Sosyal Medya

İbrahim Kalın: Hayatımıza anlam veren fakat özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmayan bir siyasi ve ahlaki duruş mümkün müdür?

İbrahim Kalın'ın bu yazısı önemine binaen SETA arşividen Düşünce Mektebi okurlarının dikkatine sunulmuştur.



Moderniteye hususi bir tarihi tecrübe olarak baktığımızda pek çok temel özelliğinden bahsedebiliriz.Bu tecrübeyi oluşturan ekonomik ve siyasi şartlar, Batı medeniyetinin Greko-Romen ve Yahudi-Hıristiyan kökleri, Reformasyon sonrasında yaşanan gelişmeler, Avrupa sömürgeciliği ve yeni kıtaların keşfi, kapitalizmin ortaya çıkısı, ulus-devlet gibi unsurlar, herhangi bir modernite tartışmasının değinmek zorunda olduğu konulardır.Biz burada modernitenin iki kurucu unsuru olan özgürlük ve rasyonalite kavramları üzerinde duracağız. Bu iki unsur, moderniteyle ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerinin de temelinde yer alır.

Moderniteyle girişilen her ilişki ve hesaplaşma, bu kavramlarla hesaplaşmak durumundadır. Aksi halde modernitenin bilim, teknoloji, bireycilik, bürokrasi, ulus-devlet gibi tezahürlerine yoğunlaşıp, bu tezahürleri belirleyen temel saikleri ıskalayabiliriz.Dahası özgürlük ve rasyonalite, hem Batı hem de İslam toplumlarının anlamaya ve hayatlarında gerçekleştirmeye çalıştığı değerler. İki kavram arasındaki ilişki, bize modernitenin önemli bileşkelerinden de birini verir. Weber’in tabiriyle modern toplumlar, bir tarafta geleneğin sınırlarından kurtularak özgürleşirler, öte tarafta rasyonelliği kurumsallaştırarak verimliliği arttırırlar. Aynı anda hem bireysel özgürlüklerin, hem de verimliliğin arttırılması, modernitenin mutluluk vaadidir. İslam toplumlarının modernite tecrübesi, aynı zamanda bu iki kavramla hesaplaşmalarının tarihidir.

Özgürlük ve rasyonalite kavramlarına biraz daha yakından bakalım. Özgürlük, moderniteyle ortaya çıkan otonom bireyin temel özelliğidir. Hegel’e ve onu izleyen Weber’e göre modernitenin en temel özelliği, seçme hürriyetidir. Modern otonom birey, birey olmanın sayısız imkanları arasından istediği tercihi yapabilir. Modern bilim ve teknoloji, bize bu imkanı sunar. Tercihlerin artması, özgürlük alanının genişlemesi demektir.

Bireyin Tercihi Olarak Özgürlük

Fakat buradaki temel nokta, neyi seçtiğimiz değil, bir şeyi seçiyor olduğumuz gerçeğidir. Weberyan manada özgürlük, seçme eyleminin ya da yeteneğinin kendisinden ibarettir. Seçimin ne yönde olduğu, nasıl bir muhtevaya sahip olduğu önemli değildir. Daha doğrusu bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bir tercihi anlamlı kılan, onun bireyin dışında bir gerçekliğe dayanması değil, bireyin ortaya koyduğu iradedir.

Kısacası modern özgürlük anlayışı, muhteva ile ilgilenmez. Bu konuda ahlaki bir hüküm vermez. Hükmü bireyin tercihine bırakır. Örneğin bir hippi olmak, dindar bir hayat sürmek yahut farklı bir cinsel tercihte bulunmak, bireyin seçme hürriyetini ortaya koydukları için anlamlıdırlar. Bu tercihlerin muhtevasını oluşturan değerler ve yaşam biçimleri hakkında hüküm vermek modern ahlak anlayışının dışındadır.

Buna karşın gelenek özgürlüğe değil, anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce, anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür. Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için, özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Yani özgürlükleri sadece negatif manada değil, aynı zamanda pozitif olarak tanımlar. Sadece tercih etme yetisinin değil, tercih edilen şeyin de özgürlük kavramının bir parçası olduğunu söyler. Modern olmak, anlam verme iddiasında bulunan geleneğin sınırlarından kurtulmak demektir.

