Kürsü
Mustafa Armağan: Tarihten korkmayın
Bu yazı ünlü tarihçi Mustafa Armağan'nın kişisel web sayfasından iktibas edilmiştir.
Tarihten korkma, tarih senden korksun!
Osmanlı Devleti Mondros’la birlikte sonra öyle bir kapana kıstırıldı ki, ölümü gösterip sıtmaya razı edildi. Bir baÅŸka deyiÅŸle Sevr gösterilip Lozan’a razı edildi.
Peki Sevr neydi? Bir daha bu coÄŸrafyada bir Osmanlı ruhu vücut bulmasın diye dibine kostik asit dökmek demekti. Rengi ve ÅŸekli deÄŸiÅŸince bu tehlikeli madde kullanışlı hale gelir diye düÅŸünüldü. Ancak Sevr muahedesi masa başında imzalanmış olsa da, Osmanlı yöneticileri ve PadiÅŸahı tarafından bütün dayatam ve zorlamalara raÄŸmen onaylanmadı ve dolayısıyla yürürlüÄŸe sokulmadı. Kadük kaldı, Churchill’in deyiÅŸiyle ölü doÄŸdu. Ama Mehmed Akif’in Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki feryadında gördüÄŸümüz gibi halk arasında büyük bir panik yaratmaya baÅŸardı ve tabii bu paniÄŸin en büyük hizmeti, bizi Lozan’a razı etmek ÅŸeklinde karşımıza çıktı.
Sevr’in ıslah ve tadil edilmiÅŸ ÅŸekli olan Lozan AntlaÅŸması (bakın, harita ölçeklerine varıncaya kadar bir kısmı aynıdır), bağımsızlığımızı rehinden kurtardı kurtarmasına ama karşılığında kostik asiti kendi elimizle üzerimize dökmeyi de bize kabul ettirmiÅŸ oldu. Sonuçta BatılılaÅŸtık, ‘beyaz’laÅŸtık (Afet Ä°nan ki 1961 gibi geç bir tarihte yayımlanan Kadın Haklarının Kazanılması adlı kitabında bile “Esasen ırk tipi bakımından Garplılardan farklı olmayan Türk kadını”ndan söz edebiliyordu!) ve beyaz oluÅŸumuzun önündeki utanç verici engel veya safralardan kurtulmak için beyhude yere çırpındık durduk.
Ä°ÅŸte tam da kimliÄŸimizin ‘satılması’ bu aÅŸamada gerçekleÅŸti ve Ayasofya operasyonunda veya kitabımdaki ifadeyle ‘Ayasofya entrikaları’nda somutlaÅŸtı. Ayasofya Camii bu pazarlıkta Batı alemine satıldı. Müze yapılması, Fetihten dolayı Batı’dan özür dilemenin baÅŸka bir yolu deÄŸil midir? Camilerin, medreselerin kapatılması, vakıfların ya kiralanması veya satılması, Arapça ezanın, kametin, din derslerinin, Arapça ve Farsça öÄŸretiminin yasaklanması, medeni kanuna, yer isimlerine, alfabeye ve soyadına varıncaya kadar bayrak hariç neredeyse bütün kültürel kodların sistematik olarak deÄŸiÅŸtirilmesi ve nihayet Asyalı deÄŸil, Avrupalı beyaz ırka mensup olduÄŸumuzu ispatlamak gibi beyhude bir hülyanın peÅŸine düÅŸülmesi sözünü ettiÄŸim “satılma”nın rutin aÅŸamalarıdır sadece. Yapılan iÅŸ iddialı ve geniÅŸ kapsamlı olunca buna karşı çıkmak ve ‘Bakın bunlar normal iÅŸler deÄŸil, Avrupa’nın başına bu anormal ‘devrim’lerin yüzde biri gelmiÅŸ deÄŸildir’ demek dahi iddialı kaçıyorsa kaçsın. Ne yapalım!
Velhasıl yaÅŸanılanlar tam bir tarih travmasının tezahürüdür. Ancak sömürge ülkelerinde görülebilen bir garipliktir ya da. Sömürgeciler bir ülkeyi iÅŸgal edince önceki yönetimi kötüler ve halkı zalim yöneticilerden kurtardıklarını söyleyerek sil baÅŸtan yepisyeni bir tarih öÄŸretirler. Elbette bu tarihte kendileri ‘kurtarıcı’ pozisyonundadır. Buna inanan inanır ama inanmayan da Chakrabarty’nin dediÄŸi gibi zihnini ortadan ikiye böler ve bir yandan yeni iÅŸini yürütürken öbür yandan eski rejimin manevi kodlarına içten içe ve sadakatle baÄŸlı kalır. Eski rejimin en büyük günahları bile sömürgecinin iyiliÄŸinden üstün görünür gözüne. Böyle iki hayalî tarihin çarpışmasına sahne olur bu tür ülkeler.
