Kürsü
Virgina Woolf’a göre iyi bir yazar olmanın ilk şartı: Kendine Ait Bir Oda
“Kendine Ait Bir Oda” adlı kitabında yazabilmek için ekonomik gücün ve kendine ait bir odanın gerekliliğini vurgulayan Virgina Woolf, bunun kadınlar için 19. yüzyılın başlarına kadar söz konusu bile olmadığını ifade ediyor. Kitabı, Selma Kavurmacıoğlu değerlendirdi.
Kendine Ait Bir Oda, 20. yüzyılın önde gelen modernist yazarlarından biri olan ve bireyin günlük yaşamını “bilinç akışı” ile birlikte ve tüm karmaşıklığı ile olduğu gibi eserlerine yansıtmayı amaç edinen Virgina Woolf’un eseri. Herhangi bir önsöz vs. olmaksızın hemen birinci bölümle başlayan kitap toplam altı bölümden oluşuyor.
Her eserin müessirinden iz taşıması geleneği Kendine Ait Bir Oda’da da bozulmuyor. Kadınların ikinci sınıf kabul edildiği Victoria devrinin şartları gereği okula gitmesine izin verilmeyen Woolf, eğitimini özel hocalar eşliğinde babasının kütüphanesinde tamamlamaya çalışıyor. Bu durum onun kendi döneminde yaşayan birçok kız çocuğuna göre oldukça iyi şartlar altında yetişmesine sebebiyet verse de, Woolf, kendi devrinin yaşam koşullarına olan tepkisini dile getirmekten asla imtina etmiyor ve 1895’te, henüz 13 yaşındayken bir gazeteye yazdığı kısa hikâyelerinin her birini bu başkaldırıştan şekillendirerek oluşturuyor. Şüphesiz bu kitabı da dâhil olmak üzere daha sonra yazdığı bütün kitaplarında da aynı etkiden bahsedilebilir.
Feminist olarak da nitelendirilen Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da öncelikle neden kadınlar arasından yazarların ve şairlerin çıkmadığını sorguluyor. “Kadın ve kurmaca yazın” konusunda yapacağı bir konuşma için araştırma yapmak üzere girdiği kütüphanede kadınlar üzerine yazılanları -geçmiş yüzyıllardan yaşadığı çağa doğru olmak üzere- okuyarak işe başlamaya karar veren Woolf, ilginç bir şekilde kadınlar üzerine yazılanların çokluğunu ve bunları yazanların çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğunu ve kadınların yeryüzünde üzerine en çok tartışmanın yapıldığı varlık olduğunu görür. Kadınlar hakkında yazılan kitapların sadece isimlerinin bile oldukça düşündürücü olduğunu ifade eden yazar, bu arada kadınların erkekler hakkında yazmış oldukları bir tek kitabın dahi bulunmadığını da fark eder.
Kitabında 14-16. yüzyıl İngiltere'sindeki kadını, 18. yüzyıldaki kadına yönelik uygulamaları ve 19. yüzyıldaki gelişmeleri anlatan Woolf, özellikle İngiltere'de Elizabeth dönemini, 1470'lerde Chaucer dönemi sonrasını ve 1670'lerde Stuart'lar dönemini çeşitli kitaplarda yer alan örnekler aracılığıyla ele alır. Profesör Trevelyan'ınİngiltere'nin Tarihi adlı kitabı öncelikli olarak baktıkları arasında. Kitapta bazı ünlü isimler de yer alıyor ve çoğunlukla Shekaspeare, Lady Winchilsea, Newcastle'lı Margaret, Dorothy Osborne, Aphra Behn, Jane Austen, Jane Eyre gibi isimler geçiyor.
