Sosyal Medya

Kürsü

Türkiye’de vaktiyle bir entelijansiya oluştu mu?

Türkiye’de entelekteüller, bir “dağ olma” fantasmasından çıkmadıkça bir entelijansiyamız olamayacak ve yük gene millete kalacak. Oysa Türkiye’nin yaşadığımız zamanın gerçekliğini kavrayıp gelecek tahayyülünü buna göre kurabilen, toplumun farklı kesimlerini birleştirecek mayaya sahip bir entelijansiyaya ihtiyacı her zamankinden çoktur.



İslamcılık, Türk milletindeki Müslümanca düşünmenin esasını, erdemini kavrayamamıştır. Kendisini, sırtını yasladığı milletteki İslami tefekkürün, irfanın önüne geçirmiştir. Bu nedenle İslamcı entelektüeller, sosyalist entelektüellere benzer hülyalar içinde gerçeklikle bağlarını kaybetmiştir. Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi iki “dağ”ın yapayalnız halini burada aramak gerekir.

1909’dan 1933’e değin Harvard Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapan A. Lawrance Lowell’a bir ziyaretçinin şöyle sorduğu rivayet edilir: “Bay Lowell, bu kadar bilgi nasıl oluyor da Charles Irmağı’nın kıyılarında toplanıyor?” Lowell’ın cevabı, soruyu karikatürize edermiş görünürse de üzerinde düşünülmeye değer: “Çok basit. Her yıl Amerika’nın en parlak delikanlılarını okula alırız. Dört yıl sonra mezun olduklarında birer kör cahil olarak ayrılırlar. Bu nedenle bildiklerini burada bırakmış olmalılar.” Anekdotu aktaran T. A. Steward’ın yorumu ise şöyle: “İnsanların mum birimindeki enerjilerini saat beş olduğunda çekip giden bir şey yerine, şirketin watt birimindeki enerjisine dönüştürmenin yolu nedir?”. Ona göre, burada yöneticilerin karşılaştıkları büyük bir güçlük söz konusudur. Entelektüel Sermaye adıyla bir kitap kaleme alan Stewart, ister sosyal bilimler isterse teknik alanda olsun entelektüel birikimin nasıl sermaye olarak işlev göreceğine kafa yoruyor. “Entelektüel sermaye”sini bir türlü sevk ve idare edemeyen Türkiye için hayati bir meseleden bahis açıldığını fark etmişsinizdir. Merhum Mehmet Akif, Türkiye’de tek tek kıymetli isimlerin olduğundan ama bunların enerjilerinin bir türlü bir araya gelemediğinden yakınmaktaydı. Maalesef değişen bir şey yok. Türkiye, bugün de tek tek kıymetli entelektüellere sahip. Bunların bir ideale doğru gayret etmesini sağlamak zorunda artık. Bunun bir “yönetici zeka”nın işi olduğunu söylemek lazım. Türkiye’yi bir “işletme” olarak görelim ya da görmeyelim, onu çekip çeviren, sevk ve idare eden zeka çok önemli. Bu, bazı alanlarda kendiliğinden tebarüz eden bir kişilik eliyle olur bazı alanlarda ise kurumsallaşan akıl, harekete geçerek bunu sağlar. Her iki durumda da entelektüellerin “ékarte duruş”u, bir araya gelişi bir entelijansiyayı oluşturur. 

Kudretin kaynağı

Bu noktadan sonra meselemizde yol alabilmek için “entelektüel” ve “entelijansiya” ayrımına işaret etmenin gereği var. Isaiah Berlin’e göre entelektüeller, estetlerin eşyanın güzel olmalarını istemeleri gibi kendi fikirleri ile ilgilenen, bireysel hareket eden kişiliklerdir. Oysa entelijansiya, tarihsel olarak belli toplumsal fikirler etrafında birleşmiş kişiliklerdir. Berlin, bu tespitlerini 19. yüzyılın Rus entelijansiyasına bakıp yapar. Onların akıl etrafında birleşmelerini, ilerlemeye olan düşkünlüklerini, gelenekselciliği reddedişlerini, Kilise ve otoriter devlete karşı çıkışlarını birer ortak özellik olarak sayar: “1860’larda bunlardan birisi, kendilerini soyu tükenmekte olan bir idealin savunuculuğunu yapan, bir yeminle bir araya gelmiş bir Şövalye tarikatı’na benzeyen bir grup olarak tanımlamıştı. On sekizinci yüzyılın Paris’indeki philosophe’ların bir entelijansiya olduğunu söyleyebilirsiniz çünkü Diderot, D’Alambert, Holbacht, Helvetius ve Condercet bir entelektüel ve ahlaki kardeşlik duygusu hissetmiştir: Onlar birbirlerini tanıyorlardı, aynı düşünceleri tartıştılar, ortak bir konumu paylaştılar, aynı insanlar tarafından eziyete tabi tutuldular, düşmanları Kilise ve –doğruyu ve özgürlüğü kaldırmaya çalışan rezil- mutlakiyetçi devletti. Onlar kendilerini aydınlık savaşçıları olarak düşündüler.” Berlin’in özelliklerini, gayelerini sıraladığı 18. yüzyılın Aydınlanmacı Fransız entelijansiyası ile 19. yüzyılın devrimci Rus entelijansiyasının yanına yine 19. yüzyılın romantikleri ile başlayıp Hitler’e kadar uzanan Alman entelijansiyasını da eklemek gerekir. Fransa, Rusya, Almanya gibi ülkelerin bugün fikir, sanat ve siyasetteki kudretlerinin kaynağı, bir dağ gibi tek başına yükselen entelektüellerinden daha çok birbiriyle irtibatları bakımından birer sıradağ gibi uzanan entelijansiyanın varlığıdır, demek doğru olur. Dağların arasını dolduracak daha küçük dağların varlığı, sıradağları oluşturur. Aradaki “küçük dağ”ların varlığı, “büyük dağ”lar kadar mühimdir. Böylece oluşan ve nihayetinde sıradağlar gibi yükselen bir entelijansiya, milletleri içeriye ve dışarıya karşı kavi tutar. Dağlar gibi yerinde durmadığı için sevk ve idare etmekten söz edilebilir. Kendiliğinden oluşabilen, iç dinamikleriyle işleyen bir doğal durumdur bu. 

