Kürsü
Abdülhamit, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet devirlerinde tutunamamış bir isimdi Mehmet Akif 2018 Türkiye'sinde yaşayabilir miydi?
Follow @dusuncemektebi2
Yıldıray Oğur'un bu yazısı Karar Gazetesinden iktibas edilmiştir
Mehmet Akif, 1908’de II. MeÅŸrutiyet’in Ä°lanı’nın ardından yazdığı ve II. Abdülhamit için “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i Ä°blîs’e!” dediÄŸi “Ä°stibdad” ÅŸiirini “KardeÅŸim Midhat Cemal’e” diyerek yakın dostu Mithat Cemal’e ithaf etmiÅŸti.
Bu ithaf sadece bir şairin yakın dostuna yaptığı bir jest değildi.
Mahkeme üyeliÄŸinin ardından noterlik yapmaya baÅŸlayan Mithat Cemal, 1906 yılında Yıldız Sarayı’na ulaÅŸan bir jurnal yüzünden evi basılarak tutuklanmıştı.
Suçlama, Mithat Cemal’in bir Namık Kemal kitabının baskı kalıplarını bulundurmasıydı. Bir süre tutuklu yattıktan sonra bırakılmıştı ama uzun süre arkadaÅŸları baÅŸka bir jurnale kurban gitmemek için ondan uzak durmuÅŸlardı.
Bu muamele ve yakın çevrenin verdiÄŸi bu tepki Akif’in içine o kadar oturmuÅŸ olacak ki 1908’de II. MeÅŸrutiyet’in ilan edilince yazdığı ÅŸiiri Mithat Cemal’e ithaf etmekle kalmadı, “Ä°stibdad” ÅŸiirinin altına “Bir gün evvel” diyerek baÅŸka bir ÅŸiir daha ekledi.
Åžiir, istibdad günlerinde birine selam verdiÄŸi için, eÅŸinin mahalleyi inleten baÄŸrışları arasında bir adamın gözaltına alınışını anlatmaktaydı:
“BeÅŸ on herif yapışıp bir fakîrin ellerine,
Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor:
— Bırakın!
Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günâh adamın?
Zavallının büyük evlâdı öldü askerde;
Ä°kinci oÄŸlu da sürgün Yemen’de bir yerde.
Acıklı, göÄŸsü sakat koyverin, didiklemeyin;
Günâhtır etmeyin oÄŸlum, ayıptır eylemeyin.
Efendi kim, o ne bilsin? Bilirse hem ne çıkar?
Kilercisiyle uzaktan biraz hısımlığı var.
Geçende komÅŸuyu görmüÅŸ, demiÅŸ selâm söyle.
Demek alınmayacak Tanrı’nın selâmı bile!
...
«Sürün! » demiÅŸ, ona Åževketli’nin irâdesi var.
— Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar!
Ya sen, zebâni kıyâfetli, gulyabâni paÅŸa,
Ä°lâhi yumru başın bir geleydi sivri taÅŸa!
Yılan bakışlı ÅŸebek, bir bakın ÅŸunun gözüne!
Kazık boyundan utan... Tû! Herif senin yüzüne!
Sakın mahallede erkek bırakmayın, götürün.
Sayıyla vermediler, öyle, posta posta sürün!
Bakın şu hayduda; durmuş yıkın diyor evimi!
Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi?
Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komÅŸulara?
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra.
Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek...
Ne var sıçan gibi evlerde ÅŸimdiden sinecek?
Yazık sizin gibi erkeklerin kıyâfetine...
— YetiÅŸti yaygaran artık... Çekil kadın evine!
Atın ÅŸu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri.
— PaÅŸam, bayıldı kadın.
— Anlamam o hîleleri.
Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi...
Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi.”
Aslında anlatılan biraz deÄŸiÅŸtirilmiÅŸ olarak Mithat Cemal’in gözaltına alınışıydı. Akif hem o haksızlığı hem de o PaÅŸa’yı tarihe böyle nakÅŸetmiÅŸti.
