itimat edebiliriz?
Ben de biraz “öznel” olalım lütfen, diyorum! SavaÅŸmış askerler kadar öznel deÄŸil, pek tabii. Romancının daha az güvenilir bir malzemeyle yola çıktığı ve hayal gücüne fazlaca bel baÄŸladığı doÄŸrudur. Tolstoy arada bir “Öykümün asıl kahramanı hakikattır, “ der. Ve ilave eder: “Ruhumun bütün gücüyle sevdiÄŸim ve olanca güzelliÄŸiyle canlandırmaya çalıştığım hakikat.”
Bir yazarın, yani düÅŸgören bir insanın, hakikatı, onu yaÅŸayan (asker) veya enine boyuna araÅŸtıran (tarihçi) insandan daha iyi anlatabileceÄŸi bize ilk elde inandırıcı gelmez. Kendisi de bir düÅŸgören olan Hemingway, romancının hakikate baÄŸlılık ölçüsü o denli yüksek olabilir ki, kurgusu her türlü gerçeÄŸin olabileceÄŸinden daha doÄŸru bir izah üretebilir, diyor. YaÅŸayan, gerçekleri kötü biçimde gözlemleyebilir; fakat “iyi bir yazarın, bir ÅŸey yaratırken, onu mutlak hakikat yapmak için bol vakti ve görüÅŸ sahası vardır!”
Romancının anlattığı savaşın hakikatı değil de, kendi hakikatı olmasın?
Ä°nsanın hakikatı. Önemli olan bu, savaÅŸ bu hakikatın yüzlerce tezahüründen biri.
Peki, nedir Tolstoy’un SavaÅŸ ve Barış’ta “canlandırdığı” insanlık hakikatı?Tarihin akışının büyük insanların iradesine baÄŸlı olmadığı! “Büyük Adamlar” tarihin akışına yön veriyor olsalardı; yahut sonuçlar esas olarak, bu büyük adamların hükmettiÄŸi bir takım güçlü sistemlerin mantığına tâbi olsaydı, beÅŸerî iradenin hiçbir anlamı kalmazdı. Napolyon veya Çar, tarihin efendileri deÄŸil, köleleridir.
Biz romanın baÅŸlangıcına geri gidelim, en iyisi. Don KiÅŸot’u çok önemsiyorsunuz.
Son dört asrın en ciddi kahramanıdır bu “komik” adam! Ciddiyeti hüznünde saklı, hüzün ve aÅŸkında. Haydar Ergülen’in bazı ÅŸairler için söylediÄŸi “Vazifeli” ifadesini en çok hak eden kurgu kahramanı Don KiÅŸot’tur. Ä°kinci cildin sonlarında, silahtarına ÅŸöyle diyordu: “Sen uyu Sanço, sen uyumak için doÄŸmuÅŸsun. Ben nöbet beklemek için doÄŸmuÅŸum!”
Ne nöbetidir bu?
Adalet nöbeti. Ä°lk Ä°ngiliz romancı sayılan Daniel Defoe’nun roman kahramanlarını harekete geçiren, büyük ölçüde, paradır. Don KiÅŸot’u harekete geçirense aÅŸkıyla sarıp sarmaladığı adalet duygusudur. YaÅŸadığı çaÄŸ, ÅŸövalye ideallerine uygun deÄŸildir. Hiç unutmam, onbeÅŸ yıl kadar önce MÜSÄ°AD’ın düzenlediÄŸi Ä°slam ülkeleri fuarındaydık. Galada beni Amerika ve Avrupa’dan gelen Müslüman iÅŸadamlarının masasına oturttular, Türkiye ile iÅŸ imkanlarını konuÅŸuyoruz. Derken kılıç kalkan ekibiyle program baÅŸladı; ardından hançer barı. Bir an baktım, iÅŸadamlarının beti benzi solmuÅŸ, hepsi gerilmiÅŸ vaziyette, iki adım ötemizde uzanan bir delikanlıya, aÄŸzıyla hançer fırlatan baÅŸka bir delikanlıyı seyrediyorlar. Gülümseyerek, nasıl buldunuz dedim. Cevap net oldu: “Brother, we thought we had come for business!” (Ä°ÅŸ yapmak için geldiÄŸimizi sanmıştık!)
