Sosyal Medya

Güncel

Kamil mürşid nasıl bulunur, vasfı nelerdir?

Yetkin İlker Jandar, bazı intisap hikâyelerini anlatıyor ve ekliyor: “Gönül bağı, ezelde takdir edilmiş bir yazgıdır. Bu yazgının açılması arayıştadır.”



Bizim geleneğimizde bilgi ve tecrübenin aktarımı, karşılıklı muhabbete dayanan manevi bir bağ ile olur. İster hoca–talebe ilişkisi olsun, ister usta–çırak ilişkisi olsun, ister mürşit–mürit ilişkisi olsun, temelde hiçbir şey fark etmez. İsimler değişse de mahiyet ve usul aynıdır. Öğreten ile öğrenci arasındaki gönül bağı, öğretenden öğrenciye ulaşan himmetin, öğrenci için feyze dönüşmesini sağlar. Öğrencinin istek ve istidatı, ancak bu himmetin feyze dönüşmesi ile neticeye ulaşıp fiiliyata dönüşür. Bu ilişki bir süreçtir ve bu süreç boyunca öğrenciden beklenen, edeptir, illa ve illa edeptir.

Geleneğimizde öğreten ile öğrenci arasındaki gönül bağı, ezelde takdir edilmiş bir yazgıdır. Talebe, çırak ya da mürit, deryaya ulaşmaya çalışan nehirler gibi, yolunu yatağını arar, dağları vadileri geçer, nasibi ve nihayeti olan menzile ulaşır. İstidat ve talep, bir küçük tohuma taşları deldirten kuvvettir. Ancak öğrenci için, nasipteki hoca veya ustanın bulunması daha kolaydır. Çünkü öğrenci öğreticisini ararken, kendi istidatını zaten tespit etmiştir. O vadide öğretici olan hoca ya da usta, eserleri ve ismi ile zahirdedir, bilinmektedir.

Mürşidin bulunması ise daha zordur. Öğrenci ya da mürit, henüz kendini ve istidatını tanımamaktadır, nerede kaldı ki nasibi olan mürşidi tanıyıp bulsun. Bu yüzden Beyazıd-ı Bistami, “Aramakla bulunmaz, ancak bulanlar sadece arayanlardır”  buyurmuştur. Tasavvuf vadisinin en can alıcı mevzusu, müridin mürşidini bulması meselesidir. Tezkire ve menkıbeler, ağırlıklı olarak bu konu üzerinde durur.

Biz de bu menkıbe geleneğine uyarak, son devre ait, birinci ağızdan dinlediğimiz bazı intisap hikâyelerini paylaşmak istedik. Umulur ki, bu mevzu ile ilgilenenler için, faydası olur.

“Çünkü ben o kapıda devlet buldum”

Merhum Ahmet Sadık Yivlik Efendi, kendi üstatlarından Topçuzade Mehmet Arif Bey’in intisap hikâyesini şöyle nakletmiş idi: Topçuzade Mehmet Arif Bey, tasavvufa intisabından önce, müderrislik zamanlarında, methini çok işittiği Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendi’yi ziyaret etmeye karar vermiş. Ziyarete gittiğinde Ahmet Amiş Efendi kendisini buyur etmiş, bir sandalyeye oturtmuş. Sohbete başlayan Amiş Efendi, tevhide ve vahdet-i vücuda dair öyle mevzuular anlatmış ki, Arif Bey anlatılanları idrak edememiş. Hatta mollalığın tesiri ve gayreti ile “Vay sen nasıl şeriata aykırı konuşursun” diyerek öfke ve hiddetle oturduğu sandalyeyi kapıp Amiş Efendi’ye hücum etmiş. Tam sandalyeyi indirecekken, kendisini kaybedip bayılmış. Arif Bey kendine geldiğinde, Amiş Efendi bir baba şefkati ile saçlarını okşamakta; “Arif, evladım, yeter artık kalk. Kalk evladım” demekte imiş. O anda Arif Bey’in içindeki öfke, yerini muhabbete bırakmış. Zaman içinde önce Ahmet Amiş Efendi’ye, onun vefatından sonra da halifesi Kayserili Mehmet Tevfik Efendi’ye intisap edip tasavvuf yoluna girmiş.

