Sosyal Medya

Özel / Analiz Haber

Muharrem Balcı: Türkiye gibi, henüz ulus-devlet mantalitesini aşamamış toplumlarda hukuk yukarıdan aşağıya yapılır



Mehmed Mazlum Çelik / DüÅŸünce Mektebi

Türkiye’de özgün bir hukuk sistematiÄŸi daha doÄŸru bir ifade ile Türkiye’de özgün bir hukuk felsefesi mevcut mudur?

Bu sizin nereden baktığınıza göre deÄŸiÅŸir. Pozitif hukukçular için sorun yok. Zaten uygulamada pozitif hukuk kuralları ve metinleri yürürlükte. Batı da felsefesi de içselleÅŸtirilmiÅŸ durumda. Onlara göre pozitif hukuk özgün. Fakat bu pozitif/modern hukukun milletin deÄŸerleriyle, ülke gerçekleriyle, evrensel deÄŸerlerle ne kadar uyum içinde, bunun muhasebesi yapılmıyor. Özgünlük nereye oturur, üzerinde düÅŸünmek gerekir.

Öte yandan, Ä°slam Hukuku ile ilgili olanlar Ä°slam Hukukunun ideal hukuk sistemi vazettiÄŸini kabullenirler, ancak ayağının yere basıp basmadığını, uygulamada bulunmayan bir hukuk sisteminin ülke insanına ve yaÅŸantısına neler söyleyip söylemediÄŸini sorgulamazlar. Modern hukukçular Ä°slam hukuku ile Ä°slam hukukçuları modern hukuk ile alışveriÅŸ yapmazlar, birlikte çalışıp üretmezler. Hâlbuki dünyaya bir baksalar, Müslüman olmayan Batı, Ä°slam hukukunun neredeyse tüm kurumlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Yıllardır dikkat çekmeye çalıştığım konudur bu. Ä°slam hukukunun tahkim, uzlaÅŸtırma, ombudsmanlık, arabuluculuk gibi kurumları modern hukuk sistemlerinde yer aldı. Hem de ne alış, özel hukuk ihtilafları artık devlet yargısında görülmüyor. Biz de bu orijinal kurumlarımızı, onlara göre saÄŸlıklı, bize göre eksik halleriyle Batı’dan almaya devam ediyoruz.

Bu durumda Türkiye’de özgün bir hukuk felsefesinden bahsetmek mümkün görünmüyor.

Genel olarak hukuk-iktidar, hukuk-siyaset iliÅŸkisi hakkında neler söylenebilir? Özelde ise Türkiye’de bu iliÅŸki biçimi nasıl bir resim ortaya koyuyor?

Türkiye gibi, henüz ulus-devlet mantalitesini aÅŸamamış toplumlarda hukuk yukarıdan aÅŸağıya yapılır. Dolayısıyla hukuk ile halk arasında kırık fay hatları oluÅŸmuÅŸtur. Bu yüzdendir ki tutan devrimler – tutmayan devrimler ve tutan yasalar – tutmayan yasalar söylemi ve olgusu vardır. Üstelik entelijansiyamız bunun Cumhuriyetin ilk yıllarındaki resepsiyona baÄŸlarlar. Devrimler sadece ameli düzenlemeler deÄŸil, yasal düzenlemelerdir aynı zamanda. Tutmayanı, tutanından çoktur ki bunu sonuçlarından ve sindirim sistemimizin bozukluÄŸundan anlıyoruz. Peki, Cumhuriyetin yaÅŸadığımız yıllarında durum farklı mıdır? Åžöyle bir gazetelerin 3. sayfalarına –artık ilk sayfalara bile taşınıyor– bakmak, sosyal medyaya bakmak, mahkemelerdeki dava türlerine göz atmak yeterli bilgiyi verecektir. Temel kanunlarımız olan Türk Ceza Kanunu ve Türk Medeni Kanunu uygulamalarından rahatsız ve maÄŸdur milyonlardan bahsediyoruz. Misal, Terörle Mücadele Yasası’dan, Ä°stanbul SözleÅŸmesi’nden 6284 sayılı Yasadan, oluÅŸturduÄŸu zulümlerden bahsediyoruz.

Bu örneklemeleri yapmamızın nedeni salt iktidarları mahkûm deÄŸil elbet. Ä°ktidarları oluÅŸturanlar da bu toplumun içinden çıkmaktadır. Hukukun kılcal damarlara kadar ulaÅŸmadığı, hukuk bilincinin içselleÅŸtirilmediÄŸi toplumlarda iktidarlardan beklentiye girmek de abesle iÅŸtigaldir. Henüz iktidar koltuklarına ulaÅŸamamış ancak oralardan nem’alanan ve sırasını bekleyen sivil toplum kuruluÅŸlarımızın temsilcileri bir yönüyle iktidarın salt siyasetçi/bürokrat olmayan sivil kanadını oluÅŸturuyor. Hukuk – siyaset, hukuk – iktidar iliÅŸkilerini en açık biçimde sivil toplum - siyaset iliÅŸkilerinde görebilir, tecrübe edebiliriz.