Cervantes, yeni bir çaÄŸa girdiÄŸimizi, bu çaÄŸda ÅŸövalye idealleriye yaÅŸamanın, tıpkı Müslüman ama modern iÅŸadamlarına kılıç kalkan seyrettirmek gibi, gülünç kaçtığını hissettirmek istiyor. Fakat pek matah bir çaÄŸ da deÄŸildir bu. Eskiye tutunmak komik, yeniye teslimiyet berbat. Cervantes bu çeliÅŸkiyi farkeden ilk büyük Avrupa’lıdır. Böylesine bozulmuÅŸ, fesada uÄŸramış bir dünyada, hakikatı dile getirmek ve adaleti savunmak ancak delilerin harcı olabilir, diyor!
Don KiÅŸot’u delirten, kitaplar. Kendisine sabit bir ücret ödenmesini talep eden Sanço’ya ateÅŸ püskürür: “Hangi kitapta yeri var?” Don KiÅŸot, ilkeli yaÅŸamanın, Kitab’a göre yaÅŸamanın timsalidir. Bunun içindir ki ne Ä°sa’ya yaranır, ne Musa’ya. Zalimler kadar mazlumlardan da hakaret görür. Geçen yıl Sivas’ta bir sohbette bunları anlatırken emekli bir öÄŸretmen “Bana Gulibik’i hatırlattınız” dedi. Gulibik 1950’lerde Sivas’ta yaÅŸayan bir meczup. “Dünya bir tuhaf oldu dostlar,” dermiÅŸ; “guçükken yalan söylemeye gorkardık. Böyüdük, ÅŸimdi doÄŸruyu söylemeye gorkuyok!” Don KiÅŸot’luk DoÄŸrucu Davut’luktur; doÄŸruyu söylemeye korkmamanın adıdır.
Bize Don KiÅŸot’la alakalı müstakil bir yazı veya söyleÅŸi sözü verin de, Daniel Defoe’ya geçelim.
18. yüzyıl Ä°ngilteresinin en ilginç edebî karakteri belki Daniel Defoe’nun kendisidir. GiriÅŸimci (daha doÄŸrusu, projeci), gazeteci, romancı, casus ve ÅŸair.
Åžair mi?
Defoe’nun hiç te yabana atılamayacak “roman tadında” ÅŸiirleri hacım olarak Alexandre Pope’tan aÅŸağı kalmaz. Kısa bir örnek çevireyim size (Anadan DoÄŸma Ä°ngiliz, 1703):
Nereye bir mabed kursa Tanrı
Şapelini yanıbaşına kondurur Şeytan
Åžöyle bir göz atanlar görüverir ki
İkinciye girilmez kalabalıktan
Aklı ilk çeldiÄŸi günden beri
Avucuna almıştır ben-i ademi
Tekdüze bir hizmetle yürüyor
Ä°ÅŸini umum seçkinlerle görüyor
Etmiyor hükmüne hiçbir hizip itiraz
BoyunduruÄŸundan ÅŸikayetçi olanlar pek az.
Dünya bu ÅŸairi Robinson Crusoe ile tanıyor daha çok.
Don KiÅŸot gibi, Faust gibi, Robinson Crusoe da modern dünyanın birkaç etkili mitinden biri oldu. Birkaç tema birden iÅŸleniyor kitapta: Babaya (GeleneÄŸe) isyan, serüven ruhu, kazanç hırsı, emperyalizm. Babaya isyanla atılıyor hayata Crusoe. Babası kendisine “geleneksel” orta halli, risksiz hayatı öneriyor; alt ve üst tabakadakilerin genelde yıkıma uÄŸradıklarına iÅŸaret ediyor.
Babasına kulak vermeyen Crusoe, ilk seferinde fırtınaya yakalanıyor. Fakat “komÅŸulara karşı mahçup olmamak”, “ana babanın karşısında yüzü kızarmamak” için eve dönmekten yan çiziyor. “BireyliÄŸinde” ayak diriyor, yani.
