Güncel
Kişi kendinden vazgeçtikçe mümin olur
Mustafa Keleşoğlu: “Cennetten çıkan insanın dünyadaki en büyük görevi, kendinden kurtulmaktır. Çünkü insan, yasağa el uzatmakla kendisini tercih etmiş, emri çiğnemiş, kendisini herkesten ve her şeyden çok düşünmüştür.” Ahmet Serin’in etkinlik haberi.
Mustafa Keleşoğlu’nun Ensar Vakfı Bursa Şubesinde yıllardan beri devam eden seminerlerinin sonuncusu, 11 Aralık Salı gecesi Vakıf merkezinde gerçekleştirildi.
Yaklaşık on yıl süren Esmaü’l Hüsna seminerlerinden sonra, geçen yıl başladığı “Kırk Hadis” okumalarına yine Ensar Vakfı çatısı altında devam eden Mustafa Keleşoğlu, Salı gecesi İmam Nevevi’nin “Kırk Hadis”inin on üçüncüsünü yorumladı.
Mustafa Keleşoğlu’nun Salı gecesi yorumladığı hadis “Sizden birisi, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez, gerçek mümin olamaz.” hadisiydi. Hadisin yorumu Mustafa Keleşoğlu’nun ağzından dinlenildiğinde, mümin olmanın ne kadar zor ne kadar incelikli ama bir o kadar da güzel olduğu bir kez daha anlaşıldı.
Sözlerine her zamanki gibi, artık unutmaya terk ettiğimiz hamdele ve salvele ile başlayan Mustafa Keleşoğlu, birkaç rivayeti daha bulunan hadisin Türkçesini “Sizden birisi, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez, gerçek mümin olamaz.” şeklinde verdi ilk önce. Daha sonra hadisin diğer rivayetlerini de veren Mustafa Keleşoğlu, hadisi yorumlamaya “Bu hadisi ilk okuduğumuzda, ideal seviyenin bu olduğunu düşünüp bu süreci tamamlamayı isteriz belki. Ama bu seviye, Hazreti Peygamberin arzu ettiği seviye değildir. Onun burada belirlediği seviye, adalet seviyesidir, bu arzu edilen seviye değildir. Bu seviyenin daha üst seviyeleri de var. Bunun bir üst seviyesi, bir şeyi kendin için değil, kardeşin için istemektir. Buna isâr, ihsan denir.” cümleleriyle başladı.
Çirkinlikleri ortaya çıkaran yasak meyve
Teori ile pratiğin kolaylık/zorluk derecesine değindikten sonra, ilk anda uygulanması bize kolaymış gibi gelen hadisin gerçekte ne anlama gelip uygulanmasının ne kadar da zor olduğunu “Hadis-i şerif ilk okunduğunda, bunun hemen uygulanabilecek bir şey olduğu zannına kapılıyor insan. Ama işin aslı öyle değil. Bu, çok zorlu bir süreçtir. Mesela atamız Âdem (as) yasak meyveye elini ilk uzattığında, kendisinde o güne kadar farkına bile varmadığı birçok çirkinlik ortaya çıktı. Dikkat edin, yaptığı şey sadece bir yasağa el uzatmaktır. Bu el uzatmayla birlikte kendisindeki kötülükler ortaya çıktı ve bundan sonraki hayatı, o kötülüklerle baş etme çabasından ibaret oldu. Bir anlamda insan, kendisinin kurtuluş savaşını vermeye başladı. Bu, hariçteki bir düşmana karşı olmadığı için savaşların en zorudur. İnsanın kendinden kurtulma savaşıdır.” sözleriyle açıkladı.
İnsanın cennetten çıkma hikayesini bilinenden biraz farklı şekilde açıklayan Mustafa Keleşoğlu, emre itaat etmeyen insanın zaaflarının ortaya çıkmasının da bu olaya bağlı olduğuna değindikten sonra sözlerine “Cennetten çıkan insanın dünyadaki en büyük görevi, kendinden kurtulmaktır. Çünkü insan, yasağa el uzatmakla kendisini tercih etmiş, emri çiğnemiş, kendisini herkesten ve her şeyden çok düşünmüştür. İşte bunun için insan, kendinden kurtulma savaşı verecektir. Ama bu savaşı yine kendi vermez. Allah, kendi zaaflarının tutsağı haline gelmiş olan bu insana yardımcı olup onu özgür kılmak ister. Özgür insan, kendisini kendisinden kurtarmış insandır. Kendi nefsiyle savaşıp kendini kendinden kurtaramayan insan, özgür insan değildir.” diyerek devam etti.
