Kürsü
Tarık Buğra 100 yaşında, inşa ettiği metinler gün kadar taze
Follow @dusuncemektebi2
Fatma Barbarosoğlu- Yeni Şafak
İstanbul, bugün ve yarın iki önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor: KADEM’ in III. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi ve Tarık Buğra Sempozyumu.
Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken ve Dönemeçte romanlarını farklı yaşlarımda okudum ve her defasında değişen öncelikler sıralamama göre farklı sahnelerden “ganimet” ile döndüm. Ganimet dedim çünkü her defasında aradığımı bilmediğim, ama esasında ihtiyacım olan şeyi karşımda buldum.
Tarık Buğra sadece yazdıkları ile değil yaşadığı hayat itibarıyla da çok öğretici bir yazar. Hayatındaki ödüller, eleştiriler, geçim sıkıntıları, geçinmek için hiç istemediği halde gazeteciliğe mahkûm oluşu, yazdığı hikâyeler için aldığı telifin yüzünü güldürmesi, gazete sahiplerinin ve yöneticilerinin edebiyata verdiği değer... Düşman Kazanma Sanatı ve Politika Dışı adıyla yayınladığı kitaplarında ve para kazanmak için yazdığı gazetelerdeki “köşesinde” bütün bunlardan bahseder.
Cumhuriyet gazetesinin açmış olduğu hikâye yarışmasında “Oğlumuz” hikâyesi ile ikincilik ödülü kazanan, Yusuf Ziya Ortaç’ın dergisinde yazdığı hikâyelerle kendinden söz ettiren Tarık Buğra, ilk romanı Siyah Kehribar ile kendisini “hayata küstürecek” yanlış bir yola sapar. Esasında Tarık Buğra’yı Tarık Buğra yapan da bu yanlış yoldur.
Tarık Buğra, yazı hayatına 1940 yılında Çınaraltı dergisinde tefrika edilen Yalnızların Romanı ile atılmıştır; ancak ilk basılı romanı, 1955 yılında yayınladığı, Mussoli’nin İtalya’sında Siyah Kehribar Barı’nda geçen Siyah Kehribar’dır. Roman birkaç olumlu değerlendirmenin dışında eleştiri oklarının hedefi olur. Siyah Kehribar hakkında 33 adet eleştiri yazısı yayınlanır.
Eleştiriler, Roma’da geçen romanın Roma’ya dair hiç fikir vermediği üzerinde yoğunlaşır genellikle. Tarık Buğra’yı Tarık Buğra yapan eserdir dememin sebebi, aldığı bu eleştirilerdir. Her ne kadar Siyah Kehribar üzerine yazılmış eleştiriler Tarık Buğra’yı adeta hayata küstürse de, altı yıl sonra 1961’de yayınladığı Küçük Ağa ile en iyi bildiği mekânları, yakından tanıdığı insanları yazarak Türk edebiyatının en güzel romanlarını kaleme almaya başlamıştır.
Siyah Kehribar üzerine yazılmış eleştirilerden iki tanesine, değerli yazar aynı zamanda Tarık Buğra’nın sevgili Eşi Hatice Bilen Buğra Hanım’ın yardımıyla ulaştım. Siyah Kehribar hakkında yazılmış 33 eleştiri yazısının tamamına ulaşabilirsek, 1950’lerin edebi kamusuna dair çok farklı değerlendirmeler yapabilme imkânına kavuşacağımızı düşünüyorum. Her ne kadar Tarık Buğra, hikâyeleri ile büyük beğeni toplamışken ilk yayınladığı roman hakkında kaba ve kırıcı eleştirilerin yayınlanmış olmasını, köşe yazısı yazmaya başlamasına ve yazdığı yazıların hoşnutsuzlukla karşılanmasına bağlayarak “sevilmeyenin yaptığı da sevilmiyordu” demiş olsa da...
Siyah Kehribar İsmet İnönü Türkiye’sinin, sana söylüyorum kızım sen işit gelinim tarzında dile getirilmiş bir eleştirisi. Romanın kurgusunda ağır eleştirileri hak edecek kadar aksayan bir taraf yok. Ama Siyah Kehribar, bu metin şimdi bize ne söyledi şaşkınlığını yaşatıyor. Sanat Tarihinde doktora yapan Türk öğrencinin “Siyah Kehribar” barının müdavimi olarak devam eden hayatında “bizim” gündelik sıkıntılarımıza dair pek bir şey görmüyoruz.
