Sosyal Medya

Güncel

'Esrarımın aslı budur'

13 Aralık 1990 tarihinde Cumhuriyet Kitap’ta Prof. Dr. Gürsel Aytaç, Mustafa Kutlu’nun ‘Sır’ kitabı üzerine bir değerlendirme yazısı kaleme almış. “Çağdaş yazınımızdan mistik bir öykücü: Mustafa Kutlu ve ‘sır’ı” başlığıyla yayımlanan yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.



13 Aralık 1990 tarihinde Cumhuriyet Kitap’ta Prof. Dr. Gürsel Aytaç, Mustafa Kutlu’nun o dönem yayınlanan ‘Sır’ kitabı üzerine bir değerlendirme yazısı kaleme almış. “Çağdaş yazınımızdan mistik bir öykücü: Mustafa Kutlu ve ‘sır’ı” başlığıyla yayımlanmış yazı.

Dindar bir yazarın yeni kitabı hakkında Cumhuriyet Kitap’ta zevkle okunacak böyle bir değerlendirme yazısının yayınlanması Türkiye’nin şu andaki atmosferinde imkansız gibi görünüyor. 1990’lar böyle bir çizgi yakalamayı başarmış.

                                                                 ***

 “Sır” en uzunu 12 sayfalık başlık öykü “Sır”, en kısası 4 sayfalık son öykü “Cüz Gülü” olmak üzere 8 hikayeden oluşuyor. Bunlar, konu ve öz bakımından birbiriyle ilişkili.

Dini bütün, gönülden inanan bir “ben” anlatıcı var “Sır” adlı başlık öyküde. “Cüz Gül”ndeki anlatıcı figür de öyle, ama bu, mistik ve simge yükü en ağır olan öykü.

“Sır”ın anlatıcı-odak figürü, sade bir köylü. Anlatış tarzı, kullandığı kelimeler belli ediyor bunu. “Tarikat ehli”, yani bir tarikat üyesi. Şeyhinin büyüklüğüne, önderliğine içten inanmış: “Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım. Karşımda efendim duruyordu. Yüzünün nurundan etrafa aydınlık saçılıyordu.” Bu sözlerle başlıyor öykü. Şeyh, ölümün yaklaştığını sezip yerine bırakacağı insan olarak onu seçmiştir. “Efendiliği” devraldıktan sonra da evini, tarlasını koruyan anlatıcının hayatı, dıştan hiç değişmemiştir. “…biz hanemizi bekler olup reçberliğe devam ile de tekke hizmetini üzerimize aldık ya; gidenin gelenin hesabı tutulmaz oldu.” (s. 10) “Post”ta gözü olanların şurda burda, ileri geri konuşmaları sonucunda tekkeyi şehre taşımak, gösterişli bir dergah kurmak düşüncesine istemeyerek katlanır. “İmtihandır kabul edesin” buyruğuna uyar. Taşındığı gece, rüyasında kendisini Şam’da İslam devletinin ilk sarayını yaptıran Hz. Muaviye olarak görür. Hz. Ebuzer-i Gıfârî der ki: “-Bu sarayı halkın parası ile yaptırıyorsan, bil ki bu bir zulümdür… Yok kendi paran ile yaptırıyorsan, bil ki bu da bir israftır…” (s. 15)

“Sır”ın temiz kalpli, iyi niyetli efendisi, tekkenin politikaya sokulmasına dayanamaz: “Cübbemi çıkardım, yavaşça sarığımı yere koydum. Tekkeden çıkıverdim.” (s. 18) “Ardımdan ‘Efendi sırroldu’ demişler. Kerametlerimi anlata anlata bitiremez olmuşlar. Öyle ki bunlardan bir kısmını kitaplara yazıp, ciltleyip satar olmuşlar.” (s. 18)

