Kürsü
Mustafa Öztürk: Hiç kimse kendini başka bir müslümanın niyet ve samimiyetini sorgulayıp iman seviyesini ölçmeye ehil kılamaz
Follow @dusuncemektebi2
Mustafa Öztürk- Karar
Her dinin kendine özgü bir inanç sistemi, kutsal semboller ve deÄŸerleri vardır. Ä°nançlar ve kutsallar dokunulmaz/yasak kapsamında olup her türlü saygısızlıktan masun sayılır. Ä°slam inancında Allah’ın isim ve sıfatları konusunda birçok tartışma yapılır; fakat tevhid inancı ve Allah’a saygı (tazim) tartışma dışıdır. Benzer ÅŸekilde Kur’an vahyi mahiyet ve inzal keyfiyeti açısından tartışılır; fakat Allah’ın peygamberlere vahyettiÄŸi inancı tartışma dışıdır. Kısacası, bir dinin temel inanç umdelerini tartışmaya açmak ve o dinin müntesiplerince kutsal addedilen semboller ve deÄŸerlere saygısızlıkta bulunmak hiç kimsenin ne haddi ne de hakkıdır. Buna mukabil, inancın özünü söz konusu etmeksizin o inanç etrafındaki farklı fikir ve görüÅŸler ilmî ve felsefî düzeyde tartışmaya açıktır ve açık olmalıdır. Bir inancın dokunulmazlığı ile o inanç etrafında geliÅŸtirilen farklı fikir ve görüÅŸlerin ilmî düzeyde tartışılmasını birbirinden ayrı deÄŸerlendirmek lazımdır.
***
Örnek vermek gerekirse, Farâbî ve Ä°bn Sînâ gibi filozoflar müslümandır. Bu filozoflar Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiÄŸine ve Hz. Muhammed’in nübüvvetine inanmaktadır. Fakat aynı filozoflar vahyin mahiyeti konusunda Ehl-i Sünnet kelamcılarından çok farklı bir anlayışı benimseyerek bu konuyu felsefî düzeyde etraflıca tartışmışlardır. Bu filozoflara göre vahiy, makulleri kavrama ve soyutlama yapma imkânı saÄŸlayan müstefad aklın faal akılla ittisal kurmasıyla açıklanabilir. Cebrail ile özdeÅŸleÅŸtirilen faal akıl, Fârâbî’nin sudûr fikrine dayalı on akıl-dokuz felek kozmolojisinde ay feleÄŸinin aklıdır. Bu akıl “vâhibü’s-suver” olarak hem maddî âlemdeki deÄŸiÅŸmenin hem de aklî formların ilkesidir.
Ä°bn Sînâ, Fârâbî’nin bu konudaki fikirlerini geliÅŸtirerek peygamberde edilgin heyûlânî aklın (bilkuvve akıl) istidat olarak en yüksek güce ulaÅŸtığı seviyeye “kutsî akıl” adını vermiÅŸ ve vahiy tecrübesini bu aklın Cebrail’le özdeÅŸ faal akılla ittisali olarak izah etmiÅŸtir. Ä°bn Sînâ Kur’an’ın genelde meleklerle, özelde Cebrail’le ilgili ifadelerinin simgesel olduÄŸu kanaatindedir. Dahası, melekler Kur’an’da avam-ı nâsın anlayabileceÄŸi ÅŸekilde tasvir edilmiÅŸtir. Duyularla algılanmayan latif güçlerin melek diye adlandırılması, ÅŸer’î lisanda yaygın bir âdettir.