Fakat modern özgürlük anlayışının kendisiyle çeliştiği yer tam da burasıdır. Çünkü bir tarafta özgürlüğün prensipte bir değerler skalasına bağlı olmaması gerektiği ileri sürülmekte, öte tarafta özgürlük hakkındaki hükmün değer-yüklü bir tutum olduğu göz ardı edilmektedir. Tercihlerin anlamını bireyin seçme hürriyetine bağlamak, seçme eyleminin değerden bağımsız olduğunu kanıtlamaz.Modernitenin temel krizlerinden biri burada ortaya çıkar: Muhtevadan yoksun özgürlük, bir anlam krizine yol açar. Özgürlük ve anlam, iki karşıt değer haline gelir. Ya özgürlüğü seçip anlam dediğimiz şeyi kendi bireysel tercihlerimizde inşa etmeye çalışacağız demektir; ya da anlamı seçip özgürlüklerimizi kendi irademizle kısıtlamayı tercih edeceğiz demektir.

Dahası özgürlük ve anlam soyut kavramlar olarak bize insan oluşun manası hakkında fazla bir şey söylemezler. Bunlar insanların somut yapıp-etmelerinde, yaşam alanlarında işlev kazanan, daralıp genişleyen, incelip kalınlaşan kavramlardır. Muhtevadan yoksun bir tercih fetişizmi, küresel kapitalizmin, reklamların, televizyon ve eğlence kültürünün muazzam gücü karşısında bizi tamamen savunmasız bırakır. Bu iki değer arasında bir çatışma ilişkisi olmak zorunda mı? Elbette değil. Fakat bunu sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değil. 20.nci yüzyıl, bu ikisi arasında denge kurmaya çalışan, fakat ya anlam adına totaliter ideolojilere, ya da özgürlük adına nihilist söylemlere götüren örneklerle dolu.

Peki hayatımıza anlam veren fakat özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmayan bir siyasi ve ahlaki duruş mümkün müdür? Gerçekliğin tanımını bireylerin tercihine (Weber’in “metodolojik bireyciliği”) bırakmayan ama özgürlüğü de anlamlı bir değer olarak kabul eden bir tasavvura nasıl ulaşabiliriz? Bu soruya tatmin edici bir cevap bulabilmek için, modernitenin ikinci kurucu unsuru olan rasyonalite kavramına bakmamız gerekiyor. Çünkü bizi özgürleştiren süreçle rasyonaliteye ulaştıran mekanizmalar arasında yakın bir ilişki var.

Kökleri yine Weber’de olan ama başkaları tarafından da dile getirilen modern tanıma göre rasyonalite, bir hedefe ulaşmak için belli kurallara uymaktır. Rasyonalite duygusal ya da rastgele tepki vermeyi değil, verimlilik ilkesine göre hareket etmeyi ifade eder. Rasyonalite tutarlılık demektir. Bir başka ifadeyle amaç ile araçlar arasındaki ilişkinin tutarlı bir şekilde ortaya konmasıdır.

Rasyonalite ve Sınırları

Bu rasyonalite tanımına bütün dünya toplumlarında rastlamak mümkün. Burada farklı olan, rasyonalitenin bir süreç olarak tanımlanması ama sürecin muhtevasının boş bırakılmasıdır. Yukarıda tartıştığımız özgürlük kavramı gibi rasyonalite de geleneğin belirlediği muhtevadan (yani anlam ve değer kategorilerinden) bağımsız olarak ele alınır. Bu, akıl ile ahlak, rasyonalite ile ahlakilik arasında zorunlu bir zıtlık ilişkisi manasına gelmez. Fakat ahlak, estetik, inanç gibi değerler rasyonalitenin belirlediği verimlilik ilkesine göre tanımlanır. Bu şekilde tanımlanan amaca götürmeyen her şey, irrasyonel sayılır ve reddedilir.

