Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Alev Alatlı: Milliyetçilik şiarının ülkemizde çağdışı, hatta şedid eylemlere kıvrıldığı bir süreçin yaşandığı da bir vakıa

Bu günkü sohbetimize bir hatırlatma yaparak başlamak istiyorum: Vatan aşkı “fıtrî” değildir! İnsanlar hayata doğdukları topraklara aşık olarak doğmazlar. Aslına bakarsanız, ananın çocuğuna duyduğu sevgi hariç, “AŞK” olarak tanımladığımız hiçbir ruh hali doğuştan değildir.



“Aşk” gönüllere bir tohum gibi yerleştirilir. Su verilir, yeterince ışık almasına, beslenmesine özen gösterilir. Büyütülür. Dünya dillerinin gelmiş geçmiş en etkileyici kelimesi/kavramı olan aşkın serpilmesi, güçlenmesi sağlanır.

“Vatan” kelimesi aynı anda özlem ve adanmışlık duyguları uyandırabiliyorsa, “vatan”dır. “Anavatan” - ya da bazı dillerde kullanıldığı gibi “babavatan” - korunaklı, sevecen, güvenlikli bir sılayı söyler. Ana kucağını çağrıştıran bir sılayı.

“Anavatan” sadece bireyin değil, bireyin mensup olduğu ulusun hayat bulduğu topraktır. Vatan toprağının yaşayan bir varlık olarak algılanması bundandır. İnsanoğlu köklerini emanet ettiği toprağı gözetir, yüceltir hatta türlü efsanelerle zenginleştirir, biricik kılar. Antik çağda yaşayanlar “anavatan”larına türlü nitelikler yüklerlerdi. Meselâ, Eski Yunan’da, Atina sakinleri, yaşadıkları toprakların asıl sahiplerinin “otokton” dedikleri yarı-insan yarı-yılan varlıklar olduklarını söyler, kendilerinin bu mitolojik yaratıklardan türediklerine inanırlardı. Atina’nın ilk kralı olan Kekrops meselâ böyle yarı-yılan, yarı-insan bir mahlûktu. İnsanoğlunun böylesi efsaneler geliştirmesinin nedeni kendisini toprakla özdeşleştirmek ihtiyacı.

Bize yakın bir başka coğrafyada, Mısır’da, Teb şehrinde yaşayanlar da Kadmuz adlı bir yiğidin toprağa ektiği bir canavar dişinden ürediklerinden emindiler.

Moğolların “mavi,” bizim “boz” kurtumuz da aynı fasıldandır. Efsaneyi bilirsiniz, Moğol ilinde Oğuz Han soyundan İl Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatar hükümdarı Sevinç Han, Moğol ülkesine savaş açar. Kırgızlardan ve diğer boylardan da yardım alır, İl han yenilir. Küçük oğlu Kıyan, gelini ve yeğeni Nüküz’den başka ülkedeki herkes ölür. Kıyan ve eşi, düşmanın onları bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verirler. Yabanî koyunların yürüdüğü yolu izleyerek, yüksek bir dağda dar bir geçite varırlar. Bu geçitten geçerler, içinde akar sular, pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, av hayvanları bulunan, cennet gibi bir yere gelirler. Tanrıya şükreder, dağın doruğunda olan bu güzel yerde kalmağa karar verirler. “Ergene” dağ kemeri anlamında gelen bir sözcük. "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamına gelen "kon" kelimesini birleştirirler, ülkelerine "Ergenekon" adını verirler.

Zaman içinde Kıyan ve Nüküz'ün çok sayıda oğulları olur. Aradan dört yüz yıl geçer. Nüfusları ve sürüleri o kadar çoğalırlar ki Ergenekon'a sığamaz olurlar. Atalarının kullandıkları geçitin yeri de unutulmuştur. Bunun üzerine Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aramaya koyulurlar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyler. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizer, muhteşem bir ateş yakarlar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklerler. Sonunda demir erir, yüklü bir deve geçecek kadar yer açılır. “İl han'ın soyundan gelen Türkler, yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Egenekondan çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram yaptılar.” Bu bayramlarda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak döğerler.

Ergenekon efsanesinin pek çok çeşitlemesi vardır. Buna karşın hepsinde Türklere yol gösteren hatta analık eden bir kurt figürü bulunur. Ancak, Türkler, kökenlerini sadece bir kara hayvanı olan kurda değil, gök cisimlerine de bağlarlar. Mesela, Mete Han, Kutup Yıldız’ında, yani Demirdirek’te, yaşayan genç kızla evlenince Gök Cisimleriyle akraba olur. Oğuzlar, “Göksel Gelin”leri Yeryüzü’ndeki yaşamını yadırgayıp mahzun olmasın diye atlarını çivitle maviye boyarlar. Mavi atlarını gelinin çadırının etrafında dolaştırırlar ki, Kutup Yıldızında yaşarken etrafında dönen takımyıldızları aramasın. “Mete Han’a oğulları Gün, Ay ve Yıldız’ı doğurduğunda, göksel akrabaları anneye doğum hediyesi olarak gök tüylü, gök yeleli, masmavi bir kurt armağan ettiler.