Bir akrabadan borçlanarak yeniden yola çıkıyor, bu parayla süs eÅŸyası alıyor. Kaptanın yardımıyla bu eÅŸyayı satıyor, dönüÅŸte altın tozu getiriyor ve Londra’da 300 Pound kazanmış oluyor. Bu serüven sayesinde “hem bir denizci, hem bir tüccar” olup çıkıyor. Ve bu kazanç aklını, gözünü boyayıp sonraları yıkımıma yol açan, o göz kamaÅŸtırıcı düÅŸüncelerle dolduruyor. Serveti arttıkça hırsı da artıyor. Kafası gücünün ötesinde tasarılarla dolup taÅŸmaya baÅŸlıyor. Brezilya’da çiftlik sahibi olması yetmiyor; Afrika’da köle ticaretine sulanıyor. Malum adaya düÅŸüyor. Adadaki serüvenini Ä°bn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan hikâyesiyle karşılaÅŸtırmak, iki medeniyetin insan ve tabiata bakışını karşılaÅŸtırmak bakımından çok öÄŸreticidir.
Nihayet dergisinde bunları yazdınız. Robinson Crusoe için aynı zamanda sömürgeciliÄŸin destanı deniyor.
Öyledir. Adada neredeyse çokuluslu bir imparatorluk kuruyor kahramanımız. Tebası arasında ProtestanlaÅŸtırlmış bir siyah adam (Cuma), onun putperest kalmış babası, Katolik bir Portekizli gemici filan var. Adayı terkedeceÄŸi zaman, araziyi bunlara paylaÅŸtırıyor. Fakat tapusunu elde tutuyor!
Bu kitap 1719 yılında yayınlandı, yaklaşık 300 yıl önce. Kitapta yazılan “senaryo” üç asırdır milyonlarca Ä°ngiliz tarafından oynanıyor. Büyük romancılar geleceÄŸin tarihini yazarlar!
Hem Dostoyevski’yi hem de Tolstoy’u çok önemsiyorsunuz. Hangisi daha büyük desek, çok mu acemice bir soru olur?
Acemilik büyük sanattır. Çocuklar bu bakımdan en özgün sanatçılardır. Ben de çocukça bir duyguyla, ikisinden de önce Gogol diyorum. O tarz bir toplumda Gogol’ün ortaya çıkması neredeyse bir mucizedir. Åžu oda dolusu bembeyaz kimyasal madde düÅŸünün; bir çay kaşığı boya maddesi hepsini kıpkırmızı yahut masmavi yapıyor. O kısacık Palto ve bilhassa Burun hikâyesi de sonraki tüm Rus edebiyatına bu ÅŸekilde renk vermiÅŸtir. “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” sözü sırf laf olsun diye söylenmemiÅŸtir. Yarım kalmış Ölü Canlar dünya edebiyatının zirvelerinden biridir.
Dosto ile Tolstoy da Gogol’e çok ÅŸey borçludurlar. Özellikle Dostoyevski. Tolstoy’la mukayese ettiÄŸim zaman, insan ve düÅŸünür olarak tercihimi Tolstoy’dan yana kullanıyorum. Daha evrensel bir kafa, daha sevimli bir insan. Fakat bir romancı olarak Dostoyevski’yi öne alıyorum. Çünkü Tolstoy çok fazla kendini gösteriyor, Kemal Tahir gibi çok konuÅŸuyor. Kendilerine katlanıyoruz, çünkü çok konuÅŸuyor ama boÅŸ konuÅŸmuyorlar. Çok ve öz konuÅŸuyorlar. J
Nabokov “sıkıcı vaiz” diyor Tolstoy için…
Vaiz ama sıkıcı deÄŸil. Nabokov’un aksine, bir derdi var. Kafası ulusuyla, insanlıkla meÅŸgul. Nabokov gibi gamsız da deÄŸil, milyonlarca yahudi soydaÅŸ veya dindaşı yok edilirken, sadece bireysel bunalımlarına odaklanmıyor. ‘Toplumcu’ bir fikir adamı pozisyonu var. Tolstoy’un bizdeki o türde devamcıları Kemal Tahir ile Necip Fazıl’dır. Kemal Tahir’i, Necip Fazıl’ı okuduÄŸunuz zaman, ikisinin de önemli birer mütefekkir olduÄŸunu hissediyorsunuz. Fakat ortada çoÄŸunlukla saÄŸlam kurgular yok; bir vaaz var, sürekli konuÅŸuyorlar. Necip Fazıl’ın bütün kahramanları birer ağır ceza reisi; Kemal Tahir’inkiler birer gardiyan. Halid Ziya öyle mi, Yakup Kadri öyle mi? Bunlarda kurgu, fikri önceliyor. Yahut fikir kurguda eriyor. GerçekliÄŸin tercümanı kurgudur, fikir deÄŸil. Ben fikrî bakımdan Necip Fazıl ile Kemal Tahir’i diÄŸerlerine tercih ediyor olabilirim. Fakat çağının ruhunu, ruh ve sıkıntısını derinliÄŸine aksettirenler diÄŸerleridir. Romanın kendisinin, romandaki beÅŸerî etkileÅŸimin bize o devrin mesele ve mesajını iletmesi lazım, buyurgan romancının deÄŸil. “Batıcı” ama gerçekçi Halid Ziya ilk Ä°slamî romanımızın yazarıdır, mesela!