Özgürlük sorununda olduğu gibi burada da “muhteva” meselesine geri geliyoruz. Buna göre rasyonaliteyi ikiye ayırabiliriz. Birincisi modernite-öncesi düşüncede karşımıza çıkan içerik-yoğunluklu (substantive) rasyonalitedir. İkincisi ise muhtevadan bağımsız olarak tanımlanan formel rasyonalitedir. Birinci görüşte rasyonellik sadece bir süreç olarak değil, aynı zamanda değer-yüklü bir durum olarak tanımlanır. Değerlerin mutlak bağlayıcılığı ve vazgeçilemezliği, rasyonel süreçlerden yahut araç-amaç ilişkilerinden önce gelir. Rasyonel olmak sadece mevcut araçlar ve tercihler arasından bizi hedefe en çabuk götüren sonuca ulaşmak değildir. Rasyonalite aynı zamanda özünde anlamlı ve doğru olan hedef yahut hedeflere ulaşmaktır.

Formel rasyonalite, muhtevaya ilişkin tanımları geleneğin bir sınırlaması olarak gördüğünden değer ve içerik yüklü rasyonalite tanımından uzak durur. Şüphesiz formel rasyonalite değerlerin varlığını inkar etmez. Ahlaksız bir dünya önermez. Fakat bu temel değerleri, son tahlilde bireylerin tercihleri olduğu için anlamlı bulan şeyler olarak tanımlar. Bu tercihler her zaman bencil ve yıkıcı olmak zorunda değildir. İnsanlar iyi ve ahlaklı olmayı da tercih edebilirler. Fakat son tahlilde bu tercihlerin muhtevasını (iyi, kötü, ahlaklı, zalim, vs.) olmayı belirleyen, onların bireyler tarafından tercih ediliyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle formel rasyonalite gerçekliği yahut varlıkların anlamını reddetmez. Fakat varlıkların bilen özne tarafından öyle tanımlandıkları için anlamlı olduklarını söyler. Böylece bilen özne, anlamın yegane kaynağı ve yaratıcısı haline gelir.

Tam da bu noktada modern subjektivizm, bütün cesametiyle çıkar karşımıza. Dünyaya yarı-tanrısal bir bakış açısıyla bakan modern özne, kendini anlamın yegane kaynağı olarak görür. Kendi dışındaki bütün ötekiler (tabiat, farklı toplumlar, doğu, geri kalmış kültürler, vs.), anlam verilmeye muhtaç varlıklar olarak tasnif edilir. Descartes’e geri giden modern öznenin felsefi kökleriyle “Beyaz adamın yükü” ve “vazife-i temeddün” olarak formule edilen sömürgecilik arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmak mümkün değil.

Özgürlük, Rasyonalite ve Modernliği Aşmak (II)

Özgürlük ve rasyonalite, modernleşmenin iki temel unsuru olarak bize yeni bir birey ve toplum tasavvuru sunar. Buna göre rasyonelleşen toplumlar teknolojik ve bürokratik nitelikleri sayesinde verimliliği arttıracak, buna paralel olarak bireyler değer ve anlam empoze eden geleneklerden uzaklaşarak özgürleşeceklerdir. Din, kültür, siyaset, sanat, bilim, teknoloji, eğitim, sivil toplum, şehir planlaması, uluslararası ilişkiler, kısacası yaşam alanımıza ait her şey bu iki ilke etrafında yeniden kurulacak; yol boyunca karşılaştığımız sorunlar yine bu ilkelere başvurularak çözülecektir.

Yine bu iki unsurun telif edilmesinden ortaya yeni bir durum daha çıkacaktır: Kontrol. Burada kontrolü hem olumlu hem de olumsuz manada kullanıyoruz. Olumlu manada kontrol, insanların hayatlarını, çevrelerini, kendilerini belli bir düzene tabi tutması, yani kurallara uyarak nizam inşa etmesidir. Olumsuz manada kontrol, bir tahakküm programıdır. Amaç insani bir düzen kurmak değil, verimliliği ve karı arttırmak için tahakküm altına almaktır. İçinde yaşadığımız modern sanayi toplumları kontrolün bu iki yönünü de bünyesinde barındırıyor.

Kontrol etme kabiliyetinin insanlara bir güven duygusu vermesi beklenir. Çünkü kontrolü elde tutmak, dışarıdan gelebilecek muhtemel tehlike ve zararlara karşı kendimizi koruma altına almak demektir. Tabiatı, çevremizi, sosyal ilişkilerimizi, vs. kontrol etmek, bu yönüyle hem rasyonel hem de özgürleştirici bir niteliğe sahiptir.