“Cüz Gülü”nde, insanı ve tabiatı gören, görüntülerin ardındaki derin anlamı sezen, olgunluğa ulaşmış, bir bilge kişidir anlatıcı. Ve bu, “Sır”daki sade köylü, “efendi”dir. O öyküde tekkenin içine düştüğü soysuzlaşmayı eleştirerek ayrılmışken şimdi eleştirisi daha kapsamlıdır, kendini eleştirmektedir:

“Efendimin elini tutup da onun görklü nazarını tevarüs etmiş değil mi idim? Hani nerde o baktığını gören bakış? (…) Hani nerde o ifade, o lisan? Vakıa sükût etmek daha bir yakışık alır iken, ne idi o celal, o nutuk? (…) Bu ne tombul ve parlak bir yüz. Bu hanımeli parmaklar benim mi acaba? Ya bu seksen okkalık vücut!.. (s.67) “Cüz Gülü” bu eski “efendi”nin sade hayatın içinde, bir değirmende, bir bahçede, bir şehirde olgunlaşma sürecini ve sonuçlarını dile getiriyor. Dert dinleyen, naz çeken, çalışıp didinen bu insan, sonunda bir evliya kimliğine ulaşmıştır: “Bir leylek gelip başımda yuva yaptı. Sövene dilsiz, dövene elsiz oldum.” (s. 68) “İçimin içinde sönüp küllenmiş ateşte bulunan o bir tek kıvılcım parladı. Aşkın alevi kalbin buzlarını eritti.” (s. 69) Öyküde 3 çocukla simgeleşen köy, bahçe, şehir hayatı, yani bütünüyle “insan hayatı” bu eski efendiye ıssız bir dağ başında bir tekke “kurup çattırır” onu bilgeliğe ulaştırır: “O çocukların bakışlarından, gülüşlerinden, yüzlerinden, sözlerinden toplanıp gelen ne varsa, hayatımın bu son cüzüne, o ak sayfanın kenarına nakışlandı.” (s. 70) Öykünün ve kitabın son sözleri, “Esrarımın aslı budur.”, “Sır”ı insancıl boyutunu vurgulayarak açıklıyor. Öykünün üslup düzeyi, ilk öykünün üslup düzeyinden farklıdır; anlatıcının geçirdiği gelişim, dile yansımış gibidir.

Kitabın öbür öyküleri, “Tarihin çöp sepeti”, “Politik Vizyon”, “Aramakla Bulunmaz” ve “Satılık Huzur” toplum eleştirisi ağırlıklı, dindar bir yazarın usta işi anlatıları. “Her Ne Var Âlemde”, kitabın en sanatlı öyküsü. Hermann Hesse’nin “Sidharta”sını hatırlatıyor. Öykü kahramanı, kitap bilgisiyle yetinemeyen, “arayan” kişi bir profesördür. O anlatı biçiminde kaleme alınan bu öykünün, alıntılar, edebi alıntılar, anıştırmalarla alabildiğine ufku genişletilmiş. “Hakikat aşkı” mistik bir arayıştır artık odak figür için. “Şeyhe intisap etmek için” kitaplarından ayrılması koşulu öne sürüldüğünden, krizli günler geçirir, sonunda kararını verdiğinde ölmüş gibidir: “Ölmeden öldü sanki. Zehir içti.” (s. 43) Tekkeye gittiğinde Efendi’nin “sırrolduğunu” öğrenir. Hem ferahlık hem sıkıntı duyar. “Ferahtı, çünkü bir adım atmıştı. Sıkıntılıydı, çünkü yeni bir bekleyişin kapılarını açmıştı.” (s. 43)

İman tazeleyici edebiyatın kolaylığına düşmüyor Mustafa Kutlu. Kalıplara, hazır ifade ve kurgulara itibar etmiyor. Öykülerini, özenle kurgulamış, anlatım sanatının bütün olanaklarından haberdar olduğunu kanıtlar düzeyde.

Prof. Gürsel Aytaç, Ankara Üniversitesi DTCF  öğretim üyesi

Cumhuriyet Kitap, sayı 43,  13 Aralık 1990.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.