Avrupalıların kadına bakışı
Bizim medeniyetlerin beşiği(!) olarak gördüğümüz Batı’nın ünlü yazarlarının (ya da farklı kişiliklerinin) kadınlar hakkındaki görüşlerinden alıntılar yapan yazar, bu görüşlerin birçoğu sebebiyle sinirlenir ve öfkeden kıpkırmızı kesilir. Mesela Pope’ye göre çoğu kadının bir kişiliği bile yoktur. Napoléon kadının eğitilemez olduğunu düşünür. Kadının ruhlarının olup olmadığı o dönem için ciddi bir tartışma konusudur. Bazı bilgeler kadınların beyinlerinin daha sığ olduğunu düşünürken Mussulini onları küçümser. Yine kabul gören bir görüşe göre her iki erkekten birinde şarkı veya sone yazma yeteneği varken hiçbir kadın böyle bir yeteneğin sahibi olamamıştır. Yazar, kadınlardan bir şair ya da yazar çıkmamasını elbette onların yeteneksizliğine bağlayan görüşleri kabul etmez; fakat ulaştığı bu bulgular sonrasında araştırmasına fikirlerin değil olguların kaydını tutan tarihçilerin kitaplarıyla devam etmeye karar verir ve kadınların hangi şartlar altında yaşamış oldukları sorusunun cevabını bulmaya çalışır.
Sorusunun cevabının peşine düşen Woolf, Profesör Trevelyan’ın İngiltere Tarihi adlı kitabının “Kadın” maddesinden, karısını dövmenin erkeğe tanınmış bir hak olduğu, anne-babasının seçtiği eş adayıyla evlenmeyi kabul etmeyen kızın bir odaya kilitlenebileceği, dövülebileceği, hatta duvardan duvara vurulabileceği ve kimsenin bunu yadırgamayacağı gibi oldukça ilginç anekdotlar aktarır. Dünyanın farklı coğrafyalarındaki kadınların hangi şartlar altında yaşadıklarını da araştıran yazar, aslında hikâyenin üç aşağı beş yukarı her yerde aynı olduğunu görür. Daha beşikte iken nişanlanan, ergenliğe geçiş yapar yapmaz rızası gözetilmeden evlendirilen, eğitimine gerek görülmeyen, okuması ve yazması yasaklanan, ancak çocuk doğurmak, onu büyütmek, sürekli temizlik ve yemek yapmak zorunda olan, hiçbir ekonomik gücü ve kendisine ait bir odası bile olmayan bir kadın! İşte aslında bütün bunlar Woolf’a göre kadınlar arasından niçin şair ve yazar çıkmadığı sorusunun cevabıdır.
Erkeklerin kadınlara "Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” şeklinde yönelttikleri soruya da kurduğu bir hayal üzerinden cevap vermeye çalışan yazar, öncelikle Shakespeare'in hangi durumlardan sonra oyun yazmaya başladığını ifade eder ve kendi deneyimlerinden de yola çıkarak, Shakespeare'in bir kız kardeşi olsaydı Shakespeare'in sahip olduğu imkân ve fırsatların hiçbirine sahip olamayacağı için tek bir kelime dahi yazamadan bu dünyadan göçüp gitmiş olacağını söyleyerek Shakespeare gibi bir dehanın çıkmamasının gerekçelerini bu sefer biraz daha farklı bir açıdan izah eder.
Yazabilmek için ekonomik güç şart
16. yüzyılda doğmuş üstün yetenekli bir kadın için tek alternatifin; yeteneğini kullanmasına fırsat verilmeyeceği, engelleneceği, zora koşulacağı ve sürekli küçümseneceği için kesinlikle delirmek olduğunu düşünen yazar, bunu keşfetmek için psikoloji konusunda eğitimli olmanın da gerekmediğini ifade ediyor ve “Şair ve oyun yazarı bir kadın için on altıncı yüzyılda Londra’da özgürce yaşamış olmak onu öldürebilecek bir sinirsel gerilim ve çelişkiler içinde yaşaması anlamına geliyordu. Eğer hayatta kalmış olsaydı da, baskı altındaki hastalıklı bir hayal gücünün ürünü olarak yazdığı her şey çarpık ve hasarlı olacaktı. Kadınlarca yazılmış hiçbir oyunun olmadığı raflara bakarken, hiç şüphesiz ki, diye düşündüm, eserleri imzasız olacaktı” diyor.
