Güncel
Bir akademisyen gayreti: İlahî Hitabın Tefsiri
Mustafa Öztürk kendisine yönelik gerçekleşen “linç” girişiminin benzerini İslam tarihinde bazı âlimlerin de yaşadıklarını hatırlatarak, eski defterleri karıştırmayı yeğledi. Böylece kendisi şiddete maruz kalan ilim ehli seviyesine çıktı, karşı çıkanlar da cahil ve taassup sahibi kişiler zincirine eklendi. Kâmil Yeşil yazdı.
İlahiyat fakülteleri, Kur’an ilimlerini merkez alan araştırma kurumlarıdır. Çokluk, doktora şeklinde ortaya konan Kur’an ilimleri, mesela tefsirde kavramlar üzerinde yoğunlaşıyor. Kur’an’da şer problemi, Kur’an’da günah kavramı, Kur’an’da nifak, Kur’an’da gayrimüslim hukuku vb. Bu tür tefsir tezlerinden kitaplaşanlar okuduklarımız arasına girdi. Bu araştırmalara; bir âlimin metodu, bir eseri, bir ilmin gelişme dönemi gibi farklı çalışmalar da ekleniyor. Parçadan bütüne gidiş elbette bir metod. Ancak akademisyenler daha bütüncül bakmaya ya cesaret edemiyorlar ya ihtiyaç duymuyorlar; çünkü pek az akademisyen Kur’an meali ve tefsiri hazırlıyor. Mesela bize yeni bir ilm-i kelâm lâzım ve fakat ortada böyle bir çalışma yok. Akademisyenler hâlâ eskilerin çalışmaları ile yetiniyor. Bildiğim kadarıyla tefsir yazan ilk akademisyenimiz Prof. Dr. Süleyman Ateş idi.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk de akademiye mensup olup da tefsir yazan ikinci akademisyenimiz oldu. Önce meal çalışması ile işe girişen Öztürk’ten bir tefsir de bekleniyordu. Çünkü akademik olarak kariyerini tefsir ilmi üzerinde yapmıştı.
Hemen bütün eserlerini okuduğum Mustafa Öztürk’ün tefsirinin birinci cildini de okudum. Son günlerde yazdığı bir makale dolayısıyla yapılan tartışmalardan da haberim var.
Zamanlaması manidar mı bilmiyorum. Öztürk, İlahi Hitabın Tefsiri’ni yayımladığı günlerde tam bir karmaşanın içine düştü. Şundan dolayı: Kuramer’in yayımladığı bildirilen, önce söze dökülen sonra yazıya geçirilen makalede şunları demiş Mustafa Öztürk: “Kur’an, Mekke dönemindeki ehl-i kitap, özellikle Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe suresi 29. âyette aynı zümrenin ‘Allahsızlar’ diye nitelendirilmesi arasında bir ‘uçurum’ var ve Kur’an’daki bu keskin üslup ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lafzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren ayetlerin Hz. Peygamberin zihnindeki genel ve külli vahiyden istinbat edilmiş tikel ifadeler olduğu kanaatindeyim.”
Bu ifadeler 26 Aralık 2018 Star gazetesinde Sibel Eraslan tarafından paylaşıldı ve sosyal medyada da yer aldı. Filmi geriye doğru sardığınızda Kur’an’ın ilahi kelam mı, yoksa mahlûk mu olduğu tartışması ile ilgili bu cümleler. Takip etmedim ama sosyal medyada bu sözlerin sahibi için hakaret ve küfür sözler yanında tehdit de varmış, ölüm fetvası da verilmiş.
Yukarıdaki sözleri tabii ki reddediyoruz. Çünkü bu vahyin keyfiyetini tartışmaya açmaktır. İmanımız, (okuduğumuz ve bildiğimiz) odur ki Kur’an-ı Kerim, ilahi kelamdır. Vahiydir. Onu Namus-ı Ekber getirmiştir. Hz. Peygamber, Kur’an’ın ilk muhatabı, mübelliği, açıklayıcısı ve hayata geçiricisidir. Onun vahyi alırken dilini heyecanla döndürdüğünü, hafızasına almak için acele ettiğini ve fakat “Senin bunun için acele etmene gerek yok, biz onu Sen’in kalbine yerleştiririz” ayetiyle sakinleştirildiğini biliyoruz. Ve “Eğer sen onu değiştirmeye veya ondan bir şey eksiltmeye kalksaydın senin atardamarını koparıp atardık” uyarısını da Kitap bize açıkça söylüyor.