Şimdi resme bakalım:

Resimde –ki karikatürize etmiyorum– hükümet bildirilerini imzalamak için hazırolda bekleyen sivil toplumcularımızın, tarikat ve cemaat ehli kanaat önderlerinin hal-i pür melali var. Böylesi bir resimde hukuk ve iktidar deÄŸil, hukuksuzluk ve iktidarsızlık, hukuk – siyaset deÄŸil, hukuksuzluk – siyasetsizlik belirir.

Türkiye’de devlet fikri oldukça kuvvetli ve sivil toplum oldukça zayıf; Türkiye’de devletin sivil toplumdan ayrık ve sivil toplumun üstünde bir özne olduÄŸuna dair güçlü siyasi kültürü göz önüne alınarak devlet-hukuk iliÅŸkisi nasıl bir resim ortaya koyuyor?

Bu tespitinizin geleneksel süreci bellidir ve sizin söylediÄŸiniz gibidir. Devlet – ebed – müddet anlayışı ve “kut” inancı bu süreci iÅŸaretliyor.

Bir de ÅŸöyle bakalım: Biz 68 kuÅŸağı sayılırız. Bir ÅŸekilde kıyısından da olsa bulaÅŸtık. 80’li yıllarda Batı’dan aktarılan, Medine Vesikası ile içeriklendirilen Sivil Toplumun ve toplumculuÄŸunun ne olduÄŸunu gördük ve bizzat içinde yaÅŸadık. Özellikle 90’lı yıllar Türkiye aydınının onur kazandığı yıllardır. Zira henüz “benim iktidarım” diyebileceÄŸi yıllara ve iktidara kavuÅŸmadığı dönemden bahsediyoruz ve iktidar umurumuzla imtihan olmamıştık. Bu tespitim sadece bizim mahalle için deÄŸil, Sol için de geçerlidir, ki zaten sivil toplum anlayışının bize gelmesi, “ÅŸu kumsalda bir küçük yer de bize ayırın, kumdan kaleler yapalım” düÅŸüncesiyle olmuÅŸtur.

90’lı yıllarda genel insan hakları, özelde tüketici hakları, hasta hakları vb. hak ihlallerine karşı kapı kapı dolaÅŸtığımız, meydanları doldurduÄŸumuz, birilerinin çaresizlikten, birilerinin mücadele yeteneksizliÄŸinden yurt dışında eÄŸitim gördüÄŸü yıllarda, bu insanlar eÄŸitim hakkı baÅŸta olmak üzere tüm hak ihlallerine karşı mücadele verdiler, karakolları, savcılıkları, duruÅŸma salonlarını doldurdular. Kimileri Yusufiye Medreselerinde tahsil gördüler, bazıları hala tahsil görüyorlar.

90’lı yıllar kimimizin üzerinde ağır yükler oluÅŸturdu ve AK Parti iktidara geldiÄŸinde, “iÅŸte bugüne kadar ürettiklerimizi parti iktidara taşıdı, o halde bize ihtiyaç kalmadı” söylemiyle misketlerini alıp evlerine sığındı, iÅŸini buldu, arazi oldu. Hâlbuki iktidarın dünden çok bugün ihtiyacı vardı uyarılmaya, eleÅŸtirilmeye. Fakat ne sivil toplum anlayışından(kumda oynamak isteyenleri kastetmiyorum), ne emr-i bilma’ruf nehyi anil münker inancından yeteri kadar nasiplenmemiÅŸ olanlarımız, alanları terk ettiler, umurlarından vuruldular, umutlarını yitirdiler, ikbal kapılarından beslendiler, onurlarını tükettiler. Åžimdi bazıları kendilerinin olmasa bile yakınlarının, çevresindekilerin baÅŸlarına gelenlerden mustarip. Hâlbuki aslolan devlet deÄŸil insandı, hukukun muhatabı olan insan. Ä°ktidar da hukukun muhatabı idi, ancak bunu anlayabilecek hukuk mantığı bu ülkede kimseye benimsetilemedi, kazandırılamadı. Öyle ya, iktidarlar hukukla arasını sıcak tutanları sevmez. Ä°ktidarlar da bu insanlardan oluÅŸuyordu zaten. Ä°ktidarlar, sizin de söylediÄŸiniz gibi sivil toplumun üzerinde bir özne olarak algılanıyordu. Mesele iktidar olmakmış, hukuka tabi olmak deÄŸil. Sonuçta her bir olayda menfaati nedeniyle kandırılmaya müsait olan iktidarlara, basiretlerini, layüs’el olmamalarını hatırlatacak kocakarıları kaybettik. EÄŸri kılıçları kınlarından çıkarıp, bir daha çıkrmamak adına topraÄŸa deÄŸil, baÄŸrımıza gömdük. Böyle bir manzaradan ne iktidar, ne halk, ne Hakk’a uygun icraat çıkar.