Yazabilmek için ekonomik gücün ve kendine ait bir odanın gerekliliğine inanan Woolf, bunun kadınlar için 19. yüzyılın başlarına kadar söz konusu bile olmadığını ifade ediyor. Kadınların maddi zorlukları aşmalarının çok zor olduğunu, ama bundan daha zorunun manevi olanlar olduğunu düşünüyor. “Dünya kadınlara, erkeklere dediği gibi, ‘Tercihin öyleyse, yaz, bana ne,’ demiyordu. Dünya onlara kahkahalarla gülerek, ‘Yazmak mı? Yazacaksın da ne olacak,’ diyordu.” Cambridge’de önemli şahsiyetlerden biri olan Mr. Osgar Browning bile “Sınav kâğıtlarına baktıktan sonra, vereceğim notları hesaba katmaksızın söyleyecek olursam, kanımca en iyi kadın, entelektüel açıdan en kötü erkekten bile daha aşağı seviyededir.” diyebiliyordu. Kadınlardan entelektüel açıdan hiçbir şey beklenemeyeceğini söyleyen erkeklerin görüşlerinden oluşan muazzam bir kaynak çokluğuyla karşılaşan Woolf, “virüs” olarak nitelendirdiği bu görüşlerin etkisinden kurtulmayı başaran kadın yazarların varlığına da değiniyor.
18. yüzyılda Aphra Behn gibi kabul edilebilir bazı niteliklerden vazgeçme pahasına yazan ve yazarak da para kazanılabileceğini kanıtlayanların yazarların etkisini Haçlı Seferleri’nden ve Güller Savaşı’ndan daha önemli addeden Woolf, “Eğer tarihi yazacak olsaydım, on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen değişimi daha etraflıca anlatarak yazardım.”[4] diyor.
Kadınlar neden roman yazar?
Yazmaya başlayan kadınların neden sadece roman türünde eserler, ürünler ortaya koyduklarını da sorgulayan Woolf, bunu kadınların yazma işlemini oturma odasında yapmak zorunda olmalarına bağlıyor. Kendilerine ayıracak bir yarım saatleri bile olmayan kadınlar, çalışmalarının, yapmak zorunda oldukları diğer işler yüzünden sürekli kesilmesi sebebiyle daha zor olan şiir veya oyunu tercih etmekten ziyade daha kolay olduğunu düşündükleri ve çok fazla odaklanmanın gerekmediği nesir ve kurmaca yazıya yöneliyorlar, diye düşünüyor.
Woolf, kadınların ortaya koydukları eserlerin ataerkil niteliğe sahip toplumların bireyleri nezdinde aşağılayıcı bir şekilde sadece “oturma odasındaki kadınların duyguları ile ilgili” olarak görülmesi sebebiyle önemsiz addedilmesine ve dozajı yüksek saldırgan eleştirilere maruz kalmasına rağmen Jane Austen ve Emily Bronte gibi kadın yazarları, sahip oldukları büyük bir deha ve gösterdikleri azimli tutarlılık sonucunda bu zorlukların üstesinden gelebilen ender kadınlara örnek olarak gösteriyor ve “Onlar erkekler gibi değil kadınların yazacağı şekilde yazdılar” diyor.Aslında bunu söylerken binlerce kadının içinde bir tek onların “o daimi eğitimcinin” ardı arkası kesilmeyen –bunu yaz, şunu düşün- şeklindeki nasihatlerini duymazdan geldiklerini, bazen homurdanan, bazen büyüklük taslayan, kimi zaman zorbalaşan, kimi zaman kederli, şaşkın, sinirli ve babacan olan ve kadınların peşini bırakmayan o sese kulaklarını tıkadıklarını kastediyor; yoksa kadınların sadece kadın, erkeklerin de aynı şekilde sadece erkek olarak yazmalarını doğru bulmuyor ve bunu şu şekilde ifade ediyor. “Saf ve katıksız bir şekilde erkek veya kadın olmak ölümcüldür; insan erkeksi kadın veya kadınsı erkek olmalıdır.”