İman aslında nedir?
Mustafa Keleşoğlu, yeni bir din gönderildiğinde yaşanan süreci ve bu dinin hitap ettiği kitleyi de farklı bir bakış açısıyla anlattı. Konuyu edebiyatımızla da ilişkilendiren konuşmacı, konuyu “Allah yeni bir din gönderdiğinde, bir önce gönderdiği dinin mensuplarına hitap eder öncelikle. Çünkü onlar, Allah’ın gönderdiği o dine inanarak kendilerini özgürleştirebilmiş insanlardır ve bu yüzden Allah, öncelikle onlarla muhatap olur. Bir yönüyle iman, kendinden vazgeçerek başka bir şey için yaşamak demektir. Bunu daha önce başaranlar bunu yine başarabilir çünkü onlar, kendilerinden vazgeçme savaşını başarmışlardır. Bunu edebiyatımızda aşkın işlenişinden anlayabiliriz. Edebiyatımızda, âşık olan kişi ilk önce bir insan uğruna kendinden vazgeçmeyi öğrenir. Zamanla yaşadığı deneyimler sonucunda insan, sevdiği insandan/dünyadan da koparak merkezinde Allah’ın olduğu bir aşkı yaşar hale gelir. Mecnun, bu şekilde Leyla’dan kopmuş, bu şekilde Allah’ı bulmuştur. Din de böyledir. Din, kişinin kendi isteğinden uzaklaşmasıdır ve bu da özgürlüktür.” cümleleriyle yorumladı.
İnsanın kendisiyle meşgul olmaktan çıkıp başkalarını da değerli görmesinin onun olgunlaşmasının ilk adımı olduğuna dikkat çeken Mustafa Keleşoğlu, hasetin insanı düşürdüğü durumu şöyle anlattı: “Kendisine köle olan insan, güzellikleri de görmez. Çünkü bir şeyin güzel olması ancak kendisi ona sahipse mümkündür. Kendisinin sahip olmadığı şeylere başkasının da sahip olmasını istemez. Ama öte yandan, böyle insanlar bile tüm erdemlere sahip olmak ister. Dünyada iyi ve güzel adına ne varsa ona sahip olmak isterler. Bunun için çabalamazlar ama istemeye devam ederler. Bu erdemlere sahip olanlar ise peygamberlerdir. İşte bu insanlar, kendilerinin sahip olamadıkları erdem ve güzelliklere sahip oldukları için peygamberlere de düşmandır. İslam’ın haset dediği bu duygu, insanı güzelliklere düşman eder. Hatta zamanla bu insan güzelliğin kendisine ve güzelliğin kaynağına düşman hale gelir. Böyle insanlar Allah’ın emirlerini uygulamazlar ve Allah’ın emirlerini uygulayanlara da düşmanca bakar. Böylelikle haset, insanı küfre düşürür.”
Mustafa Keleşoğlu, hasetin sadece bir insanı değil, tüm toplumu çürütebileceğini “Bir güzellik varsa o güzellik benim olmalıdır, şeklindeki anlayış zamanla bir insanı tüm insanlara düşman haline getirir. Bugün Batı’nın tutulduğu hastalık da budur. Batı, her ne kadar bunu ifade etmese de tüm güzelliklerin kendi hakkı olduğunu düşünür. Elde edemediği güzelliklere düşmanlık besler, bu güzelliklerin sahiplerini düşman belleyip onları yok etmek ister. Bu hastalık, Batı’yı sarıp kuşatmıştır artık.” Batı’yı da analiz ederek anlattı.