“Gök” mavi demek. Mavi Kurt, yurt dedikleri çadırın duman deliğinden süzülür, gelir, Mete’nin önüne düşer. Kore yarımadasının kuzeyindeki Tunguz ülkesinden, Hazar’a, Altın Adam’ın kırallığına yürür, Oğuzlar’a öncülük eder. Başları sıkıştığında Tanrı’dan-Olmuş-Tanrı’ya-Benzer Bilge Han’ı tahta çıkarır. Mavi Gök’ün atlıları Bilge’yi altından dökülmüş kurt başı alemlerini gökyüzüne kaldırarak selâmlarlar.

Mete Hanın eşinin anavatanı Kutup Yıldızı/Demirdirek bugün artık astronomide çift-bileşkenli bir superdev olarak tasnif edilen Polaris’dir. Efsanenin yaratıcılığı bir yana, geçmişin böylesi duygular yaratacak şekilde konumlanması yüzyıllar alır. Ve her zaman tarih öncesi, muammalı kaynaklar sözkonusu olur.

Tüm insanlığın tek ve aynı kaynaktan geldiğini vurgulayan Kutsal Kitaplara karşın, otoktonus efsaneler, belirgin bir insan topluluğu ile belirgin bir toprak parçası arasında bağlantı kurarlar. Modern milliyetçilik akımları bahsedegeldiğimiz türden kadim bağlantılara önem verirler. 
Organik milliyetçilik” denilen kavram, halkın gücünü kök saldığı topraktan alıyor olması düşüncesidir ki, bu olağanüstü büyük bir manevi güçtür.

Atina’lıların, yarı-yılan yarı-insan yaratıkları, Türklerin mavi kurtları gibi efsanelere “otoktonus efsaneler” deniyor. Otoktonus efsaneler, toplumun kolektif hafızanın oluşmasına, ulusal kimliğin şekillenmesine, dayanışmaya yardımcı olur. Halkların “aslî” vatanları olarak belledikleri dilerseniz belletildikleri belirli toprak parçalarını savunmalarına meşruiyet kazandırıyor. İsrail en iyi örneklerden birisi. Yahudiler, Filistin’in kavimlerine vadedilmiş topraklar olduğu şeklindeki otoktonus efsanenin üzerinde, iki bin yıl sonra devlet kurmayı başarıyorlar.

Kurtlar, yılanlar, pınarlarından bal fışkıran topraklar ya da herneyse, tabiat ile insanoğlu arasında gizemli bir bağlantı kuran efsaneler, Avrupa Aydınlanmasıyla birlikte güç kaybediyorlar. Modern Batı’nın doğaya bakışı Aydınlanma-sonrasının teknolojik dünya görüşü doğrultusunda, akılcı/rasyonel kıstaslara göre düzenleniyor. Akılcı/rasyonel toplumlar, vatan toprağı kavramını efsanelerden sıyırıp, insana hizmet etmekle yükümlü bir üretim girdisi, bir kaynak olarak görüyorlar.

Vatan, anavatan gibi kavramların içeriklerinin boşalması bu sebepten. Vatan hasreti, sıla hasreti gibi duyguların yadırganır olması da bu sebepten. “İnsanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir” şeklindeki söylem, “dünya vatandaşlığı” söylemi bu gelişmenin sonuçlarıdır.

Peki, bu gelişme iyi bir gelişme midir? İyi olmadığını söyleyenler, insanoğlunun doğduğu toprakla, anavatanı ile duygusal bağını koparmasını, anavatanına ekonomik refah penceresinden bakma eğilimine girmiş olmasını “bilim ve teknolojinin zaferi” olarak görüyorlar. Ve onlara göre “bilim ve teknolojinin zaferi”nin bir anlamının da toprağa ve doğaya iğfal ölçülerine varan saldırı. Sonuç, ozon tabakasında açılan deliğin büyümesi, gezegenin kaynaklarının kurutulması, dünyanın yaşanamayacak bir taşla tarlaya dönüşmesi tehlikesi.