Yapılan açıklama ne kadar inandırıcı?
Yazar, iktibas ettiğim sözleri daha sonra “irticalen yapılmış konuşmada maksadını aşan sözler” olarak niteledi. Arapça ve Türkçe yanı sıra İngilizce de bildiği anlaşılan bir profesörün dili dikkatsiz kullanmasına mı bağlayalım yani? Bilerek yapılmış bir yanlış olabilir mi? Tezinin ne kadar arkasında, ne kadarını tavzih, tefsir ve tevil ile tekrar gündeme getirecek, okuru iknaa çalışacak veya bunları hiç olmamış kabul edecek, onu, tefsirinin ilgili sureye gelişinde göreceğiz. Bir tefsir usulü olarak kabul edebileceğimiz giriş kısmında bu hususlarla ilgili bir şey demiyor yazar. Şu kadarını şöyle bir dil ile söylüyor:
“Mekke dönemindeki sosyolojik şartlar uyarınca, (‘Sizin dininiz size, benim dinim bana!’; Kâfirûn) (‘Sen hakikati anlat! Çünkü sen ancak hakikati anlatmakla mükellefsin, yoksa o inkarcılara imanı dayatmakla sorumlu değilsin.’; [Ğâşiye]) (‘İyilikle kötülük eşit olmaz. Bu yüzden, sen sen ol, kötülüğe iyilik ve güzellikle mukabelede bulun’; Fussilet) mealindeki ifadelerle Hz. Peygamberin müşriklere karşı dikleşmeyip bir bakıma alttan alması salık verilir. Buna mukabil Medine döneminin sonlarına doğru nazil olan muhtelif ayetlerde (‘Allah, kendi hak dinini diğer bütün dinlere üstün kılmak üzere elçisini hidayet ve hak din ile gönderdi’; Tevbe) denilerek İslam dininin meydan okuma ve diğer dinlere galebe çalma vaktinin geldiği ilan edilir. Mekke döneminde nazil olan birçok ayette, ‘tüm kâinatı yaratıp ontolojiye hükmeden, âlemlerin rabbi, kıyamet ve hesap gününün maliki olan Allah'ın rubûbiyet ve ulûhiyette şeriksiz olduğunu ikrar’ anlamı taşıyan din kelimesi, Medine döneminde nazil olan sûreler ve ayetlerde belli ölçüde kavramsallaşarak siyasî ve ideolojik bileşenleri de bulunan ‘müesses inanç sistemi’ şeklinde bir anlam kazanmış ve buna bağlı olarak müşrikler ve ehl-i kitab'a karşı yorumlayıcı/yargılayıcı bir dil ve üslup ön plana çıkmaya başlamıştır. Oysa Mekke döneminde iken Müslümanlara ‘müdârâ’ (müşriklere öfke duyulması ve fakat görünüşte güler yüzlü muamelede bulunulması) siyaseti salık verilmiş fakat Medine'ye hicretin akabinde en fazla muvakkat sulh/hüdne sözkonusu edilmiş ve Müslümanlar adamakıllı güçlenince birçok alimin de dikkat çektiği gibi cihad, kıtal ve cizye gibi hükümler behemahal devreye girmiştir. Medine döneminin özellikle son safhalarında nazil olan Mâide, Fetih, Tevbe gibi sûreler çerçevesinde dinin siyasallaşmasından, hatta sağcı bir karakter kazanmasından söz edilebilir. Sağcılık kavramı bir yönüyle muhafazakârlığı, bir yönüyle de otoriterlik ve totaliterliği çığrıştıran bir anlam içeriğine sahiptir. Klasik tefsir ve fıkıh usulündeki nesh nazariyesinde, muahhar tarihli ayetlerin nâsih, daha önce nazil olan ayetlerdeki hükümlerin mensuh olduğu yönündeki anlayış genel kabul gördüğünden, tefsir ve fıkıh geleneğimiz Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkisini Bakara 2/193, Enfâl 8/39, Tevbe 9/5 gibi ayetlerdeki savaş ve cizye emri uyarınca kesin hükme bağlamıştır.