Ama sadece Abdülhamit devrinde gözaltına alınmış çok sevdiÄŸi hocası için, yakın dostu Mithat Cemal için deÄŸil, daha sonra Ä°ttihat ve Terakki devrindeki baskılar yüzünden başına iÅŸ gelmiÅŸ dostları için de o mahalledekiler gibi pencerelerini kapatmamış, dostlarına yardım etmeye çalışmıştı.
Fıtraten ve fikren birbirinden farklı iki insan olan Mithat Cemal (1950’de CHP’den vekil adayı olmuÅŸtu) ve Mehmet Akif’in dostluÄŸu, ezberler dışında hakkında pek de bir ÅŸey bilmediÄŸimiz “milli ÅŸairimiz” hakkında baÅŸka ÅŸeyler de anlatıyor.
1903 yılında tanışmış iki arkadaÅŸ, siyasetle uÄŸraÅŸmanın tehlikeli olduÄŸu yıllarda her hafta önce ÇarÅŸamba, sonra Cuma günleri olmak üzere bir araya geliyor ve Fransız edebiyatının en seçkin örneklerini Fransızca orijinallerinden okuyorlardı.
Akif, o yıllarda Arapça ve Fransızca’ya olan hakimiyeti ve çevirileriyle de ünlenmiÅŸti. Hugo’dan Daudet’e, Dumas’tan Zola’ya uzanan bu okumalarda Akif’in favorisi Emile Zola’ydı. Romanlarındaki müstehcenlik yüzünden Zola okunmasını eleÅŸtirenlere karşı da “ahlaksızlığı böyle göstererek aslında ahlaka hizmet ettiÄŸini” söyleyecek kadar açık ve rahattı.
Bu rahatlıkla o yıllarda Ä°stanbul’a gelmiÅŸ bir Rus Yahudisi ressam olan Feldman’a Çamlıca’daki bir köÅŸkte poz verip, fessiz bir portresini yaptırmıştı.
Ä°slamiyet ile ilgili fikirlerini ise bugünlerde dillendirmek bile cesaret isterdi. Bundan 110 yıl önce bir Ramazan ayında devrin Ä°slamcı gazetesi Sırat-ı Müstakim’deki Hasbıhal köÅŸesinde yolda yürürken önüne çıkan bir türbe üzerine yazmıştı:
“Üç gün evvel, Beyazıt’tan Fatih’e doÄŸru gidiyordum... Kendimi sol tarafa atıp arabalardan kurtulmak istedim. GöÄŸsüm Osman Baba türbesinin parmaklıklarına çarptı. Fena halde canım yandı. O acının tesiriyle “yol ortasında mezar olur mu, bu ne maskaralık” demiÅŸ bulundum. Vay efendim derhal saÄŸdan soldan itiraz sesleri yükselmeye baÅŸladı. Garibi neresi, iÅŸin içine yine ÅŸeriat bahsi karıştırdık. “Zavallı ÅŸeriat! Kimlerin elinde, hem ne gibi iÅŸlere alet olduÄŸunu biliyor musun? Allah aÅŸkına olsun biz daha ne zamana kadar ÅŸeriatı üzerimize çökmüÅŸ bir kabus, karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceÄŸiz? Dünyanın en kalabalık bir caddesinin ortasında bir ölü yatmış, gelip geçen dirilerin hayatı üzerinde adeta tasarruf ediyor. Yahu ÅŸu mezarı kaldıralım desen derhal kıyametler kopuyor, ÅŸeriatın müsaadesi yoktur ne yapıyorsun deniyor.”
Yine aynı yıllarda Ä°stanbul’da patlak veren kolera salgını için bir okurunun eski zamanlardaki gibi para ile hafızlar tutulup, Ä°stanbul’un etrafında hatim indirilmesi teklifine yine Sırat-ı Müstakim gibi bir gazetede ÅŸöyle itiraz etmiÅŸti:
“Evet böyle bir eski usul vardı, lakin hiçbir vakit dindarane deÄŸildi. Hükümet-i sabıka (II. Abdülhamit ve istibdat hükümeti) mevkiini tahkim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sari hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten baÅŸka bir tedbir olmayacağını pekala bilirdi. Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı def etmek için deÄŸil, sadedil halkın hissiyat-ı diniyesini okÅŸayarak huluskar bir padiÅŸaha ihlas celb etmek içindi.”