Hadis bir süreci anlatır
İnsanın Allah’a muhatap olmasının ancak maneviyatı anladıktan sonra gerçekleşebileceğini de “İnsanın gelişimi bir süreçtir. Bu süreci biz dışardan gözlemleyebiliriz. Çocuk önce somut varlıkları beller, zamanla soyut varlıkları da kavrar bu süreçte. Bedeni de zihni de gelişir. İnsanın en son gelişimi de manevi alanda olur. Bir anlamda Allah, bedeni ve zihinsel gelişimini tamamlayan varlığı, insana teslim eder. Teslim ettiği bu varlığı, insanın hizmetine sunar. İşte insan, kendisine teslim edilen bu emaneti, kendi manevi gelişimine uygun olarak iyi yönde de kötü yönde de kullanabilir. İşte bu hadis-i şerif, bizlere bir ruhsal gelişimi ifade etmektedir.” sözleriyle anlatan Mustafa Keleşoğlu, yeniden din-insan ilişkisine getirdi sözü.
Dinin muhatabının insan olduğunu ve dinin aslında insanı kendinden uzaklaştırmak gibi bir işlevi olduğunu da “Dinler, müminlerini bizzat kendilerinden koparmak için gelmişlerdir. Dinin en büyük problemi, kendisini yine kendisine mahkûm etmiş insan problemidir. Böyle bir insan, her şeye kendisini merkeze koyarak ve kendi yararını düşünerek bakar. İşte din, insanın bu bakışını reddeder. İnsana, dünyada sadece kendisinin olmadığını, başka insanların ve başka varlıkların da olduğunu söyler. Bu durumdaki insana, önce diğer varlıkları kabullenmesini öğütler. İşte tam bu aşamada din, insanla çatışmaya girer. Din, insanın, her şeyin bir emanet olduğunu fark ederek dünyaya bakmasını ister. İnsan, dünyada hiçbir şeyin sahibi değildir. İnsan, kendinin bile sahibi değildir. Din, insana bunu fark etmesini teklif eder.” cümleleriyle anlattı Mustafa Keleşoğlu.
İnsanın Allah ile bir farklı hukuku olduğunu, bu hukukta insanın yerini bilmesiyle olgunlaşmaya başlamasının eş zamanlı olduğuna “Varlıklar, Allah’ı durmadan tesbih etmektedir. Bunu yapmayan tek varlık insandır. Kendisinden geçip Allah’a teslim olarak özgürleşen insan, kendisinden başka varlıkların da farkındadır artık. İnsan, ‘Bismillah’ diyerek yaptığı her işte, kullandığı varlıkların sahibinden ve bizzat varlıkların kendilerinden izin almaktadır aslında. İnsanın bunu fark edip bu aşamaya gelebilmesi, bir ruhsal gelişim sebebiyledir. Bu bakış açısına sahip insan, bir zamanlar kendine ait gördüğü her şeyin aslında Allah’a ait olduğunu söylemektedir artık.” sözleriyle değinen Mustafa Keleşoğlu, insanın iman etmesinin ne kadar büyük bir şey olduğunu anlattı sonra.
İman etmek büyük bir şeydir
Mustafa Keleşoğlu, hayatın merkezinden kendini çekip Rabbini o merkeze yerleştirmenin, insanın en önemli işi olduğunu Hazreti Ömer örneği üzerinden “İman eden insan, aslında büyük bir iş başarmıştır. Kendisinin merkezde olduğu bir hayattan, Allah’ın merkezde olduğu bir hayata geçer. Bu, tam bir şerh-i sadrdır. Hazreti Ömer’in Hazreti Peygamber’e gelerek “Ya Resulallah, ben seni kendim hariç, anamdan babamdan da fazla seviyorum.” demesi, bu süreci anlatan bir örnektir. Ama bu, sürecin ilk aşamasıdır ve Hazreti Peygamber bu süreci yeterli görmez. Sürecin sonraki aşamalarında Hazreti Ömer, “Seni kendimden de çok seviyorum.” der ve o zaman Hazreti Peygamber “Tamam, şimdi oldu.” der. İşte din, insanı bu şekilde kendisinden kopartır. İman ile insan bir başka varlığı kendisinden fazla severek onu kendisine tercih eder hale gelmiştir. İşte din, insanı bu şekilde dönüştürür.” cümleleriyle anlattı.