Nüzul dönemindeki süreç gerçekten bu şekilde geliştiyse, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki ilişkileri düzenleyen ayetlerdeki hükümlerin teolojik olmaktan çok, politik ve stratejik olduğunu kabul etmek ve bu tarihi olgunun bizatihi din olarak kodlandığı bir İslam anlayışının -ki günümüzde hakim olan anlayış da budur- insanlığa mutluluk, huzur ve barış vaat etmeyeceğini söylemek gerekir. (232-233)
Son paragrafa dikkat ederseniz insanlığa huzur, mutluluk ve barış getirmemenin suçu, İslam’da/Kur’an’da cihat, kıtal ve cizye ayetlerinde kaldı! Nerdeyse –hâşâ- vahyi bu şekilde gönderen Allah diyecek!
Güncel avami dili tefsire taşımış
Hemen belirteyim ki biz bir tefsir eleştirisi yapmayacağız. Onu, isimlerinin önünde titri olan hocalar, ilahiyat fakülteleri, Diyanet yapsın. Ki sözün sahibi onlardır. Ancak bir konuşmada da olsa yukarıda geçen “Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe suresi 29. âyette aynı zümrenin ‘Allahsızlar’ diye nitelendirilmesi arasında bir ‘uçurum’ var” cümlesindeki ‘Allahsızlar’ ifadesini -halka ait bir hakaret ve sövgü sözü olan bu ifadeyi- fevkalade sorunlu, düzeysiz, sıradan, bulduğumu ve ilmî içeriğe hiç yakıştıramadığımı söylemek istiyorum. Hazırladığı mealde bu âyet “Yahudiler ve Hıristiyanlardan gerçek anlamda Allah’a ve ahirete inanmayan…” şeklinde iken Öztürk’ün konuşma dilinde hem daralıyor çünkü Hıristiyanları saymıyor hem de avamileşiyor ve günlük Türkçedeki sövgüye dönüşüyor. Tek kelime ile hayret. Bu sözün ilmî, mealî karşılığı verilmesi gerekmez mi böyle ilmî bir toplantıda? “Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim.” ‘Kani değilim’ bir ilmî ifade mi yani? İyi turşu bence sirkeden olur, hayır limondan olur, gibi günlük işe dair bir görüşten değil itikadi/imani bir husustan bahsediyoruz sayın yazar!
Esas sorun tabii ki “Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren ayetlerin Hz. Peygamberin zihnindeki genel ve külli vahiyden istinbat edilmiş tikel ifadeler olduğu kanaatindeyim.” cümlesi ile başlıyor. Doğrusu İlahi Hitabın Tefsiri’nde bu hususlar tekrar gündeme gelecektir.
Geçiyorum.
Mustafa Öztürk’ün bu sözler dolayısıyla hakarete maruz kalması, canının tehlikeye atılması, ölümüne fetva verilmesi gibi sorunlar, bazı yazar ve gazeteciler tarafından “ifade ve düşünce özgürlüğü” çevresinde ele alındı. Yazdığı gazete dahil. El-hak kimse düşüncesinden, imanından, itikadından başka türlü söylemeye, yazmaya zorlanmamalıdır. Bu nifak ve münafıklık üretir çünkü. Bizim memleketimizde ateist, ateist olduğunu açıkça söylerken bir ilahiyatçının geçmişte söylenmiş bazı sözleri günümüze taşıması ve kendisinin de öyle düşündüğünü söylemesi sorun olmamalı. Eğer Mustafa Öztürk İslam itikadına aykırı şeyler söylüyorsa yapılacak iş bellidir.
1. Doğrusunu söylersiniz. Böylece hem onu ıslah etmiş olursunuz hem takip edenleri yanlıştan çevirirsiniz. Bunda başarılı olamazsanız:
2. Eserlerini okumazsınız ve çevrenizi onu okumamaları, dinlememeleri için uyarırsınız.
3. Bir gün emr-i hak vaki olduğunda cenazesine gitmez, iman ehli olduğuna şahitlik etmezsiniz. Allah’a havale edersiniz.
Öztürk de kendisine yönelen bu “linç” girişiminin benzerini İslam tarihinde bazı alimlerin de yaşadığını, hatta dövülüp öldürüldüğünü hatırlatarak “Sizin Sünni, ilim, takva ve irfan ehli, önder, büyük adam olarak gördüğünüz geçmişiniz işte böyle kirli, katil, cahil. Siz de onların peşinden gidiyorsunuz. Ancak o peşinden gittiğiniz, örnek aldığınız, masum, takva ehli, ilim ve irfan sahibi sandığınız tarihinizin iç yüzü işte bu” dercesine eski defterleri karıştırmayı yeğledi. Böylece kendisi şiddete maruz kalan ilim ehli seviyesine çıktı karşı çıkanlar da cahil ve taassup sahibi kişiler zincirine eklendi. Bundan böyle de kişiselliğini anonimleştirmeye eğilimli olduğunu gösterdi ki, fevkalade yanlış bir üslup. “Benim kelimi kızdırmayın, Dört halifeden, Kerbela’dan, Sıffin’den, Cemel’den başlayarak bütün Sünni dünyanın tarihini açar ve temiz, sahih bildiğiniz ne varsa hepsini ortaya dökerim”, üslubu ile konuşmak bir gazeteciye yakışabilir ve fakat bir “müfessir”e yakışmaz. Bilen biliyor zaten. İşte Süleyman Uludağ’ın yazdığı İslam Düşüncesinin Yapısı (Selef Kelam Tasavvuf Felsefe) adlı eser elimizde. İşte Mehmet Azimli’nin Siyer’i, İslam Tarihi’ni Farklı Okumak adı altında “buldum buldum, bakın sizin Sahabi olarak bildiğiniz, gökteki yıldızlar olarak gördüğünüz insanlar, hiç de öyle tekin insanlar değil, bakın onların iç yüzleri bu!” dercesine yazdıkları piyasada var zaten. Mustafa Öztürk de böyle şeyler yazarak kendini savunmuş, yanlışını düzeltmiş olmaz, esmayı üzerine ve etrafına sıçratmış olur ve kendisini Yaşar Nuri ile eşitlemiş olur, o kadar.
İlim ve ilahiyat camiası neden sessiz?
Bize göre olması gerekenleri yazalım ve bu faslı bitirelim. Tamam, bir ilim adamı, bir profesör okuduklarını, bildiklerini paylaşsın. Gazetede yazsın, televizyonlara çıksın, konuşsun. Peki, mesela yazdığı gazetenin görevi sadece yazarlara sayfa açmak mıdır? O zamandan beri bekliyorum, acaba İslami birikim konusunda şüphemiz olmayan yazarlar bu konuda bir şey diyecek mi diye. Belki ilim ehline sorularla meseleyi tartışmaya açarlar diye hâlâ bekliyorum. Gazete yazarlarının Öztürk gibi düşünmeleri bizim için sorun teşkil etmez. Ve fakat tahminim, Öztürk’ün bu kanaatini paylaşmadıkları yönündedir. Bir yazar olarak olmasa da bir mü’min olarak bir şey demeleri gerekmez mi? (Bilmiyorum belki bundan sonra diyeceklerdir.)
En önemlisi ve de beklenen şey, kanaatini paylaşma cesareti gösteren bir ilahiyatçının, bir akademisyenin bu tür açıklamalarından sonra gayet ilmî, kaynaklı, ağır başlı kendinden emin bir tartışma üslubunun doğması değil midir? Nerde bu ilim adamları?
Mustafa Öztürk’ün bir akademisyen olarak tefsir yazması iki yönlü bir durumu işaret ediyor. Olumlu yön; bir akademisyen olarak tefsir çalışması yapıyor; ne biliyor, düşünüyorsa onu açıkça ilim âleminin önüne koyuyor ki takdir edilmesi gereken bir çaba bu. İlahiyat camiasının bu sahada başka çalışmalar yapması beklenir. İkinci yön ise tarihselcilik, vahyin keyfiyeti, gibi yaklaşımları. Bir kesim insan, “Mustafa Öztürk bir kamu kurumunda hoca, memleketimizde vaiz, müftü, öğretmen, akademisyen vs. olacak çocuklara bu tür yaklaşımlarını öğretmekle ilmi bir hizmette bulunmuş olmuyor, aksine itikadi olarak onları ifsada götürüyor; bu, geleceğimiz için büyük yıkım olur” kanaatinde. Buradan, eğer Öztürk, kamu imkanını kullanan bir akademisyen değil de sivil yayın faaliyeti yürüten biri olsaydı bu kadar tepki almazdı, çünkü tesir alanı sınırlı olacaktı, sonucu çıkar mı bilmiyorum.
*
Bir edebiyatçı, bir öykücü neden tefsir okur mu dediniz. Bunun tek cevabı var: Bir Müslüman olarak Kur’an’ı anlamak cehdi. İmam hatip mezunu olarak kendimi oldum olası İlahiyat ve Diyanet camiasına yakın hissederim, gelişmeleri, yayınları takip etmeye çalışırım. Biz neler öğrenmiştik, şimdi neler yazılıp okutuluyor, merak ediyorum. O kadar.