23 Temmuz 1908’den dört gün sonra Rasathane müdürü Fatin Hoca tarafından Ä°ttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kaydedilirken “Onların her dediÄŸine deÄŸil, cemiyetin makul olan dediklerini” yapacağına yemin etmiÅŸti. Ä°ttihat ve Terakki döneminde hem milletçilikle hem Batıcılıkla mücadele etti ama Ä°ttihatçılar isyan hazırlıklarına giriÅŸen Arapları ikna etmesi için Hicaz’a, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ä°slam dünyasını cihada davet etmek için Berlin’e gönderildiÄŸinde bir vatansever olarak tereddütsüz gitti.
Ä°stanbul iÅŸgal edilince, Ä°ttihatçılara kızıp Mustafa Kemal’in ismen davetiyle oÄŸluyla birlikte Milli Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçip, halkı savaÅŸa çağıran vaazlar, hutbeler verdi.
Birinci Meclis’e Burdur milletvekili olarak girdi, Ä°stiklal Marşı’nı yazdı. Ä°kinci Meclis’e aday olmadı ama hilafetin ilga edilmesinden sonra Terakkiperver Fırka’nın kapatıldığı, aralarında Akif’in yakın dostu EÅŸref Edip’in de olduÄŸu gazetecilerin tutuklandığı Takrir-i Sükün günlerinde Mustafa Kemal’in de onayıyla Kuran meali yazdırma iÅŸini aynı Meclis, Mehmet Akif’e teklif etmekte tereddüt etmedi.
Ama bir süre sonra, olan biten devrimlere kayıtsız kalmakla suçlanıp CHP’nin sesi Ulus gazetesinde “Hadi git sen kumunda oyna” diye yol gösterilecek de aynı Akif’ti. Hakkında herhangi bir soruÅŸturma yoktu, zorunlu deÄŸildi ama “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar, ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiÅŸ adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum, bundan dolayı gidiyorum” diyerek gönüllü bir sürgün kararıyla Mısır’a gitti.
Onu Mısır’a davet eden ve orada himaye eden son sadrazamlardan Said Halim PaÅŸa’nın kardeÅŸi Abbas Halim PaÅŸa’nın ölümüne kadar da Mısır’da yaÅŸadı. Türkiye’den kaçmış insanlarla birlikteydi ama ülkede olan bitenler hakkında yazmadı, konuÅŸmadı.
Bu arada Türkiye’de ÅŸapka, harf devrimleri oldu anayasadan Ä°slam ibaresi çıkarıldı ama Mehmet Akif, Kuran meali için devletle yaptığı mukaveleyi 1932 yılına kadar feshetmedi. Dücane CündioÄŸlu’nun Bir Kuran Åžairi çalışmasında ortaya koyduÄŸu gibi feshetmesinin sebebi de 1932 yılındaki Türkçe ibadet giriÅŸimleri de deÄŸildi. Fesih kararını onun öncesinde almıştı, sebebi de yazdıklarının bir türlü içine sinmemesi ve artık ÅŸiir yazamamasıydı.
1935 yılında hastalanınca önce Antakya’ya gelerek bir süre tedavi oldu, sonra da 1936 yılında gemiyle Ä°stanbul’a döndü ve hastaneye yatırıldı. KaraciÄŸerinden rahatsızdı, çok zayıflamıştı ama fotoÄŸraflarda göründüÄŸü gibi yalnız ve bakımsız halde de deÄŸildi. Ä°ki yıl önce vefat eden dostu Abbas Halim PaÅŸa’nın kızı Emine Hanım’ın giriÅŸimiyle NiÅŸantaşı’nda o yıllarda Ä°stanbul’un en iyi ve tek özel hastanesi olan ÅžiÅŸli Åžifa Yurdu’na (Bugünkü NiÅŸantaşı Plaza) yatırılmıştı.