Yapmayın! Büyük DoÄŸu’cular bu sözlerinize çok kızabilir…
Benden âlâ Büyük DoÄŸucu olan varsa, beri gelsin. Lise yıllarım neredeyse Necip Fazıl’ı ezberlemekle geçti. Eee, hep lisede kalacak deÄŸiliz ya! Üstad, “Batıcılar” karşısında bize başımızı dik tutmayı öÄŸretti. Bunun sevabı onun dünya ve ahiretini ÅŸenlendirmeye yeter bence. Fakat aşırı öfkesi, Namık Kemal’den Halid Ziya’ya kadar birçok önemli ÅŸahsiyeti tarihsel baÄŸlam içinde doÄŸru kavramamızı imkânsızlaÅŸtırdı. Sahte kahramanlar diye etiketleyip, hepsini bir kalemde silip attık. Benim neslimin dindarları, Halid Ziya’ları sadece sınavlarda çıkabilecek edebiyat sorularını bilebilmek için okudu. Öfkemiz haklı, hükmümüz hatalıydı!
Zira Halid Ziya’sız Türk romanı ve romansız modern Türk düÅŸüncesi muhaldir. Dickens’ı gözünüzün önüne getirin bir an. Bu “fantastik” hikâyeciyi görmezseniz, 19. asır Ä°ngiltere’sinin sanayileÅŸme tarihini de, düÅŸünce tarihini de “gerçekçi” bir gözle okuyamazsınız. Evet, fantastik Dickens 19. asrın en büyük gerçekçisi olduÄŸu gibi, 20. asır gerçekliÄŸini bile birçok yönüyle öngörebilmiÅŸtir. Mesela Zor Günler’deki (Hard Times) sendikacı tipi adeta daha sonraki onyıllarda ete kemiÄŸe bürünmüÅŸtür. Biz son yarım asırda böyle nice sendikacı gördük. O mert iÅŸçi ve kendi annesine bile tahammül edemeyen bencil patron, manzara-i umumiyenin mütemmim cüzleri. Dickens gibi, Balzac gibi romancılar, kendilerini kurgularına öylesine kaptırırlar ki, sanki daha sonraki “olaylar” onların öngördüÄŸü gibi geliÅŸmek “zorunda” kalır. Bireysel ve toplumsal geliÅŸmenin ruhuna öylesine nüfuz ederler.
Ä°slamî romanımıza döneceÄŸiz, merakımızı zaptedip Dickens’ın bizde devamcısı var mı diye soralım?
Ä°ngiltere’de var mı? Dickens o kadar nevi ÅŸahsına münhasır ki, onu taklit ederek diÅŸe dokunur bir ÅŸey söylemek çok zor. Fakat bizde bildiÄŸim üç roman var ki, ancak onlardan “Dickens tadı” alabildim diyebilirim. GerçeÄŸin en iyi matraklık yoluyla ifÅŸa edilebileceÄŸinin üç modern Türk destanıdır bunlar: Araba Sevdası, Miskinler Tekkesi, Fahim Bey ve Biz. Tabii, bir bakıma Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile Tutunamayanlar’ı da bu listeye ekleyebiliriz. BaÅŸka? Bilmiyorum gerçekten. Ben fukara bir iktisatçıyım, kaç roman okudum ki? Selim Ä°leri’ye sorun!