Ahmet Sadık Efendi, Kara Baba Dergahı’ndaki bir sohbette, kendi intisap hikayesini de anlatmışlar idi: Ahmet Sadık Efendi, Darüşşafaka Lisesi’ne kaydolunca, arkadaşlarının da tesiri ile oldukça haylaz bir talebe olmuş. Bu konuda o kadar ileri gitmiş ki, yetim ve öksüzün halinden anlayan Darüşşafaka muallimlerini bile canlarından bezdirmiş. Hatta Abdulhakim Arvasi Hazretleri’nin ihvanından olan Muallim Rıfkı Bey bile dayanamayıp, Ahmet Sadık Efendi’ye; “Senden adam olmaz, eşyalarını topla, okulu terk et” diyerek çıkışmış.

Bu hadise duyulunca, o dönemde lisenin kütüphane müdürü olan Topçuzade Mehmet Arif Bey, Ahmet Sadık Efendi’nin sorumluluğunu üstüne alır. Arif Bey, Ahmet Sadık Efendi’yi ilk önce, Eyüp Kaşgari Dergâhı şeyhi Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ne teslim etmeye niyetlenir. Bir sabah namazında Eyüp Sultan Camii’ne giderler. O zamanlar Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Eyüp Sultan Camii’nde sabah namazlarını müteakip hadis dersleri vermektedir. Namazdan sonra Abdulhakim Efendi kürsüye çıktığı vakit, Arif Bey ile Ahmet Sadık Efendi en ön safta kürsünün karşısına otururlar. Ders biter, Abdulhakim Efendi kürsüden iner, ayakkabılıktan ayakkabılarını alır, çıkmak için kapıya yönelir. Arif Bey ile Ahmet Sadık Efendi, hazretin tam arkasından yürüyerek kendisini takip ederler.

Abdulhakim Efendi’nin hemen arkasından onlar da dışarıya çıkar. Dışarı çıktıklarında, bir adım önlerinde olan Abdulhakim Efendi’nin ortadan kaybolduğunu hayretle müşahede ederler. Camii avlusuna, dışarıya, Kaşgari Dergâhı’na çıkan yokuşa bakarlar, ancak hiçbir iz bulamazlar. O zaman Arif Bey, Ahmet Sadık Efendi’nin nasibinin Abdulhakim Arvasi Hazretleri’nde olmadığını anlar. Bu hadiseden sonra Arif Bey, Ahmet Sadık Efendi’yi Tahir Ağa Dergâhı’na götürüp Ali Behçet Efendi’ye teslim eder.

Ahmet Sadık Efendi’nin naklettiğine göre, Ali Behçet Efendi, Tahir Ağa Dergâhı’nın mescidinde, giriş kapısının hemen yanındaki küçük odada, daima namazda olduğunun idraki halinde, dizlerinin üstünde otururlar imiş. Ali Behçet Efendi’nin bu sırlı odada bir küçük ocağı olup, misafir geldiğinde bu ocakta kendi elleri ile kahve pişirir, ikram eder, sonra fincanları da kendisi yıkar imiş. Ali Behçet Efendi’nin bu mütevazı ama bir o kadar da heybetli hali, Ahmet Sadık Efendi’nin daha ilk günden itibaren içine işlemiştir. Ahmet Sadık Efendi, intisabından sonra o kadar süratle değişir ki, muallimleri ve arkadaşları “Bizim Ahmet’e ne oldu, sanki kendisi gitti, bambaşka bir Ahmet geldi” diye hayret ederler. Merhum Ahmet Sadık Efendi, bu tanışıklığa vesile oldukları için Muallim Rıfkı Bey ve Arif Bey’e ömür boyu hayır duada bulunduğunu “Çünkü ben o kapıda devlet buldum” diyerek nakletmişlerdir.

Kafasında “kâmil mürşit nasıl bulunur, vasıfları nelerdir” mevzuu bulunmaktadır

Sadettin Ökten Bey de, Kara Baba Dergâhı’ndaki bir sohbette, muhterem babaları Celal Hoca lakaplı Celalettin Ökten Hoca Efendi’nin intisap hikâyesini şöyle nakletmişler idi: Celalettin Ökten Hoca, Karagümrük Cerrahi Asitanesi şeyhi Fahrettin Efendi ile çocukluk arkadaşı olup, beraber büyümüşler. Fahrettin Efendi, bir türlü şeyh beğenip de intisap edemeyen Celal Hoca’ya, “Ya Celal, sen de kimseyi beğenmiyorsun, korkarım sonunda benim gibi birine kalacaksın” diye takılır, birlikte gülüşürler imiş.