Fakat giderek karmaşık ve gayr-i şahsi (impersonal) bir nitelik arz eden toplum yapıları ve sosyal ilişkiler, bize kontrol yani düzen kurma imkanından çok, “kontrol ediyormuşuz hissi” verir. Modern teknolojinin ve ekonominin mümkün kıldığı her yenilik (ulaşım, iletişim, uluslararası ticaret, on-line bankacılık, eğitim, vs.) aynı zamanda bireysel müdahalede bulunma şansımızın ortadan kalkmasına neden olur. Bugün teknolojik imkanlarla özgürleşme arasında kurduğumuz doğrusal ilişki, çoğu zaman hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor. New York borsasındaki bir dalgalanma, İstanbul yahut Kahire’de aldığımız ekmeğin fiyatını etkileyebiliyor. Teknolojik imkanlar, ancak onların belirlediği ilişkiler ağını kabul ettiğimiz zaman kısmi özgürlük sağlıyor. Şüphesiz bu böyledir diye teknolojiden ve benzeri araçlardan/imkanlardan vazgeçmemiz gerekmiyor. Sadece neye hangi bedelle sahip olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Bir başka ifadeyle daha fazla kontrol ve tahakküm, daha fazla özgürlük ve güven anlamına gelmiyor.

İnsanin tabiatla olan ilişkisini bir çatışma ve hakimiyet mücadelesi olarak gören yaklaşımın liberal, sosyalist ve muhafazakar kimlikler kazanması, bir paradokstan çok tahakküm güdüşünün modern insan ve tabiat tasavvurunun kurucu unsurlarından biri olduğunu gösteriyor. Türkiye’deki kimi liberal aydınlar insanlık tarihini insanin tabiat üzerinde tahakküm kurma macerası olarak tanımlıyor. Sosyalist rejimler tabiata zaten büyüsünden arındırılmış, kutsallığı alınmış ve kelimenin ikili anlamıyla “istismara” yani işlemeye ve sömürmeye hazır bir meta olarak bakıyorlar. Muhafazakar çevreler “Tanrı dünyayı insan için yarattı” diyerek tabiatı ve doğal kaynakları istedikleri gibi kullanabileceklerine inanıyorlar. ABD’deki nükleer ve biyolojik silah üreten büyük şirketlerin genellikle muhafazakar siyasi kanada yakin olması bir tesadüf değil. Aynı şekilde muhafazakar siyasi hareketlerin tabiat ve çevreyi basit bir mühendislik sorunu olarak tanımlamasına da rastlantı olarak bakmamak gerekiyor. Petrol zengini Arap ülkelerinin bir çevre politikasının olmaması, aynı gerekçelere dayanıyor.

Özgürlük ve Korku

Burada Weber’in sorusunu biz de soralım: Son derece gelişmiş ve sofistike bir kapitalizmin tahakkümü altındaki bir dünyada özgürlük, rasyonalite, demokrasi ve çoğulculuk nasıl mümkün olacak? Modern ekonomik, toplumsal ve siyasi yapıların ve ilişkilerin bu idealleri anlamsız ve işlevsiz hale getirmesine nasıl direneceğiz? Bireysel anlam arayışımız, yapısal ve kurumsal nihilizm karşısında ne kadar bir şansa sahip?

Batı toplumları gibi Müslüman toplumlar da bugün aynı anda hem anlamlı hem de özgür bir dünya kurmak istiyorlar. Fakat bunu tarihsel bir boşluk içerisinde değil, sömürgecilik sonrası dönemin sancıları içinde yapmaya çalışıyorlar. Moderniteyle hesaplaşmak basit manada Avrupa ülkeleri yahut ABD ile hesaplaşmaktan çok, artık kökeni hem doğuda hem batıda olan bu fiili durumla, maddi şartlarla, manevi algılarla topyekun yüzyüze gelmek demek.

Yaşadığımız hızlı değişim yüzünden bütün dünya toplumları köklü bir güven krizi yaşıyor. Güvensizlik duygusu, derin bir belirsizlik ve şüphe kültürünün doğmasına neden oluyor. Sivil ve siyasi bir değer olarak güven, giderek yerini kaygıya, zanna, şüpheye bırakıyor. Güvenmemek, tek güvenlik alanı haline geliyor.