Günümüzde milyonlarca insanın tabiata efsanevi nitelikler yükleyen paganizmi benimsemelerin altında yatanın da teknolojinin dünyayı yaşanamayacak bir yer hale getirmesi korkusu olduğu söyleniyor. Bize gelince...

Dünyanın en tamah edilen toprak parçalarından birisini, Anadolu’yu, mesken edilmiş bir halk olduğumuz kuşkusuz. Ancak, “vatan” aşkı denilen duyguyu canlı tutmaya özen gösterip, göstermediğimiz, bakın işte bu kuşkulu!

Verimli topraklarımıza, sahil şeridimize diktiğimiz binalara, beton yığınlarına bakacak olursak, Anadolu topraklarına ilişkin “aşk”ımızın yerini faydacı bir yaklaşıma dönüştüğü açık! Öte yandan, Aydınlanma’nın tezgâhından geçmiş akılcı/rasyonel toplumlar gibi, toprağı ve doğayı denetim altına alacak teknolojiyi ne yaratabilmiş, ne de hayranı olmuşuz!

Bizi bu topraklarda bir misafir gibi yaşıyor olmakla, göçebelik duygusunu üstümüzden atamamış olmakla itham edenler, sanırım biraz da bunu söylüyorlar. Oysa, asıl topraklarından göçmek zorunda kalkmış tek ulus biz değiliz. Göçmek zorunda kalkmış tek ulus biz değiliz ama efsanelerine sırt çeviren bir ulus olduğumuz doğrudur. Nitekim ve belki de “Batılılaşmak” kaygımızın sonucu olarak, bugün “mitoloji” dendiğinde aklımıza Yunan tanrıları/tanrıçaları divanının serüvenlerinden başka birşey gelmez.

En gayretli Türkücümüz bile, Akene’yi ki, Akene veya Ak Ana, Türk kozmolojisinde “yaradılışı gerçekleştiren Beyaz Kaz” figürüdür, örneğin Abant gölünün üstünde uçarken hayal edip, bu topraklarla özdeşleştiremez. Hal böyle olunca, anavatanımıza adanmamızı teşvik edecek romantizmi geliştirmekte başarılı olamadığımızı kabul etmek zorundayız. Bu bağlamda, kadim Ege efsanelerini, Odysseus’u, Poiesdon’u da içselleştirebilmiş insanlar değiliz.

“Vatan aşkı” gibi, “milliyetçilik” de fıtri değildir. İnsanlar doğuştan milliyetçi olmazlar, milliyetçi olmak öğretilir. Lâkin, “milliyetçilik” şiarının ülkemizde çağdışı, hatta şedid eylemlere kıvrıldığı bir süreçin yaşandığı da bir vakıadır. “Milliyetçilik” kavramına Aydınlanma sonrası Avrupa toplumlarında yüklendiği saldırganlık, sertlik, otorite, gericilik vb. nitelikler, barışsever insanları ve haklı olarak kavramın telmihlerinden uzak durmaya sevketmiş, ülkemiz entelijensiyasının önemli bir bölümünün nezdinde tu kaka etmiştir. Hal böyle olunca, “vatan aşkı” kavramının olmazsa olmaz bir parçası olan “milliyetçilik,” hemen her zaman kilise-kıral-ordu-bilimsel ırkçılık-merkantalizm gibi, Avrupa tarihine özgü oluşumlarla birlikte düşünülür, emperyalizmle özdeşleştirilir olmuştur. Oysa, bizde Avrupa’nın Aydınlanma sonrası milliyetçiliği şöyle dursun, Türk unsuru Osmanlı İmparatorluğu içinde bile etrak “etrak bi-idrak” yani akılsız, idraksız Türkler aşağılamasına maruz kalmıştır ki, İmparatorluğun kurucuları onlardır.

Sohbetimizi, bir toplumun en doğal işlevinin “hayatta kalmak” olduğunu hatırlatarak bitirmek isterim. Hayatta kalmak, tarihin derinliklerine gömülüp kalmamak, Aztekler, İyonyalılar, Hititliler, Finikeliler… adları unutulmuş, kabirleri dağılmış nice diğer kavimler gibi, bir efsaneye, bir masal kavime dönüşmemek. Bir toplumun, bir ulusun olmazsa olmaz işlevi, diriliğini muhafaza etmektir. Dünyayı doğru okumak, lehimize aleyhimize gelişen olayları hızlı tanımak, yeri geldiğinde yüreklendirmek, yeri geldiğinde önlem almak.

Ama hepsinden öte “biz” diye bir kavram olduğunu asla unutmamak, geçici moda akımlara kapılıp, dağılmaya, atomizasyona izin vermemek.

Bu yazı Alev Alatlı'nın kişisel web sayfasından iktibas edilmiştir

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.