İslam düşüncesinin ana yollarından biri olan tasavvufun insanı çok iyi tanıdığını belirten Mustafa Keleşoğlu, tasavvufun insan ruhuna ve insanın olgunlaşmasına dair yorumunu da “Katılan var, katılmayan var, onu bilmem ama tasavvuf, insanın bu ruh gelişimini aşama aşama kayıt altına almıştır. Bunu insanın nefsi üzerinden ve rüyalar üzerinden açıklar mutasavvıflar. Tasavvuf nefs-i emmare, nefs-i levvame gibi nefs aşamalarından bahseder. Her nefsin de kendi içinde yedi kademesi olduğunu söyler. Mesela, bir insanın nefs-i emmare sahibi olduğuna işaret eden on iki huyu vardır, der: Bunlar küfür, şirk, gaflet, cehalet, kibir, günaha dalmak, hırs, cimrilik, öfke, haset, şehvet huylarıdır.” sözleriyle anlatmaya başladı.
Nefsimizi nasıl kontrol altına alırız?
İnsanın ömrünün nefsiyle hakimiyet mücadelesi içinde geçtiğine dikkat çeken Mustafa Keleşoğlu, bu mücadeleyi insanın tek başına kazanmasının zor olduğuna dikkat çektikten sonra “Tasavvufa göre insan, bir tarikata süluk ederek bu huylarından kurtulmak ister. Tarikatın piri de insanı rüyalarından takip ederek anlamaya çalışır. Bu şekilde nefs-i emmareden nefs-i levvameye geçer insan. Küfür ve şirkten kurtulanlar, artık bu makama gelmişlerdir. Buradakiler için artık fısk, cehalet, ucub, uyku, yeme içme düşkünlüğü, lüks giyinme arzusu, malayani ile meşgul olmak tehlikeleri kendilerini bekler. Bu tehlikeleri de aşan insan, sonraki mertebe olan nefs-i mülhemeye geçer. Bu mertebede insan ilim sahibi olmak, tevazu sahibi olmak, sabretmek, şükretmek, tövbesinde istikrarlı olmak, cömertlik ve kanaat sahibi olmak hasletlerini kazanır. Bu mertebeden de nefs-i mutmainne mertebesine geçer insan. Bu makamdaki insanlar artık sahih amel ve güzel bir tevekkül sahibidirler ama ihlaslarında pürüzler vardır. Nefs-i raziye makamındaki insanlar ihlas sahibidirler. Bu insanlar artık takva sahibidirler, zikirle meşguldürler ve birer insan-ı kâmil olmuşlardır. Zaten amaç da insanı olgunlaştırmaktır. Diğer makam, nefs-i marziyye makamıdır. Bu makamda kul Allah’tan, Allah da kuldan razıdır. Bu makamdaki insanlar Allah’tan başka hiçbir varlığı düşünmez, mahlûkata lütufla davranır. Son mertebe de nefs-i kâmile mertebesidir. Bu mertebede artık kul, Rabbiyle beraberdir. Allah onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağıdır. Bu makam, herkesin ulaşacağı bir makam değildir. Bu makamın temsilcileri, Allah’ın resulleri ve o resullere çok yakın olabilen insanlardır.” sözlerini söyleyerek insanın ne halde olduğunu bizzat kendisinin de anlayabileceğini belirtti.
Mustafa Keleşoğlu, bu hadisin ana fikrinin insanın zaaflarını fark etmesi ve sonrasında insanın bu zaaflardan uzaklaştıkça Allah’a yakınlaşması olduğunu “Sonuçta bu hadis, dünyaya meyilli kulun gözünde Allah’ın değer kazanıp kulun dünyadan uzaklaşmasını anlatmaktadır. Bu, uzun bir süreçtir ve hemen de gerçekleşecek bir durum değildir. Burada bilinmesi gereken şey, insanın bu aşamaları tek başına değil, çevresiyle birlikte gerçekleştirebileceği gerçeğidir. Din de kendisinden kaynaklanan feyzi, kişinin, diğerleriyle birlikte paylaşmasını ister. İşte bu hadiste, kişinin kendine ulaşan feyzi başka kardeşleri için de istemesi amaçlanmaktadır. Allah, bu feyzin hepimize ulaşmasını nasip etsin inşallah.” cümleleriyle anlatarak ve hayır dua ederek sözlerine son verdi.
Ahmet Serin
Henüz yorum yapılmamış.