Bu psikolojiden siyasi fayda temin etmek için usta bir siyasetçi olmaya gerek yok. Böyle bir güvensizlik ve belirsizlik ortamında insanların şüphe, korku, korkutma ve son tahlilde tehdit politikalarından medet ummasına şaşırmamak gerekiyor. Ötekini düşman olarak gören kavmiyetçilik tavırlarının böyle dönemlerde ve bu korkular üzerinden yükselişe geçmesi bir tesadüf değil. Soğuk savaş döneminde korku psikolojisi, komünizm tehlikesine dayanıyordu. Bugün bu ihtiyaç küresel terörizm ve İslam üzerinden karşılanıyor.

Şüphe ve korkuya dayalı güvenlik söylemlerinin temelsiz olduğunu göstermek imkansız derecesinde zordur. Çünkü korku rasyonel bir temele dayanmaz. Şüphesiz rasyonel araçlar kullanılarak korku üretilebilir. Geçmişin efsanelerinde yahut bugünün korku filmlerinde olduğu gibi suni korkular inşa edilebilir. Bunlar insanin ‘katarsis’ yani büyük bir heyecan ve duygu boşalımı ihtiyacını bir şekilde karşılayan araçlardır. Kurtuluşa ermek ve emniyette olmak duygusu, kaynağı reel ya da hayali olsun, insanların hayatına yon veren bir histir.

Öte yandan korku, güçlü bir etkileşim alanına sahiptir. Korkuya dayalı güvenlik politikalarının tek amacı kendi güvenliğinizi sağlayacak tedbirler almak değil, aynı zamanda başkalarına da bu tedbirleri almak zorunda olduğunuzu ihsas ve genellikle izhar ettirmektir.  Çünkü korku bulaşıcıdır. Bireyden bireye, toplumdan topluma, bölgeden bölgeye sirayet etmeyen bir korkunun kurgusu daha baştan hatalı yapılmış demektir. Zira korkunun birinci hedefi kendiniz değil, başkalarıdır. ABD yönetiminin 11 Eylül saldırılarından sonra ürettiği korku ve güvenlik konsepti, korkuyu küresel bir söylem haline getirdiği ölçüde başarılı oldu. Bu korkuya inanan ve onu içselleştiren insanların sayısı azaldıkça, ABD’nin güvenlik söylemleri de anlamını ve etkisini yitiriyor.

Aynı şey Türkiye’de devlet elitlerinin din ve etnisite konusundaki korkuları için de geçerli. Dini inanç ve yaşam taleplerini irtica, kültürel hak ve siyasi temsil taleplerini bölücülük, bu ikisinin bileşkesini devletin sonu olarak gören bir güvenlik tasavvuru, bu tezini desteklemek için delile değil, korkuya başvurur. Aslında korkuyla yapılmak istenen, sadece bir siyasi hareketin önlenmesi değil, yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız özgürlük ile anlam arayışı arasındaki denge ilişkisinin imkanının ortadan kaldırılmasıdır. Türkiye’nin burada dolaylı olarak kaybettiği şey, özgürlük taleplerinin “ülkenin güvenliği” gibi anlam-yüklü bir gerekçeyle reddedilmesidir. 10.ncu sene-i devriyesine girdiğimiz 28 Şubat süreci, Türkiye insanının hem özgürlük hem de anlam taleplerine ket vuran bir zihniyetin ürünüydü.

 

İnsanların hem anlam arayışına cevap veren, hem de özgürlük taleplerine set çekmeyen bir siyasi-ahlaki tasavvur mümkün müdür? Türkiye bu iki değeri de özümseyebilir mi? Bundan sonra izleyeceğimiz siyasi-ahlaki rota, bu soruya vereceğimiz cevaba göre şekillenecek.

1 Yorum

  1. akaltun23

    Aralık 27, 2018 Perşembe 12:17

    Adamlar 10 yıl önce ne kadar demokratlarmış: DEDİĞİ:Aslında korkuyla yapılmak istenen, sadece bir siyasi hareketin önlenmesi değil, yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız özgürlük ile anlam arayışı arasındaki denge ilişkisinin imkanının ortadan kaldırılmasıdır. Türkiye’nin burada dolaylı olarak kaybettiği şey, özgürlük taleplerinin “ülkenin güvenliği” gibi anlam-yüklü bir gerekçeyle reddedilmesidir." YAPTIKLARI???

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.