Zihnen sömürgeleÅŸtirildik
Biz asla sömürge olmamakla birlikte adeta sömürge olmuÅŸ gibi bu bölücü gerilimin içine sürüklenmiÅŸ olduk. Haklısınız, iki uç da saÄŸlıklı deÄŸil. Ancak siz hangi tarafta olmak isterdiniz? Zihnen Batı’ya taşınmak mı yoksa fakir de olsa kendi evinde oturmak mı? Ben ikincisini seçerdim. Niye ikincisini seçerdim? Çünkü yanlış da olsa en azından kendine ait sahih bir ÅŸeyi dillendiriyor da ondan. Ä°lki, tamamen kiralık katil psikolojisi zira. Batı, girdiÄŸi ülkedeki aydınları kiralayıp kendi evine misyoner olarak gönderiyor, kendi yerine ortalığı tarumar etsinler diye. Hatırlayın, daha bir kaç yıl evveline kadar Konservatuarımızda Türk müziÄŸi öÄŸretimi yasaktı. Arap harfleriyle birlikte hat sanatını yasaklıyor, hattatları peynir satmak zorunda bırakıyorsunuz, öte yandan yıllık geliri 100 dolar olan bir ülkede yabancı heykeltıraÅŸlara –bu arada ÅŸimdi nefret edilen Nazi sanatçılarına- zevksiz, hatta Gençlik Parkı’ndaki gibi grotesk heykelleri için yüzbinlerce, hatta hatta milyonlarca lira ödemeyi sözümona çaÄŸdaÅŸlığın, milliyetçiliÄŸin, ilericiliÄŸin, muasır medeniyetin gereÄŸi sayıyorsunuz.
Ben ‘Gerçek gerçeÄŸe” ulaÅŸmak için en azından namuslu bir içe kapanışı yeÄŸleyenlerden biriyim. Ve gür bir sesle haykırıyorum:
Afyonkarahisar’da “zafer anıtı” diye iki –kelimenin tam anlamıyla anadan üryan- adaleli adamın heykelini yaptırmak için 500 yıllık Umurbey Camii’ni yerle bir edenler tarih karşısında sorumludurlar, bir.
Caminin yerine yapılan heykel için Krippel’e alacağının üstüne 6 bin dolar ikramiye (!?) ödeyenler iki defa sorumludurlar, iki.
Osmanlı Devleti kamunun hiçbir iÅŸine yaramayan heykel gibi lüzumsuzluklar yaptırmak yerine hiç deÄŸilse camiler, sebiller, çeÅŸmeler, muvakkithaneler vs. yaptırmıştı ki, bize kalanlara Obama’ları, Papaları ziyaret ettiriyoruz. Acaba hangi heykel karşısında Sultanahmet’teki kadar huÅŸu duyurabiliyoruz ziyaretçilere? Binlerce heykel dolu ortalık ama sanatsal sonuç sıfır. Öte yandan bozduklarımız hariç hangi Osmanlı camisinin çirkin olduÄŸunu söyleyebilirsiniz? Mesele budur iÅŸte. Bunu söyleyince ‘Osmanlıya toz kondurmuyor’a çıkıyor adımız. Varsın çıksın. Osmanlı hiç deÄŸilse Antep savunmasında kahramanlarımıza göÄŸsünü siper etmiÅŸ koca Çınarlı Camii’ni yıktırıp yerine uyduruk bir anıt dikme nobranlığını göstermezdi.