Ä°slamî roman meselemize geri dönecek olursak…
Bana göre Hançerli Hanım Hikayesi’nden Ä°ntibah’a kadar Halid Ziya öncesi yazılanlar, kendisinin ilk üç hikâyesi de dahil, ilk romanımız olan Mai ve Siyah’a hazırlıktır. Ä°lk romanımızın bir “intihar ilacı” olarak kurgulanması ise, henüz berhayat olan Ä°slam/Osmanlı ruhuna uygundur. Yazarın fikriyatını deÄŸil, cemiyetin hissiyatını yansıtıyor. Türk realizminin baÅŸlangıcı ve hala zirvelerinden biri. Ä°ntihar, 18/19. asır Avrupa romanının baÅŸat temalarından biridir. BireyliÄŸini, yani herhangi bir ilahî ve/veya içtimaî bütünün parçası olmadan da var olabileceÄŸini kanıtlamanın trajik eylemidir intihar. O kadar yaygındır ki, modern toplumbilim bile bir intihar kitabıyla baÅŸlama ihtiyacı duymuÅŸtur. (Durkheim, Le Suicide, 1897.)
Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i mahçup bir Werther, arlı bir Faust, müstaÄŸrib bir Don KiÅŸot’tur. Werther, kalbinin sırrını Lotte’ye açabilmiÅŸti; Ahmet Cemil, Lamia’ya açılamadı. Faust, Åžeytanla imzaladığı akitten sonra her türlü ahlakî endiÅŸeden uzak davrandı; Ahmet Cemil ÅŸöhret isterken bile ikbal emellerinden utandı. Don KiÅŸot, ÅŸövalye romanları okuyarak sınırı aÅŸmıştı; Ahmet Cemil modern ÅŸairleri sayıklayarak ummana daldı. Hiçbir emeli gerçekleÅŸmedi. Böylece Batılı benzerleri için tek yol olarak görünen intihara yaklaÅŸtıkça yaklaÅŸtı. Fakat içinde yaÅŸadığı toplum (henüz) intiharı benimsemeye hazır deÄŸildi; o da bütün edebiyle hatt-ı memnu’da kaldı. Unamuno’nun Sis romanına nispet edersek, yazarı, ilk roman kahramanımızı intihar ettirtemedi!
Oysa romanın yayın tarihinden iki yıl evvel, devrin en etkili üdebasından BeÅŸir Fuad elim bir tantana ile hayatına son vermiÅŸti. Fakat, Ahmed Midhat Efendi’nin romantizmine bayrak açtığı, onun batakhanelerden kurtarmaya çalıştığı kötü yola düÅŸmüÅŸ kızları gerçek yüzleriyle resmettiÄŸi halde, Halid Ziya bu münferit vakanın büyüsüne kapılmadı. Osmanlı bireyinin intiharına daha vakit vardı. On yıl sonra Bihter (AÅŸk-ı Memnu), yirmi yıl sonra ise Süleyman Nüzhet (Nesl-i Ahir) canlarına kıydıklarında, kimse garipsemeyecekti.
Ahmet Cemil vakıa bütün yönleriyle “birey”dir. Müslüman bir toplum içinde ne namaz kılıyor, ne dua ediyor; hiçbir dinî referansı yok. Ä°çtimaî bir referansı da: “Herkesten uzak, herkese yabancı.” Fakat intihar etmiyor, edemiyor. Son anda “anne sesi” imdadına yetiÅŸiyor. DüÅŸünebiliyor musunuz: Ä°ntihara karşı, anne sesi! Üzerinden Aydınlanma silindiri geçmiÅŸ hiçbir Avrupalı romancı tasavvur edemezdi bunu. Bundan ileri dinî hassasiyet, bundan sahici Ä°slamî roman olur mu? Evet, ilk Ä°slami romanımızı ilk Batıcı romancımız yazmıştır. GerçekçiliÄŸi bunu gerektirmiÅŸtir…
Werther, Faust demiÅŸken, en baÅŸa dönelim izninizle. Faust’un büyük sermayedarlarımızın hikâyesini neredeyse iki asır önce anlattığını söylüyorsunuz. Biraz açalım bu konuyu.