Bizim okuduğumuz kadarıyla tefsirde âyetlere birkaç türlü yaklaşım var. Bunlardan en önemlisi bir âyet, hangi mesajı vermek için inzal olmuştur, bu âyette murad-ı ilahi nedir, sorusuna cevap aramak. Diğer bir yaklaşım; kişisel bilgi birikimi ve entelektüel seviyeden bakarak, âyetlerden istinbat edilen anlamlar var ki bunu ehli yaparsa adına ‘dirayet tefsiri’ diyorlar. Bu tür yorumlarda; bağlamdan uzaklaşmak ve kafasındaki anlamı âyete giydirmek gibi hususlara varılıyor ki, bu kapı gayet problemli alanlara açılıyor. Üçüncü bir yorumlama gayreti de âyetin bağlamında olmayan, sözün vadisini genişleterek yapılan dolaylı yorumlardır.
İlahî Hitabın Tefsiri’ni okurken bütün bu yaklaşımlara örnekler olabilecek paragraflar geldi önüme. Bazı yerlerin altını çizdim. Bunları paylaşmak istiyorum. Olur ki okuyucuya ve müfessire faydası olur. Hemen belirteyim ki ben bir tefsir eleştirisi yapmayacağım. Bir müfessiri, bir tefsir gayretini doğmadan boğmak isteyenlerin olduğu ve bunun için sosyal medyanın kullandığı bir ortamda yangına körükle gitmek olur bu. Müfessirin daha önce söylediği/yazdığı bazı sözleri öne sürerek bu çalışmayı peşinen mahkum etmek ne ilmî bir faaliyet ne insanî bir yaklaşım. O kadar ki, müfessirin bazı âyetleri inkar ettiğine kadar vardırıyorlar sözü. Bu iddiaların, tefsirin dışında cereyan ettiğini söylemem lazım. Benim tezim şu: İlahi Hitabın Tefsiri, şu kadar ilahiyat hocasının bulunduğu bir ülkede, ilmî bir tartışma zemini, dili, üslubu ve ahlakı ortaya koymaya vesile olursa o da kârdır. İlmî olarak isabet ettiği veya yanıldığı yerleri göstermek, doğrusunu yazmak, ilim ehlinin işi.
Kitabın özgün bir adı var
Önce isminden başlayalım: Tefsirin adını özgün bulduğumu belirteyim. Çünkü bu zamana kadar yayımlanan eserler içinde tefsire isim vermek konusunda bir sıkışma, bir daralma olduğu göze çarpıyor. İlahî Hitabın Tefsiri tanımlamasında takıntım “tefsir” kelimesinde. Çünkü Öztürk’ün de belirttiği gibi “tefsir”, Hz. Peygamber’in (sas) yaptığı açıklamalar olarak kabul edilir, diğer insanların yaptıkları anlama ve açıklama gayretine “tevil” diyorlar. Müfessir, geleneksel olarak yaygınlık kazanmış olan tefsir kavramını kullanmayı tercih ediyor. İmam Maturidi’nin tercüme edilen Te'vilatül Kur'an eserine bakılarak pekâlâ te’vil merkezli bir isim verilebilirmiş.
Eser ile ilgili diğer önemli bir notum da şu: İlahi Hitabın Tefsiri kavram açıklamaları üzerine bina ediliyor. Her âyet, bilindiği gibi anahtar kavramlar diyebileceğimiz merkezi kavramlar örgüsüne sahiptir. Kur’an-ı Kerim bu kavramları kullanırken bazılarına yeni anlamlar yüklemiştir, bazılarının anlamını tamamen değiştirmiştir, bazılarını aynen bırakmıştır. Müfessir, kavramlara eğilmek suretiyle Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirindeki metodun izini sürüyor. Bir farkla. Kavramlar daha geniş ve daha zengin karşılığı ile ele alınıyor. Kavramın Arapçaya başka dillerden geçip geçmediğinden tutunuz, cahiliye şiirinde, bedevilerde ve günlük hayatta nasıl kullanılmış sorusu ve cevapları üzerinden ilerleyen tefsir, doğrusunu isterseniz bu sayfalarda insanı boğuyor. Akademik bilgi cinsinden olan bu tür geniş açıklamalar ve örnekler, tefsir öğretiminde faydadan âri değildir. Hatta İlahiyat ve Diyanet camiasının özel olarak ihtisaslaşmak istediği derslerde bunlar gereklidir de. Fakat ortalama bir tefsir okuyucusu için bu kadar geniş malumat çok fazla. Fazla bilgi göz çıkarmaz demeyin, çünkü göz çıkarmasa da söz çıkarıyor. İbni Arabi’nin Fütûhat’ül Mekkiye eseri için muhtasar hazırlayan alim, uzun uzun açıklamalara sıra geldiğinde “İbni A’rabi bu konuda sözü uzattı.” diyerek özete geçiyordu. Biz kanaatimiz de müfessirin sözü uzattığı yönde.