Celal Hoca, hakikaten kimseye intisap edemez. Bir dönem Kenan Rufai’den Fransızca dersleri alır. Kenan Rufai’nin oğlu Kazım Büyükarsoy’a Arapça dersleri verir. Bu vesile ile sürekli dergâha girip çıktığı halde intisap etmez. Daha sonra Abdulhakim Arvasi Hazretleri’nin sohbetlerine devam eder. Bir sabah, Abdulhakim Efendi’nin Eyüp Sultan Camii’ndeki hadis dersini dinlemeye gider. Görünmemek kastı ile, bir direğin arkasına gizlenerek oturur. Kafasında, her zaman olduğu gibi, “kâmil mürşit nasıl bulunur, vasıfları nelerdir” mevzuu bulunmaktadır. Abdulhakim Efendi kürsüye çıkar, önündeki hadis kitabını kapatır; “Bugün hadis dersimize ara veriyoruz. Hususi bir konumuz var; kâmil mürşit nasıl bulunur ve vasıfları nelerdir, bunu anlatacağız” dedikten sonra; “Celal Hoca! Çık direğin arkasından, bu konu senin ile ilgili” diye seslenir. Bu hadiseye rağmen Celal Hoca, Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ne intisap edemez.

Ne zaman ki tekkelerin kapatılması kararı çıkar, Celal Hoca da soluğu Fahrettin Efendi’nin yanında alır. Fahrettin Efendi’ye intisap eder. Ancak intisap ederken bir şart koşar; “Ben devrana falan kalkıp dönmem” der. Fahrettin Efendi bu şartı kabul eder. Fahrettin Efendi ve ihvanı, o dönem asitane kapalı olduğundan, polis takibinden kurtulmak amacıyla, sapa ve ıssız bir yerde kalan Eyüp Nişanca’sındaki Murad Münzevi Dergâhı’nda toplanmaktadır. Fahrettin Efendi her devrana kalktıklarında, Celal Hoca’nın elinden tutup meydanda şöyle bir kez döndürür, sonra tekrar yerine oturtur. Bu usul böylece gider.

“Bu yoldan nasibin var ama bizden değil”

Mehmet Serhan Tayşi Hocamız’dan dinlediğimiz bir intisap hikâyesi ile haberimizi noktalayalım. Bu hikâye, hocamızın muhterem pederleri merhum Ahmet Rasih Tayşi Bey hakkındadır. Bir dönem Mustafa Kemal Paşa’nın korumalığını da yapan ve bu görevi sırasında madalya kazanmış parlak sicilli bir komiser olan Rasih Bey’e, Kazım Karabekir Paşa’yı takip vazifesi verilir. Rasih Bey bu görevi sırasında İstanbul’da kalma ve serbestçe dolaşma imkânı bulur.

Yetiştirdiği müderrisler ile meşhur köklü bir aileden gelen Rasih Bey, bir mürşid-i kâmil arayışındadır. Birçok defalar Seyyid Abdülkadir Belhi Hazretleri’nin talebesi, Âmâ Şeyh lakaplı Osman Kemali Efendi’yi ziyarete gitse de, bir türlü kendisini evde bulamaz. Daha sonra Kaşgari Dergâhı’nı ziyaret ederek, Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile görüşür. Abdulhakim Efendi’ye intisap etmek ister. Ancak Abdulhakim Efendi; “Kalbini ferah tut, bu yoldan nasibin var ama bizden değil, vakti zamanı gelince karşına çıkacaktır” diyerek Rasih Bey’i geri gönderir.

Yıllar sonra Rasih Bey İzmir’e tayin olur. İzmir’de, Bergama Kınıklı Ömer Efendi’yi takip etmekle görevlendirilir. Kendisini takip etmekle görevlendirildiği Ömer Efendi’den ve sohbetinden daha ilk görüşünde etkilenir ve Ömer Efendi’ye intisap eder. Kısa süre içinde İzmir Emniyeti durumdan şüphelenir, Rasih Bey bu görevden alınır. Ömer Efendi’yi takip etme görevi, sırası ile komiser Şevket Erol ve Ali Rıza Limoncuoğlu’na verilir. Ancak her iki komiser de, tıpkı Rasih Bey gibi, Ömer Efendi’den etkilenerek, ona intisap ederler. İzmir Emniyeti, Ömer Efendi ile başa çıkamayacağını anlar, takipten vazgeçer.

Gönül bağı, ezelde takdir edilmiş bir yazgıdır dedik. Bu yazgının açılması arayıştadır. Bulmaktan daha önemlisi arayış halinde olmaktır, çünkü arayışın kendisi bulmaktır. Arayış, istidatın sesi hiç kesilmeyen feryadıdır. Kendi istidatının sesini duyan, bu sese kulak veren herkes, aradığını bulacaktır. Adı ister hoca, ister usta, ister mürşit olsun, adı ne olursa olsun, aradığını mutlaka bulacaktır.

 

Yetkin İlker Jandar yazdı

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.