Goethe 1749’da doÄŸmuÅŸ. 25 yaÅŸlarında Werther’i yazmış ve bir anda büyük bir ÅŸöhret olmuÅŸ. Büyük bir ÅŸair ama Werther bile tek başına onu bir “kurgu yazarı” olarak bir anda Avrupa’nın gündemine taşımaya yetmiÅŸ. Herkes Werther gibi giyinmeye, hatta Werther gibi intihar etmeye baÅŸlamış. Yani muazzam bir toplumsal, kültürel etki yaratmış. Bütün bu etkilerin sebebi Goethe mi? Hayır. Toplum bütün bunlara hazır; Goethe tetiÄŸi çekmiÅŸ belki, tabanca dolu ve hazır. Silahı kullanmak elbette kabiliyet istiyor; herkes o romanı yazamaz. Daha sonra Wilhelm Meister kitaplarını yazıyor. Bir ticaret medeniyetinin sanatla hesaplaÅŸması, bu hesaplaÅŸmanın bir nevi destanı. Kapitalist giriÅŸimci, modern medeniyetin motorudur. Goethe bu tipin basit anlamda bir giriÅŸimci deÄŸil, aynı zamanda bir sanatçı olduÄŸunu ifÅŸa ediyor. Söz konusu olan ÅŸey, ÅŸu veya bu iÅŸadamının ÅŸu veya bu sanat dalına olan ilgisi deÄŸildir. Biri klasik müzik dinler, diÄŸeri tablo toplar, vesaire. Hayır. Modern giriÅŸimciler, iÅŸlerini yaparken birer sanatçıdırlar.
Ayn Rand prototipi gibi mi?
Ondan çok ileride. Ayn Rand bir nevi propagandist. Tabii çok geç, 150 yıl sonraki bir olay. 1780’lerde Faust’u yazmaya baÅŸlıyor Goethe, 20 yılda ancak birinci cildi bitiriyor; 40 yıl da ikinci cildine harcıyor. Bir yandan böyle bir kurgu üstadı kimliÄŸi var; bir yandan da iktisatçı kimliÄŸi. Weimar Dükünün maliye ve bayındırlık bakanı. Ali Babacan, Binali Yıldırım, Mehmet ÅžimÅŸek; hepsinin toplamı. Yol, su, köprü gibi projelerden ve bunların finansmanından sorumlu. Gününü bunlarla geçiriyor. Dolayısıyla iktisadî realiteyle, edebi, düÅŸünsel, felsefi realite arasında çok rahat köprü kurabiliyor. Biz Faust’un genellikle birinci cildini okuruz. Ama iktisadi açıdan, genelde modernliÄŸin tarihi ve kaderi bakımından daha büyük öneme sahip olan ikinci cilttir.
Faust, ruhunu Åžeytana satan adam. Genelde bilinen bu.
Bu birinci cildin meselesi. Ä°kinci ciltte, ruhunu Åžeytana satan devlet ile karşı karşıyayız. Ä°lkinde, aÅŸağı yukarı ben yaÅŸlarda bir adam. Felsefe, hukuk, tıp “ve hatta ilahiyat” okumuÅŸ; fakat hayatın anlam ve amacına dair hiçbir güvenilir bilgiye sahip deÄŸil. Ayrıca, ne mal mülk edinebilmiÅŸ; ne doÄŸru doÄŸru dürüst zevk alabilmiÅŸ. O zaman nedir bu hayatın anlamı? Böyle bir açmaz içinde. Derken ÅŸeytan giriyor, diyor ki, bunların çaresi bulunur. Madem böyle bir açmazdasın ben sana bütün bunları saÄŸlayayım. GüveneceÄŸin bilgi vereyim, hemen uçup gitmeyen haz vereyim. 24 yıl sana hizmet edeyim, karşılığında ruhun benim olsun. Ruhunu, bilgi ve haz karşılığında ÅŸeytana satmış oluyor; sonuç hüsran.
Ä°kinci ciltte ferdin fikrî ve manevî iflasından sistemin iflasına geçiyoruz. Ä°kinci cilt kapitalist sistemin mahiyetini, açmazlarını, açmazdan çıkmayı ve o çıkışın da niçin daha büyük bir açmaz olduÄŸunu en iyi gösteren kurgudur. Goethe bu yönüyle 19. yüz yılın en büyük iktisatçısıdır. Goethe’nin iktisadi derinliÄŸine ne Adam Smith, ne David Ricardo, ne John Stuart Mill ulaÅŸabilmiÅŸtir.