Ä°stanbul’a dönüÅŸü, bütün gazetelerde haber olmuÅŸ, yazarlar, ÅŸairler onun için “HoÅŸ geldin Üstad” yazıları yazmış, hatta ÅŸiiri üzerinden tartışmalar bile yaÅŸanmıştı. Cumhuriyet’te Peyami Safa, Tan’da Yusuf Ziya Ortaç hasta yatağındaki Akif’in ÅŸiirini eleÅŸtirenlere karşı yazılar kalem aldılar. Sadece Yedigün’den Feridun Kandemir’e deÄŸil, Tan’dan Cumhuriyet’e kadar gazete ve dergilere röportajlar verdi.
Son Posta gazetesine hastane odasında verdiÄŸi röportajda “Mısır’da Türkiye hakkında ne düÅŸünülüyor” sorusuna ÅŸöyle cevap vermiÅŸti:
“Mısır’daki münevver tabaka bu inkılabımızı takdir ile yâd ediyorlar, kendileri boyunduruk altında yaÅŸadıkları için Türkiye’nin bugünkü inkılabını ve muvaffakiyetini alkışlıyorlar. Bilhassa ecnebi imtiyazlarının Türkiye’den kaldırılması her münevver Mısırlının bir Türk kadar sevinmesini mucip olmaktadır.”
Yine Yarım Ay dergisine verdiÄŸi röportajda da benzer ÅŸeyler söylemiÅŸti:
“Mısırlılar Türkler taklit etmek için, ancak ve ancak muazzam inkılabımızın her safhasını büyük bir merakla takip etmektedirler. Ä°stiklal mevhumunu anlayan her münevver Mısırlı Türk inkılabının aşığıdır.”
Ä°nkılapları överken verdiÄŸi örnekler, seçtiÄŸi cümleler özenliydi. Ama bu dengeli üslubu bile devletin onun nasıl vize alıp ülkeye giriÅŸ yaptığını gizli yazışmalarla sorgulamasını hastanede ve evinde kimlerin ziyaretine geldiÄŸini irtica koduyla takip etmesini engelleyememiÅŸti.
Hastaneden çıktıktan sonra yine Hidiv ailesine ait önce Baltacı ÇiftliÄŸi’nde ardından yine aynı aile ait BeyoÄŸlu’nun en gözde apartmanlarından Mısır Apartmanı’nda yaÅŸadıktan sonra 27 Aralık 1936 Pazar akÅŸamı hayatını kaybetti.
Vefatı da bugünlerde anlatıldığı gibi sessiz sedasız olmamıştı. Bütün gazeteler vefat haberini manÅŸetlerinden ve taziye yazılarıyla duyurmuÅŸlardı.
Haberi “Mehmet Akif’i kaybettik” baÅŸlığıyla veren Cumhuriyet’ten okuyalım:
“Büyük ÅŸair dün akÅŸam vefat etti... Bu yaz, sanki hayatının son devrelerini yaÅŸadığını hisseden ÅŸair, vatanına dönmek arzusunu göstermiÅŸ ve Ä°stanbul’a avdet etmiÅŸti... Büyük ÅŸair nihayet dün akÅŸam Türk milletine Ä°stiklâl Marşı, Çanakkale müdafaası gibi yüksek eserler miras bırakarak Allah’ın rahmetine kavuÅŸmuÅŸtur.”
Cenazesi de sessiz sedasız kaldırılmamıştı. Gazetelerin hepsinde cenaze bilgileri mevcuttu.