Kökleri Türkiye yakın siyasi tarihinde bulunan “bölünmüÅŸ toplumsallık” durumu adalet algısını nasıl etkiliyor? 

BölünmüÅŸ toplumsallık, pek az bilinen, ancak literatürde benzeÅŸen örnekleriyle anılan yeni bir kavram ve olgu. Günümüzde LübnanlaÅŸma, IraklaÅŸma, YugoslavyalaÅŸma, AfrikalaÅŸma gibi örneklemeleri var. Bunların ortak yönü, din ve/veya etnisite üzerine kurulu olmaları. Hatta özellikle Afrika’da dil de etkilidir bu bölünmüÅŸ toplumsallıkta. O halde bir tanım yapmaya çalışırsak, “BölünmüÅŸ Toplumsallık; bütünsel toplumsal-kültürel-ulusal kiÅŸilik yapısının etnik-dinsel/mezhepsel alt kimliklere bölünmesi, ayrışması olarak ifade edebiliriz. Bu noktada toplumu oluÅŸturan bu bölünmüÅŸlükteki algılara dikkat etmek gerekiyor. Cumhuriyetin kuruluÅŸundan bu yana, hatta öncesinde baÅŸlatılan, ÅŸiddetini sürekli arttıran toplumsal bölünmüÅŸlük aslında bu topraklarda yaÅŸayan milletlerin (etnik/dinsel/mezhepsel) algılarındaki sakatlıktan kaynaklanmıyor. Aksine, tüm dünyada kadim bir geçmiÅŸi olan, ağırlıklı olarak Yahudi – Greek kültür çatışmasında Batı’da kaynağını bulan ve pompalanan, ayrımcılıkların sürekli kaşınmasından, kangren edilmesine doÄŸru giden süreçlerden bahsediyoruz. Bu topraklarda farklı etnik/dinsel/mezhepsel ayrılıkları olan toplumlar tek bir millet halinde yaÅŸamaktaydı. ÖrneÄŸin Osmanlılık, çimentosu Ä°slam ve evrensellik olan uygulaması ile bu farklılıkları ve çok hukukluluÄŸu asırlarca bünyesinde kavgasız barındırabilmiÅŸti. Web sayfama da girmiÅŸ bir hikâyeyi çok önemserim. Nur Zelal Ceylan hanımefendi, Gaziantep’te bir misafirlik sohbetimizde dedesinin mezarı başında geçen konuÅŸmayı aktarır: Bir gün Midyat’ta mezarlıkta dedesinin mezarını ziyaretinde yanına gelen bir yaÅŸlı Ezidi’nin dedesi ile ilgili bir anısını aktarır. YaÅŸlı Ezidi, Sayın Ceylan’ın dedesinin muhterem bir Molla olduÄŸunu, çok sevilip sayıldığını ifade ettikten sonra; bir gün dedesinin de hocası olan bir Molla’nın köye geldiÄŸini ve dedesine öÄŸlen namazını kıldırttığını, büyük Molla’nın dedesine, “namaz sırasında Euzu besmeleyi cerhi okumamasının sebebini” sorduÄŸunda, “bizim buralarda Ezidi’ler de vardır, bu nedenle biz buralarda Euzu besmele’yi cerhi okumayız” demiÅŸtir. Hikâyenin ismini de ben koyup hikâyenin kahramanının torununun da izniyle web sayfamda BÄ°RLÄ°KTE YAÅžAMAK baÅŸlığıyla yayınlamıştım. http://www.muharrembalci.com/oykuler/paylasim/8.pdf.

Demem odur ki, bu topraklarda farklı etnik/din ve mezhepler kavgasız 1000 yılı aÅŸkın yaÅŸayabilmiÅŸlerdir. Yani ki, bu halkların önderleri dil sürçmesi de olsa “Afedersiniz Ermeni” sözünü kullanmamıştır. Bu birlikte yaÅŸama kültürüdür. BölünmüÅŸ toplumsallığın panzehiridir.

Åžimdi, mevcut Türkiye siyasası ve hukuk sistemine rengini, anlamını veren bölünmüÅŸ toplumsallık zihniyetinin adaletinden bahsedebilmek mümkün müdür? Yargıdan bahsetmiyorum bile, zira Türkiye’de yargı yoktur, hiç olmamıştır. Bunca bölünmüÅŸ toplumsallık ne hukuk üretebilir ne de yargı iÅŸlevi görebilir. Zaten üretemiyor ve iÅŸlevi de olmuyor.