Marx?
Marx’ı harcadık. O da buna çanak tuttu belki. Yazdıklarının yüzde 99’u kapitalizmin tahlili olduÄŸu halde, bir sosyalizm filozofu olup çıktı. Halbuki sosyalizme dair, son derece afaki bir iki spekülasyondan baÅŸka bir ÅŸey söylemiyor. Kimse söyleyemez! Marx’ı kapitalizmi anlamak için okumalıyız, sosyalizm hakkında ileri geri konuÅŸmak için deÄŸil. Ancak o ÅŸartla Goethe ile mukayese edebilirim!
Bir karnavalla baÅŸlıyor ikinci ciltteki olaylar, memleket ahalisi isyan halinde; askerler sokaklarda bağırıp çağırıyor. Ä°mparator kızgın, neden yapıyorlar bunu diyor? MaaÅŸlarını ödeyemedik haÅŸmetmeab. Niye ödeyemedik Mehmet ÅžimÅŸek? Efendim, saraydaki simyacılar hâlâ altın yapamadılar; masraflar da çoÄŸaldı. Bu sıkıntı içindeyken, Mefisto (Åžeytan) ve çırağı Faust giriyorlar. Elinde bir kâğıt; ÅŸuna bir imza atıverin haÅŸmetmeab, bütün dertler çözülsün. Ne var kağıtta, kim niçin kabul edecek bunu? Efendim, siz bir imparatorsunuz; yerin üstünde çok sayıda derdiniz var ama buna karşılık yerin altı size ait hazinelerle dolu. Yeraltı zenginliklerinizi rehin gösterip, bu kağıt parçalarını askerlere maaÅŸ olarak dağıtacağız. Bi imza atıverseniz, gerisi kolay.
Faust II’deki bu sahne 19. yüzyılın bütün iktisat kuramlarından ağır çeker. Ä°ktisat bu asra kadar bir “siyasî” iktisat idi, yani “siyasetin belirlediÄŸi iktisat” idi. Bundan sonra cari olan “iktisadî” siyasettir diyor Goethe, belirleyici olan iktisat ve özellikle paradır. Hem de kâğıt para! Ä°mparator hafif çakırkeyftir, olan biteni farkedecek durumda bile deÄŸildir neredeyse. Fakat durumu tam kavramasa da imzayı basar ve memleket bir anda kurtuluverir! Luther, para insan ile Åžeytan arasında imzalanan bir akittir demiÅŸti. Goethe, kâğıt paranın devlet ile Åžeytan arasında imzalanan bir akit olduÄŸunu ilave ediyor. Siyasi liderler, para gücüne (mahiyetini pek de kavrayamadan) itaat eden yarı esrik oyunculardır, Goethe’ye göre…
Siyasiler tam anlamasa da, kağıt para iktisadi sorunu çözüyor ama!
Sadece geçici olarak! Goethe ÅŸunu haber veriyor: Kapitalizm (o bu kelimeyi kullanmıyor, pek tabii) öyle bir sistem ki, onu ancak sanal/simgesel araçlarla ayakta tutabiliriz. Fakat bu ÅŸekilde geliÅŸtirdiÄŸimiz her çözüm, baÅŸlıbaşına bir problem olup çıkar. Nitekim Ä°mparatorun imzaladığı kâğıdın hemen o gece binlerce kopyası çıkarılıp askerlere maaÅŸ olarak dağıtılır. Böylece ayaklanma önlenir. Paraları alan asker hanımları çarşılara hücum ederler; ekonomi canlanır. Nereye kadar? Yolun sonunda “enflasyon canavarı” bekliyor…
Kâğıt para, ilm-i simyanın son nefesidir. Goethe’nin kendisi de bir simyacıydı; ömrünün son yıllarına kadar laboratuvarında adi metallerden altın elde etme ümitlerini sürdürdü. Simya fizik düzlemde altın, metafizik düzlemde ise ölümsüzlük arayışıydı. Jung, Faust’un baÅŸtan sona simya süreçlerine göre kurgulandığını söylüyor. Goethe, kâğıt paranın devreye girmesiyle simyanın sona erdiÄŸine, simyacılara artık ihtiyaç kalmadığına iÅŸaret ediyor.