Ama devlet bir yıl sonra ÅŸair Abdülhak Hamit’e yapacağı resmi cenaze törenini, milli marşının ÅŸairinden esirgemiÅŸti. Mithat Cemal o günü ÅŸöyle anlatır:
“Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceÄŸi belli deÄŸil. Çok sonra birkaç kiÅŸi göründü biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koÅŸtu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım”
Ama cenaze söylendiÄŸi gibi ortada da kalmadı. Akif’in vasiyeti ve ailesinin isteÄŸiyle bir cenaze organizasyonu yapılmamıştı. Mütevazi bir tabut içinde bir arabayla Beyazıt’a getirilen cenaze için aralarında vekillerin, yazarların da olduÄŸu çoÄŸunluÄŸu üniversite ve askeri tıbbiye öÄŸrencilerinden oluÅŸan büyük bir kalabalık toplandı. Kalabalık üzerine bayrak ve Kabe örtüsü serdikleri cenazeyi Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar eller üstünde taşıdılar. Ä°stiklal Marşı okuyarak defnettiler. Defnedilirken, heykeltıraÅŸ Ratip AÅŸir, büstünü yapmak üzere Akif’in yüzünün alçı ile kalıbını da almıştı.
Cenazede öÄŸrenciler adına konuÅŸan Abdülkadir Karahan (daha sonra ünlü bir edebiyat profesörü oldu) Akif’in mezarının öÄŸrenciler tarafından yapılmasını ve her yıl anma düzenlemesini teklif etmiÅŸ, kalabalık da bu teklifi kabul edilmiÅŸti. Karahan daha sonra Emniyet’e çaÄŸrılarak bu cenazede yaptığı konuÅŸma yüzünden sorgulandı.
Ama öÄŸrenciler sözlerini tuttular ve ertesi yıl Akif üniversitede düzenlenen bir toplantıyla anıldı. ÖÄŸrencilerin bastırdıkları ve 10 kuruÅŸa sattıkları bir kitabın gelirleriyle Akif’in mezar taşı yapıldı. ÖÄŸrencilerin bu ilgisinden rahatsız olanlar üzerinden yine tartışmalar yaÅŸandı. ÖÄŸrenciler bir bildiriyle eleÅŸtirilere cevap verdiler.
Abdülhamit, Ä°ttihat ve Terakki ve Cumhuriyet devirlerinde tutunamamış bir isimdi Mehmet Akif. Hep saygı görmüÅŸ ama bu saygıyı kaybetmemek için kendi doÄŸrularından da taviz vermemiÅŸti. Tam olarak kimsenin adamı olmamış, yeri geldiÄŸinde haksızlıklara itiraz etmiÅŸ, ona bahÅŸedilen imkanları geri çevirmiÅŸ hatta zorunlu olmasa da ülkesini gönüllü olarak terk etmeyi bile göze almıştı.
Akif’in bu fotoÄŸrafına baktığımızda bugün onu tam olarak bir cepheye mal etmek mümkün deÄŸil. Hürriyetçi ve meÅŸruiyetçi görüÅŸleriyle, haksızlıklara, sansüre, jurnalciliÄŸe itirazıyla devleti, Ä°slamcı görüÅŸleriyle laikleri, “Asrın idrakine söyletmeliyiz Ä°slam’ı” diye veciz biçimde özetlediÄŸi Ä°slam yorumuyla gelenekçi dindarları, milliyetçiliÄŸe mesafesiyle milliyetçileri kızdırabilirdi.
Åžimdi herkesin “milli ÅŸairimiz” olarak bir tarafından tutarak özlemle andığı böyle bir Akif’in bugünkü Türkiye’de sorunsuz yaÅŸaması mümkün olur muydu acaba?
Umarız 2019'da, Mehmet Akiflerin rahatça yaÅŸayabileceÄŸi, fikirlerini söyleyebileceÄŸi bir Türkiye olur...
Kaynaklar:
Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif,
Dücane CündioÄŸlu, Bir Kuran Åžairi, Gelenek Yayınları
İsmail Kara, Din ile Modernleşme Arasında, Dergah Yayınları
İsmail Kara, Fulya İbanoğlu, Sessiz Yaşadım: Matbuatta Mehmet Akif: 1936-1940, Zeytinburnu Belediyesi.
Henüz yorum yapılmamış.