Yaşadığı yüzyıla ait yazarların kitaplarının yer aldığı rafları incelemesi esnasında bir nesil önce hiçbir kadının dokunmaya cesaret edemeyeceği kadar çeşitli konularda da kadınlar tarafından yazılmış kitapların mevcudiyetini gören Woolf, okumanın ve eleştirinin kadınların alanını genişlettiğini, onlara incelik kazandırdığını, artık kadının yazmayı sadece kendini ifade etme biçimi olarak görmekle yetinmeyip bir sanat türü olarak kullanmaya başlamış olabileceği ihtimalinin de söz konusu olduğunu ifade ediyor.
İyi bir yazar olmanın şartları
İyi bir yazar olabilmek için kitabın başından sonuna kadar maddi güce ve kendine ait bir odanın gerekliliğine sık sık vurgu yapan Woolf, burada her ne kadar sembolizme pay bıraktığını ifade etse de zihnin bütün bunların üstünde olması gerçekliğinin yeterli olabileceğini de reddediyor. Çünkü ona göre “Entelektüel özgürlük maddiyata dayanır. Şiir entelektüel özgürlüğe dayanır.” Bu sebeple “İngiltere’deki yoksul bir çocuğun, büyük yazarların içinde doğdukları entelektüel özgürlüğe kavuşma umudu Atina’daki bir kölenin oğlundan sadece biraz fazladır.”
Hayatta insanın kendisi olmasından daha önemli hiçbir şeyin olamayacağını düşünen yazar, maddi güç ve kendine ait bir oda hususundaki ısrarında sembolizme de pay bıraktığını ifade ederken muhtemelen gerçeğin eşliğinde canlı bir hayat yaşamayı kastediyor. Yaşama dört elle sarılmanın gerekliliğinin altını çiziyor. Kendine Ait Bir Oda, yazıldığı günden beri kadınları herkes için eşit ve adil bir dünya kurma mücadelesine çağıran bir başyapıt olarak güncelliğini koruyor.
Bütün yüzyıllar boyunca erkekleri olduklarından iki kat daha büyük gösteren bir ayna görevi gören/üstlenen kadınlar sebebiyle, erkeklerin, kadınların erkeklerden daha aşağı olduğuna dair inançlarında bu kadar ısrarcı olduklarını düşünen Woolf’a göre eğer kadınlar aşağıda olmasalardı erkekler büyüyemezlerdi. Ayrıca erkeklerin, kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını da ifade eden yazar, bu tedirginliğin sebebini kadının gerçeği söylemeye başlamasıyla aynadaki görüntünün büzülmesine ve erkeğin hayata uyum sağlayamaz hâle gelişine bağlıyor.
Küçük yaşta annesini kaybetmesiyle büyük bir travma yaşayan Woolf’un hayatında, bunu izleyen üvey ablasının, babasının, çok sevdiği ağabeyinin vefatları ve iki üvey ağabeyinin cinsel tacizleri gibi başka travmaların da olması sebebiyle feminizm ve eşcinsellik noktasındaki fikirlerini ve kabullerini Kendine Ait Bir Oda’da da görmek mümkün oluyor.
Kitabın sayfalarca süren uzun paragraflardan oluşması takibini ve okunmasını bir yerde zorlaştırırken kadın konusunda yüklenmiş olduğu yoğun bilgi bu dezavantajı ortadan kaldırıyor.
Virgina Woolf, Kendine Ait Bir Oda, (Çev. Sevda Duman), Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık.
Selma Kavurmacıoğlu
kaynak: dunya bizim
Henüz yorum yapılmamış.