Kurban seçildik
Harf Ä°nkılabının amacı, bu toprakların Ä°slamiyetle, Kur’an-ı Kerim’le ve Müslümanlarla olan bağını kesmekti. Bu gayet açık. BaÅŸarıldı da. Åžimdi edebiyat fakültelerimiz Osmanlıcayı sanki yabancı bir dil gibi öÄŸretiyor ve yapılan tezlerin hatırı sayılır bir kısmı Osmanlıca metinleri Latin harflerine çevirmeyi marifet sayıyor. Yani 90 yıldır patinaj yapıyoruz. Bir Japon veya Alman turistten ne farkımız var Sultanahmet’e girince? O da okuyamıyor, biz de! EÅŸitlik saÄŸlanmış olmadı mı? Hepimiz turistlerle eÅŸit hale gelmedik mi? Ä°tiraf edelim. Bazen 1920’lerin Ä°ngilizce gazetelerini okurken kendimi tuhaf hissediyorum. Bu ülkede 90 yıl önceki gazeteyi ancak uzmanlar okuyabiliyor. Ama bir Ä°ngiliz, bir Fransız, bir Çinli, bir Rus, bir Yunan, bir Japon, bir Güney Koreli, bir Sırp 90 yıl önceki gazetesini okuyabiliyor. O zaman ben enayi yerine konulmuÅŸ olduÄŸumu fark ediyorum. Onların kültürel tradisyonları kesilmemiÅŸ, bizimki kesik. Onlar okuyabiliyor da ben neden okuyamıyorum?
Neden biz kurban olduk da onlar olmadı? Bizim suçumuz neydi?
Cevabım çok net: Suçumuz Osmanlı ve Ä°slam olmaktı. Cezamız da bu yüzden kabarık olacaktı.
1920’lerin ortalarından itibaren Kürt sorunu bir yandan, Ä°slamiyetten uzaklaşınca onun yerine bir ideoloji ve tarih koyma kaygısı diÄŸer yandan Cumhuriyet yöneticilerini Türklük üzerinde ırkçılığa varacak kadar katı bir milliyetçi eÄŸilime sürükleyecekti. Dili, tarihi, kültürün geleneksel dokusunu eskilerin tozundan toprağından temizleyelim derken imdada Orta Asya’dan göçlerle dünyaya dağılan müthiÅŸ bir ‘ırk’ın baÅŸarıları tezi yetiÅŸiverdi. ‘Türk ırkı binlerce yıldır medeniydi, dünyaya medeniyeti o yaymıştı, bütün medeniyet ve diller Türklerden çıkmıştı’ gibi bugünkü dünyanın espri zannedip gülüp geçtiÄŸi bir iddianın aynı zamanda Atatürk’ün Derin Tarih’te yayınladığımız bir belgedeki sözünde geçtiÄŸi gibi ‘Yunanlar da Türktü’ gibi inanılmaz bir formüle dönüÅŸmesi, Yunanları kendi safımıza çekerken bin yıldır kardeÅŸimiz olan Ä°slam ülkelerinin ‘pis Araplar’ diye itilip kakılması, dışlanması ise son derece anlamlıdır.
Ä°ÅŸte 1930’lar boyunca giderek dozu artan ırkçılık eÄŸilimi, bizzat Atatürk’ün kafatasının ölçülmesi noktasına kadar varmıştır. Ancak kafatası ölçüm aletinin 64 bin Anadolu insanının kafasına yerleÅŸtirilip fiÅŸlenmesi, meselenin korkutucu bir boyuta doÄŸru seyrettiÄŸinin alametlerinden sadece biridir. DiÄŸeri Mimar Sinan’ın kafatasının mezarından çıkarılarak ölçülmesidir ki, bugün sırrakadem basmış olması ayrı bir ayıptır ve bu dönem adına utanç sebebidir.
Adalet istiyoruz!
Vaziyet ÅŸöyle temsil edilebilir: Adamın biri terazinin bir kefesine iki eliyle abanmış, bırakmıyor, bırakmaya da niyeti yok. Bu durumda objektif olabilmek için ne yapmanız gerekir? Siz de öbür kefeye aynı güçle bastırmalısınız ki, terazi dengeye gelsin ve elinizdeki ÅŸeyi adilce tartabilesiniz.
Åžu bir gerçek: 90 yıldır kantarın topuzu fena halde öbür tarafa kaymış durumda. Dengeye gelmeden de objektif bir tartışma yapılabilmesi pek mümkün gözükmüyor. Bu benim sorunum deÄŸil. Tarihi böylesine haksızlıklar ve yalanlar girdabına dönüÅŸtüren otoriter devletin ve aydınların sorunu.
Onlara sesleniyorum: Ellerini çeksinler tarihin üzerinden. BaÅŸta Türk Tarih Kurumu olmak üzere bütün üniversitelerdeki Atatürk Ä°nkılapları Kürsülerini laÄŸvetsinler. Nutuk’un yanında Kâzım Karabekir’in, Ali Fuat Cebesoy’un, Rauf Orbay’ın hatıratlarını da okutsunlar. Ya da bu isimler üzerine de yüzlerce enstitü açılsın ki tarihte bir miktar eÅŸitlik saÄŸlansın. Cumhuriyet tarihi üzerindeki devlet ve asker tekeli kaldırılsın.