Sekülerleştirme gayreti

Türkiye’de vaktiyle bir entelijansiya oluştu mu? Tanzimat sonrasında Batıcılık fikri etrafında birleşmiş bir entelijansiyanın oluştuğu söylenebilir. Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında da yine aynı Aydınlanmacı entelijansiya karşımıza çıkar. Esasen bu ikisi birbirinin devamı niteliktedir. Şu bir gerçektir ki bu entelijansiya, eğitimden iktisada, sanattan edebiyata, siyasete dek Türkiye’nin 1840- 1950 dönemine damgasını vurmuştur. Batının Aydınlanmacı görüşlerini Türkiye’de yerleştirerek yeni bir Türkiye yaratmayı hedeflemişler ve kimi açılardan bunda başarılı da olmuşlardır. Onlara muarız görüşler de olmuştur kuşkusuz. Lakin asıl muhalefet, birbiriyle irtibatı kopuk halk yığını olmaktan çıkıp millet seviyesine ulaştığını defalarca ortaya koyan Türk milletinden gelmiştir. Aydınlanma düşüncesinin Türk milletinin içinden din duygusunu alarak onu sekülerleştirme gayretleri umulan sonucu vermemiştir. Aksine milletin dini, milli hassasiyetleri budandıkça, kendi seyri içinde kalsa üreteceği sorunlardan kurtarmıştır. 

Türkiye’nin bir entelijansiya hareketi ile toplumsal bir devrim geçirmesi yönünde entelektüel çabalar sarf eden “sol hareketler”in seyrine baktığımızda, amaçları açısından oldukça yoğun bir gayretin sarf edildiğini görmemek imkansızdır. Bu bakımdan Türkiye’de kendi içinde fraksiyonlara ayrılmış olsa da sosyalist bir entelijansiyadan söz edilebilir. Daha milli mücadele günlerinde açığa çıkan sosyalist bir Türkiye için arayışlar, sonraki yıllarda öğrenci ve işçi hareketleri ile halka yayılmak istenir. Sosyalist entelijansiya, amacı doğrultusunda elinden geleni yapar ama bu hareketlerin millette bir karşılığı yoktur. 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılmasından sonra sosyalist entelektüellerin bir türlü devrime yanaşmayan Türk milletine karşı saklama gereği duymadıkları bir hıncın oluştuğu aşikardır. Bu hınçla ayrılıkçı Kürt hareketler desteklenir. Arkasında emperyalist güçlerin olduğu belli olan pek çok hadisede de bu entelektüeller, içinden çıktıkları millete duydukları hınçla hareket etmekten geri durmazlar. Bu nedenle de Türkiye’de sosyalist düşüncenin tarihinde, ilk sosyalistlerin aksine, birer emperyalist figür olarak kalırlar maalesef. 