“Büyük Sermaye”ye de sıra gelecek herhalde. Faust onların da hikâyesi demiÅŸtiniz…
Mefisto ile Çırağı Faust sadece kâğıt para ile yetinmiyor, Ä°mparator’a düzmece bir imparatorla savaşında da yardımcı oluyorlar. Bu hizmetlerine karşılık, Ä°mparator “dile benden ne dilersen ey Faust!” deyince, o da bir iki çuval para istemiyor. Aslında isteyecek gibi oluyor, fakat soytarı imdadına yetiÅŸiyor; parayı boÅŸ ver, toprak iste diyor! Goethe’nin kurgusunda soytarı, akıllı insanlara nispetle gerçeÄŸe daha yakın duruyor.
Sonuçta aslolan reel ÅŸeylerdir, fiktif (kurgusal) ÅŸeyler deÄŸil, öyle mi?
Aynen. Romanlara (fictions) dalıp gitsek de, aslolan hayattır. Faust, soytarının ikazıyla, Ä°mparator’dan kağıt para (fiction) deÄŸil arazi (hayat sahası) istiyor. “Benim sadık yarim kara topraktır” diyor. Hem de denizden doldurulmuÅŸ toprak. Åžu denize kafam bozuluyor diyor. Azgın dalgalar boyuna güzelim kıyıları dövüp duruyor. Bunlara hadlerini bildirmek lazım. Denizi dolduracak, ÅŸu yamaca da bir köÅŸk kurup, büyük bir zevkle dalgaların nasıl dizginlendiÄŸini seyredeceÄŸim. Küçücük bir sorun çıkıyor: Yamaçta yaÅŸlı bir çiftin minnacık bir kulübesi var. TOKÄ°’ye haber verin, ÅŸu yaÅŸlı amcayla teyzeye yirmi katlı bir apartman yapsın, bir katında oturup diÄŸer katlarını da kiraya versinler, diyor.
Trajedi bu ya (Faust’un alt baÅŸlığı: Bir Trajedi), yaÅŸlı çift kulübelerinden ayrılmak istemiyorlar. Böyle bir fikir onlara o kadar anlaşılmaz geliyor ki, dilleri tutuluyor adeta. “Bizim bütün iÅŸimiz kıyıya vuran kazazedelere yardım etmek. Onları yaÅŸatmakla hayat buluyoruz. BaÅŸka yerde nasıl yaÅŸarız?” Bu “akıldışı” gerekçe Faust’u küplere bindiriyor, gereÄŸini yapın diyor adamlarına. Onlar da kulübeyi yakıyorlar, içinden çıkmayı kabul etmeyen (= kapitalizmin yeni dilini anlamayan) çağı geçmiÅŸlerle beraber! Sonradan suçu da kabullenmiyor tabii, ben yakın demedim ki, gereÄŸini yapın dedim!
Zola Kadınların Cenneti’nde aynı hikâyeyi anlatıyor bir bakıma. AlışveriÅŸ maÄŸazası büyüdükçe etrafındaki binaları yutmaya baÅŸlıyor; arada sıkışıp kalan ÅŸemsiyeci, kendisine teklif edilen çok yüksek bir parayı, zanaat ve ÅŸerefine hakaret sayarak reddediyor: “Ben orospu deÄŸilim!” Zola Tazı Payı’nda 1860’ların Paris’inin yeniden inÅŸasının sosyo/ekonomik romanını yazıyor; Dreiser Kız KardeÅŸim Carry’de 1890’ların Chicago’sunun. Ä°kisinin de naturalizm ve materyalizmini paylaÅŸmıyorum. Daha doÄŸrusu eksik buluyorum; hayat bunlardan ibaret deÄŸil. Ama ikisini de okuyun, yüz yıl sonrasının Ä°stanbul’unu “görüyor” gibi olursunuz. Romancılar toplumun radarlarıdır; olan kadar, olacağı da haber verirler. Çünkü asıl inceleme alanları insan ruhudur.
Not: Arka Kapak dergisinin 4. sayısında (Ocak 2016) yayınlanan röportajın tam metnidir.
Henüz yorum yapılmamış.