Kabul edelim ki, eÅŸitsiz bir mücadele içindeyiz. Azınlığız. Küçük bir azınlık. Ve azınlıklar her zaman korunmayı hak eder.
Ben diyorum ki, Nutuk eksenli bir tarih olmaz. Ama Nutuk dışına çıkmaya niyeti yok ki Türkiye’deki resmi tarihin. Mesela öÄŸrenciler benim gibi düÅŸünenlerin kitaplarını okuduklarında kafaları karışıyor ve tarih sınavından çakıyorlar. Bu mudur demokrasi? Bu mudur özgür fikirli, “fikri hür, irfanı hür” gençlik?
Beni eleÅŸtirenler önce doÄŸru dürüst Osmanlıca okuma yazmayı öÄŸrenip ÅŸu Nutuk metninden 91 yıldır düzeltilemeyen hataları düzeltsinler. Kitaplarında binbir Osmanlıca okuma hatası sırıtıyor. Ayıptır, günahtır. Atatürk’ün parasını çatır çatır yiyen ve ondan geçinen bir “mürtezika” sınıfı oluÅŸmuÅŸ durumda. Bunlar mevki ve mevzilerini korumak uÄŸruna her türlü iftirayı atmaya hazır birer militan haline gelmiÅŸ vaziyetteler.
Unutmayın ki, tehditler altında çalışıyorum. Hem 2007’nin 27 Nisan’ında www.tsk.mil.tr uzantılı bir siteden özel bir muhtıra almışımdır ki, devlet niÅŸanı olarak kabul ediyorum, hem de Kâzım Karabekir PaÅŸa’nın “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” sözünü kitabımın kapağına taşıyınca 19 Mayıs 2010’da zamanın Genelkurmay BaÅŸkanı Işık KoÅŸaner’den sıkı bir zılgıt yemiÅŸtim ki, o da ikinci devlet niÅŸanımdır!
Ä°ÅŸbu çetin ÅŸartlar altında çalışan birinin, sırtını devlete veya resmi ideolojinin kuÅŸtüyü yastıklarına dayayıp konuÅŸmaktan hicap duymayanlarla aynı kefeye konulmaktan ar etmesi normal deÄŸil midir? Birisini bir ÅŸeye düÅŸmanlıkla suçlayabilmek için objektif ve eÅŸit bir tartışma ortamının saÄŸlanması ÅŸarttır.
DüÅŸünün: ATASE’den belge istiyorum, cevap dahi verilmiyor, ama ÅŸerbetliler isteyince ayaklarına geliyor. Bu mudur objektiflik? Üstelik Atatürk’ün annesinin Ä°zmir Arkeoloji Müzesi’nin deposuna atılmış olan orijinal mezar taşını buldurup ortaya çıkartan da benim. Nutuk atmaktan araÅŸtırmaya fırsat bulamamışlar diyeceksiniz ama deÄŸil, çünkü mezar taşı Osmanlıca. Harıl harıl Kur’an okuduÄŸunu bildiÄŸimiz Zübeyde Hanım’a bile düÅŸmanlık yapan samimiyetsiz ve sözde Atatürkçülerin kimseye, hele ÅŸahsıma tek kelime etmeye hakları yoktur.
Tarihin aynasına bakmak
Önce bir kere aynaya bakmayı denesinler. Tarihin aynası kendilerine dünyada Ä°lahiyat Fakültesi kapatan tek sözde “Aydınlanma devrimi”nin bizimkisi olduÄŸunu göstermekten katiyyen içtinab etmeyecektir.
Hem karşılarına çıkacak olan yüz epeyce tanıdık da gelecektir kendilerine. 1938 ile 1950 yılları arasındaki Milli Åžef devrinde Ebedi Åžef’in Nutuk’unun basımını bile yasaklayanlar hangi sözümona Kemalistlerdi acaba? ÖÄŸrenecekler.
Velhasıl korkmayın.
Çekinmeyin.
YüzleÅŸmek iyidir.
Tarihi özgür bırakırsanız bundan siz de kazançlı çıkacaksınız.
En azından korkularınızla yüzleÅŸme imkânını bulacaksınız ki, bu da az bir kazanç sayılmaz.
Henüz yorum yapılmamış.