Romancı olarak edebi kamuya Siyah Kehribar’ın uzak ikliminden, ömrü hayatında hiç gitmediği Roma’dan giren Tarık Buğra, Siyah Kehribar’a getirilen eleştirilerin öğreticiliğinden ziyadesiyle istifade etmiş bir kalem olarak geri döner ve kasaba insanının yalnızlığını, kasabanın sınırlı hayatını okuyucuyu boğmadan anlatır.
Kasaba hayatını köy ile şehir arasında önemli bir yer olarak düşünen Tarık Buğra, kasabayı kendi gözleri ile gören yazarların başında gelir.
İstanbullu yazarlar taşrayı “boğucu atmosfer” olarak inşa etmek noktasında birbirlerinden adeta kopya çekmişlerdir. Ömer Türkeş “Orada Bir Taşra Var Uzakta” adlı makalesinde Reşat Nuri, Yakup Kadri, Halide Edip’in taşrayı metinlerinde tasvir eden ilk yazarlar olarak, kendilerinden sonra gelecek yazarlara neleri görüp neleri görmeyeceklerine dair adeta bir izlek verdiklerini söyler:
“Anadolu’ya herkesten önce gidip oraların gerçeklerini herkesten önce keşfeden bu ilk yazarlar kendilerinden sonrakilere neyin önemli neyin önemsiz olduğunu fısıldamışlardı. Aslında fısıltıdan da öte; İstanbul aydını için taşranın “egzotizmini” yaratan her türden farklılık teker teker işaretlenmiş, mesela tozlu yollar, pis oteller, yıkık dökük evler, havanın dondurucu soğuğu, bunaltıcı sıcaklar, ıssız istasyonlar, ışıksız kasabalar, oturak alemleri, eğitimsiz insanlar, meyhaneler, Cumhuriyet baloları, vb. sahneler bir anlatıdan diğerine aktarılıp tekrarlana tekrarlana zihindeki taşrayı inşa etmişti.” (Taşraya Bakmak kitabının içinde, s.161)
Tarık Buğra “ilk yazarların” işaretlediği noktalardan ilerlemez, tanıklıkların ve hatıraların bahçesinden canlı bir kasaba atmosferi inşa eder metinlerinde.
Türk Edebiyatının en canlı kasaba romanlarını kaleme almış olan Tarık Buğra, Mehmet Tekin’e vermiş olduğu söyleşide şöyle diyor:
“Kasaba, biyopsi için en elverişli ve gerekli bir hücredir. Kasaba insanı toplumun karakterini, kültürünü en iyi şekilde belirtir inancındayım. Ve kasaba insanı toplumsal değişmelerden en iyi etkilenen insandır. Romanda önemli saydığım husus, toplumsal olayların insanlarda sebep oldukları değişmeleri ve tepkileri belirlemektir. Politik ve sosyal karakterler şehirden ziyade kasabayı etkisi altına almaktadır. Bu değişme, bütün sanat eserlerinin dayandığı trajediyi ortaya çıkarır.” (Mehmet Tekin, Tarık Buğra: Söyleşiler, s.127)
Israrla ve tekrar tekrar sosyal bilimcilerin, siyasetçilerin, her branştan öğretmenin roman okuması gerektiğini söylüyorum. Tarih öğretmeni için Küçük Ağa ne çok şey söyler. Keza din dersi öğretmeni, Küçük Ağa üzerinden, din adamı kimliğinin, kişiliğinin dün ile günü mukayesesi için ne geniş bir imkân yakalar.
Türkiye’nin çok partili hayata geçerken yaşadığı sıkıntıları anlamak için Yağmur Beklerken ve Dönemeçte romanları, kasabanın minimal ölçeği üzerinden “değişenden değişmeyeni bulmak” noktasında bir hazine olarak duruyor. Tarık Buğra 100 yaşında, inşa ettiği metinler gün kadar taze.
Henüz yorum yapılmamış.