Üçüncü notum şu: Sayfalarca ilmî üslupla giden bu kavram açıklamalarında daha çok Batılı filozofların açıklamalarına yer verilmiş: Schopenhauer, J. L. Mackie, Hume, Rudolf Carnap, Bevan Braitwaite, Wittgenstein vs. Müfessir ima ve açık bir dil ile diyor ki Arapça ise Arapça, İngilizce ise İngilizce aslını gördüm ve bakınız oradan bildiriyorum. Zaten beklenen bu değil midir? Bırakın Batılı filozofları, Bedri Rahmi Eyüpoğlu bile tefsirde bir şiiri ile yer alıyor. Ancak Mevdûdi yok. Mevdûdi’yi nerde aradım? Din, ilah, rab ve ibadet kavramlarının açıklamasında. Olmak zorunda mı? Bir müfessir “Mevdûdi’nin Dört Terimi’ni okuduktan sonra tefsirimi yeniden gözden geçirdim.” dediğine göre bu kavramların açıklamasında da “Mevdûdi de bu kavramı şöyle açıklamış ve onun bu yorumundan sonra bu kavramların geçtiği âyetlerde şu yorumlara ulaşılmıştır.” gibi bir açıklamayı gözümüz aradı ise de bulamadı.
Tevrat’tan İncil’e, Akadca’dan Süryanice’ye kadar birçok referansa baktığını göstermek isteyen yazar, bazı âyetlerin yorumunda modern zamanların politik görüşüne atıfta bulunmaktan ve sağcılık-muhafazakarlık ile buluşturmaktan (s. 233) çekinmiyor. Yeri geldiğinde Türkiye’deki “halk İslamına” ait uygulamaları eleştiriyor (s.111) yer yer sözü Selefilik üzerinden aşırı yorumcu İŞİD’e ve diğer etkin İslami çevre olarak tasavvufa-tarikat ehline getirerek aktüel olanı tefsire taşımaktan çekinmiyor. Hatta sözü bu çevrelere getirmek için özel bir gayret sarf ediyor. Bu hususlar için makaleler yazılabilir fakat ilmî bir eser olmak iddiasında olan bir tefsirde bu tür imalar, ihsaslar hem zayıf kalıyor hem eseri hafifleştiriyor.
Dördüncü not: Müfessirin üslubu ile ilgili. Öztürk’ün me’hazlı açıklamalarda ilmî ifadeye bağlı kaldığı söylenebilir. Ancak söz sufi, Şia ve Selefi açıklamalara geldiğinde veya getirildiğinde akademyadan olsun, yaşayan fırkalardan olsun, ister zımnen isterse açıkça ifade etsin, kalemin ucu hemen sivriltiliyor ve böyle yerlerde tefsirin ifadesi makale/gazete yazısı hüviyetine bürünüyor. (s.237) Doğrusu şu ki bu sayfalarda yazar, sırf bu akım ve kişilere cevap vermek için böyle bir tefsir yazma gayretine girdiğini düşündürtüyor ki eğer bu yaklaşım eserin diğer ciltlerine de yansıyacaktır bunu sağlıklı bulmuyoruz.
Yukarıda söylediğimiz gibi bu tefsirin isabet ettiği yerleri ve isabetsizlikleri, tarihsellik ve Fazlurrahmancılık varsa ne söylüyor, nerde isabet ediyor veya yanılıyor, eserin başındaki tefsir usûlü ile ilgili imaları, açıklamaları tartışmak bizim işimiz değil. Bu hususlar bizi aşar. Memlekette şu kadar ilahiyat profesörü var, bu işi onlara bırakmak gerek.
Yazır’ın ve Mukatil b. Süleyman’ın tefsiri şimdilik bana yetiyor. Kendi adıma; bu kadar akademik bilgi, ayrıntı, görüş ayrılığını bilmek bana lazım değil. Bundan sonraki ciltler için, -eğer yapılırsa- tefsirin muhtasar bir yayını yapılıncaya kadar beklemeyi planlıyorum.
Kâmil Yeşil
Henüz yorum yapılmamış.