Özellikle felsefî tasavvuf geleneÄŸindeki vahiy algısı da birçok yönüyle Sünnî kelâmî anlayıştan farklıdır. Kimi sûfîlere göre insan dünyevi angajmanların baskısından kurtulmak ve maddî ilgilerden sıyrılmak suretiyle nefsini günah kirlerinden temizleyip rabbine yönelince iç dünyasında melekût âlemine dair marifet nuru ortaya çıkar. Bu sayede varlığın sırları kendisine tecelli eder ve ilâhî kaynaktan bilgiler gelmeye baÅŸlar. Nurun etkisi arttıkça insan meleÄŸi görür ve ondan vahiy alır. Muhyiddîn Ä°bnü’l-Arabî bu tecrübeyi nübüvvet-i âmme diye kavramsallaÅŸtırır. Ona göre nübüvvet iki kısma ayrılır. Birincisi nübüvvet-i teÅŸrii, ikincisi nübüvvet-i âmmedir. Nübüvvet-i teÅŸrii peygamberlere mahsus olup Hz. Muhammed’le birlikte sona ermiÅŸtir. Nübüvvet-i âmme ise peygamberler de dâhil olmak üzere “Allah dostu” olan herkesle ilgilidir.
***
Vahyin baÅŸlangıç aÅŸamasının sadık rüya olduÄŸundan bahisle, rüyanın sadece uyku hâlinde gelen vahiy olduÄŸunu söyleyen Ä°bnü’l-Arabî uyanık haldeki vahyin tahayyül/hayal diye adlandırıldığını belirtir. Hayal bilahare hariçteki meleÄŸi görme safhasına geçer. Melek gözle görülür biçimde insan olarak temessül eder ve rabbinin sözünü vahiy olarak muhatabına ilka eder. Aslında bütün bunlar peygamberlerin yanı sıra Allah’ın veli kulları için de geçerlidir. Ancak peygamberler teÅŸrii vahye mazhar olmakla ayrıcalıklı statüdedir. Hz. Peygamber’in temsil ettiÄŸi risalet ve nübüvvet sona ermiÅŸtir; fakat ÅŸeriat söz konusu olmaksızın beÅŸerin kalbine vahiy sona ermemiÅŸtir. Kur’an velilerin kalplerine nazil olmaya devam etmektedir. Sûfî müfessir Ä°bn Acîbe’nin aktardığına göre velilerin Allah Teâlâ ile konuÅŸması kimi zaman ilâhî tecelliler ÅŸeklinde vuku bulur. Onlar Allah’ın hitabını insandan ve taÅŸtan duyabildikleri gibi vasıtasız olarak semadan da duyabilirler. Åžeyh Ebü’l-Hasen es-Simâtî, “Bana (Allah’la) konuÅŸma imkânını saÄŸlayan bir müÅŸahede bahÅŸedildi” demiÅŸtir. Fakat bu sadece fena ve beka ehli olan büyük sûfîlere münhasır bir haldir… Vertecebî, Åžûrâ 42/51. ayette vahiyle ilgili anlatılan hususların beÅŸeriyet hicabından sıyrılamamış insanlara münhasır olduÄŸunu, bu hicaptan sıyrılıp gayba intikal eden, kurbiyet nuruna bürünüp gözlerine Allah’ın nuruyla manevî sürme çeken kimselerin rububiyetin gücünü duyabileceÄŸini ve Allah’la vicahen konuÅŸabileceÄŸini söylemiÅŸtir… Hâsılı, bütün bu ilginç görüÅŸler kimimiz nezdinde makbul, kimimiz nezdinde merdut sayılabilir. Ama hiç kimse Fârâbî, Ä°bn Sinâ veya Muhyiddîn Ä°bnü’l-Arabî’yi Ä°slam’da vahiy ve nübüvvet inancını dinamitlemekle itham edemez. Çünkü bu filozoflar ve sûfîlerden hiçbiri vahiy ve nübüvvet inancını tartışmamakta, bilakis bu inanç etrafında farklı fikir ve düÅŸünceler ortaya koymaktadır. O halde, hiç kimse kendi doÄŸrusunu mutlak hakikat sayarak bir baÅŸka müslümanın farklı görüÅŸ ve düÅŸüncesini iman, inkâr ve tekfir konusu yapamaz. Yine hiç kimse kendini baÅŸka bir müslümanın niyet ve samimiyetini sorgulayıp iman seviyesini ölçmeye ehil kılamaz.
Henüz yorum yapılmamış.