İki dağ: Özel ve Karakoç

Türkiye’de bugüne kadar milletin üstlendiği entelijansiya misyonunu üstlenmesi gereken bir İslamcı entelijansiyadan söz edilip edilemeyeceği meselesi, çizmeye çalıştığımız resimde nerede durmaktadır? Mühim bir sorudur bu. İslamcılar bir entelijansiya oluşturamamıştır. Kuşkusuz dağ gibi İslamcı entelektüeller vardır ama bunlar bir sıradağ haline gelememiştir. Bunun temel nedeni ise İslamcılığın modern ve postmodern süreçler boyunca Batılı bir ideoloji olarak kendini entelektüelleri eliyle kurgulamasıdır. İslamcılık, Türk milletindeki Müslümanca düşünmenin esasını, erdemini kavrayamamıştır. Kendisini, sırtını yasladığı milletteki İslami tefekkürün, irfanın önüne geçirmiştir. Bu nedenle İslamcı entelektüeller, sosyalist entelektüellere benzer hülyalar içinde gerçeklikle bağlarını kaybetmiştir. Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi iki “dağ”ın yapayalnız halini burada aramak gerekir. Onları atıl hale getirmek yanlıştır lakin onların hatalarını da ifade etmek doğru olur. Karakoç’un kendini “yalıtış”ı fevkalade sanatsal bir duruştur ama o, bu duruşu, sadece sanatsal olarak kurgulamamakta, siyasal olarak da sunmaktır. Şu durumda idealinin bir “ütopya” gibi uzak olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Özel ise yaptığı “Türklük” tarifi ile fevkalade bir bakış sunmakta ancak bu tanımı tarihin içinden okuduğunda, Osmanlı ile “Türklük”ü “mütenakız” bulmaktadır. Onun yaklaşımıyla bakıldığında, Özel’in “Türklük” tanımının, şairin kendisi hariç tarihte bir karşılığı yoktur. İslamcılığın bu iki büyük isminin etrafında niçin bir entelijansiya oluşmadığı sorusuysa başlı başına bir meseledir. Ceviz ağaçlarının etrafında bir bitki yetiştirmemesi gibi bu iki “dağ” da sadece kendilerinin yükselmesini önemsemiş görünmektedir. İslamcılar, Türkiye’nin zaten Müslüman bir ülke olduğunu unutmakta, kendi haklılıklarının zirvesinde yaşamak ister görünmektedirler. Bu, sanatsal açıdan son derece kıymetli, Tolstoyvari bir tutumdur fakat yaşanan zamanın sorunlarına geniş bir planda çözüm üretmekten uzaktır. 

Öyle görünüyor ki Türkiye’nin entelijansiyası, Aydınlanmacı, Sosyalist ve İslamcı çevrelerden çıkmamıştır. Türk milleti, Batılı aklın anlayamayacağı bir şekilde, devletinin tüm dar zamanlarında bir entelijansiya olarak vazife üstlenmiştir. Türkiye’nin tarihi kaderini üstlenmesine yönelmiş bir ideal için birleşmiş bir entelijansiyanın olmadığı zamanlarda, onların yerini tutmuş ve bu ideali sahiplenmiştir. Türkiye’de entelektüeller kendi düşüncelerine gömülüp bir araya gelemezken millet onların yerine, onlar için de bir araya gelip örnek olmuştur. Lakin bu muhteşem hal, büyük bir güçlükle karşı karşıyadır bugün. Bir ideoloji olarak küreselleşme, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de milleti popüler kültür vasıtasıyla iğdiş edip ondaki millet vasfını yok etmeye yönelmektedir. Kral TV ve benzeri müzik yayını yapan kanalların, Türkiye’deki müziği ne hale getirdiğine bakmak bile bu noktada yeterince fikir verecektir. Küreselleşme, Türk milletinin millet olma vasfını hedef almaktadır ki millet, bir türlü oluşamayan entelijansiyanın yerini tutup Türkiye’yi tarihin içinden getirdiği kaderinin peşinde olmaktan alıkoyabilsin. 

Popüler kültür ve nesil

Yaşadığımız zaman Türkiye’yi bir entelijansiyaya sahip olmaya zorluyor. Bu nedenle de Türkiye, son zamanlarda “entelektüel sermayesi”ni toparlamaya çalışıyor. Bilhassa teknik alanlarda atılımlar yapıyor. Yurtdışındaki yetişmiş insan gücünü ülkeye çağırıyor. Bu tür çabalar, belli alanlarda belli oranda bir entelijansiya oluşturabilir. Ancak gelmekte olan nesillerin, Batı’nın paketleyip sunduğu popüler kültür unsurları ile millet olma vasfını kaybedeceği ve bırakın halk seviyesine inmeyi yığın olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını hesap etmek gerekir. Bu noktada Türkiye’nin bir yandan milli kültür unsurlarını çeşitli seviyelerde popülarize etmesi bir yandan da aynı unsurları gelmekte olan nesillerine, bir entelijansiyayı mayalayacak denli yüksek seviyeden sunması elzemdir. Toplumun farklı katmanları bu faaliyetlerden kendi kapasitelerince istifade edecektir. 

Türkiye’de entelekteüller, bir “dağ olma” fantasmasından çıkmadıkça bir entelijansiyamız olamayacak ve yük gene millete kalacak. Oysa Türkiye’nin yaşadığımız zamanın gerçekliğini kavrayıp gelecek tahayyülünü buna göre kurabilen, toplumun farklı kesimlerini birleştirecek mayaya sahip bir entelijansiyaya ihtiyacı her zamankinden çoktur. Siyaset, bir yandan “entelektüel sermaye” sayılabilecek kısım için çare üretebilir ve bir yandan da ABD menşeli popüler kültüre karşı nesli koruyabilir. Sanıyorum şu an için acil olan da budur: Millete entelijansiya olma vazifesini yüklenmede destek olmak... 

Celal Fedai - Star Açık görüş

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.