Türkiye’de hukuk bağımsız ve tarafsız mıdır? EÄŸer bir bağımlılık ve tarafgirlik söz konusu ise bu duruma en çok etki eden; hukuk- iktidar iliÅŸkisindeki iktidar tasallutu mudur yoksa hukuk bürokrasisindeki unsurların taşımış oldukları ideolojik bagajlar mıdır? 

Türkiye’de hukukun tarafsızlığı ve bağımsızlığı ilk defa resepsiyonla birlikte yara almıştır. Ä°deolojik kaygılarla (ideolojiyi mahkûm etmiyorum, aksine hukuk üretiminde ideoloji etken bir unsurdur, ama evrensellik de bir ideolojidir, etken olmalıydı) ve kopyalama sistemiyle dayatılan hukukun tarafsız ve bağımsız olması düÅŸünülemezdi ve zaten halka karşı – halka raÄŸmen kotarılıp uygulamaya konmuÅŸtu. BaÅŸka milletlere aitti ve o milletlerin ve inançlarının, ideolojilerinin tarafı oldu. BaÅŸlangıçta bağımlılığa ve tarafsızlığa etki eden unsur, yeni bir millet yaratma hevesi ve baskılamasında kendini gösterdi. Sonrasında bu zayıflasa da hukukun kaynağına uygun olarak Batı sekülerleÅŸmesinin gereÄŸi, halkın inanç deÄŸerlerine, gelenek, göreneklerine aykırılıklarla devam etti. Çok partili hayatın Ä°ttihatçılıkla yürütüldüÄŸü dönemlerde intikam hukukuna dönüÅŸtü. 2002’den bu yana ise, iktidarı ellerinden kaçırmış mutlu azınlığın, Batı’nın kucağına oturmuÅŸ FETÖ yargısını da kullanarak ve kendisini iktidar yargısı olarak da tanıtarak iÅŸlenen hukuk cinayetleriyle sürdürdü. Tüm bu olan biteni maalesef Kanal7’nin Hint filmlerini izler gibi izleyenler kandırılmışlık psikolojisini mazeret olarak önümüze koydular, kabullenmemizi istediler, büyük oranda da baÅŸarılı oldular. Åžimdilerde tam da bu psikolojiye uygun hukuka aykırı zihin aktörleri yargıda tecrübesizliklerini sergilemekte.

Åžunu bir türlü anlatamadık: Hukuk insanı kandırmaz. Hukuk, yaÅŸanan hayatın ta kendisidir. Hukuk, fıkıh anlamında, “kiÅŸinin leh ve aleyhine olanları bilmesidir. Her konuda menfaatleri paylaÅŸan ve paylaÅŸtıranların hukuka gelince zafiyetlerini mazeret olarak ileri sürmeleri affedilecek bir durum deÄŸildir. Zira sonuçlarından sadece kendileri deÄŸil, tüm millet, hatta hukukun evrenselliÄŸi söz konusu olduÄŸundan tüm insanlık zarar görmektedir. Nerede bir hukuka aykırılık var, bundan tüm insanlık payını alır. Bundan dolayıdır ki, HUKUKUN YAYGINLAÅžTIRILMASI kavramsallaÅŸtırmasını ve ÖZGÜRLÜKLERÄ°N TEMÄ°NATI olma idesini an be an, yıllardır savunduk ve söyledik. Nafile bir ibadet deÄŸildi bu, aksine bir farziyetin, muhataplarımızın nafile olarak bile göremediÄŸi farziyetin ifadesi idi. Umudumuz odur ki, bu farziyet bizi de insanlığı da kurtaracak.

Hâkim-Savcı ve Avukat üçlüsü baÄŸlamında asgari ortak bir adalet duygusunun var olduÄŸundan söz edebilir miyiz? Bir hâkimin olaya bakış açısı ile bir savcının olaya bakış açısında mesleki formasyonun etkisi “yalın adaleti” gölgeleyebilecek bir potansiyele sahip midir? Avukatlık mesleÄŸini ayrı tuttum. “Savunma Hakkı”nı yerine getiren avukatlık mesleÄŸi aşırı bir ÅŸekilde ticarileÅŸti mi? Sizce Hâkim-Savcı- Avukat sacayağı nasıl oluÅŸmalı, aralarındaki iliÅŸki ortaklaÅŸa hakikati, dolaysız olarak adaleti arama noktasında nasıl bir iliÅŸki biçimine sahip olmalıdır?

Yukarıda cevapladığım sorudan ve söyleÅŸinin geliÅŸi itibariyle bu son soruyu geçsek iyi olur. Ä°ÅŸleyiÅŸ /pratikle ilgili bir konu, belki baÅŸka bir söyleÅŸinin konusu olabilir.

Selamlar

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.