Özel / Analiz Haber
Ama Hangi Osmanlı?
Osmanlı’nın 1999’daki 700. kuruluş yıldönümünü idrak ettikten sonra, kamuoyunda Osmanlı’yı anlamak hususunda yoğun bir ilgi oluşmuştu. Son zamanlarda, birtakım dizilerin ve filmlerin de pıtırak gibi çoğalmasıyla, bu ilginin arttığı görülüyor. Her ne kadar, Osmanlı’nın öncesi olarak, Selçuklular bu furyadan doğrudan pek etkilenmemiş olsalar bile, Selçuklu tarihine dair popüler tarzdaki yayınlarda da günden güne artış gözlemleniyor. Bununla birlikte miktardaki bu artış, neşredilen eserlerin kalite problematiğini ön plana çıkarıyor. Zira kuru bir hamasetten ârî olmayan eserler neşredildiği gibi içindeki Osmanlı nefretini kusmaya hazır bir gürûhun da fırsatı ganimet bildiği âşikâr. Bu iki uç noktada olmayıp ele aldığı konuları “makul” bir şekilde aktaran eserler de yok değil. Son zamanlarda bazı televizyon programlarında sıkça karşılaştığımız Hurremi devranve akıcı üslubuyla ele aldığı konuyu dallanıp budaklandırmadan anlatabilen ve adeta bir ansiklopedist hüviyetinde olan Ekrem Buğra Ekinci’nin “Ama Hangi Osmanlı?” adlı kitabı bu minvalde zikre değerdir.
Kitabın önsözünde uzun yıllar dayatılan resmî tarih ile işitilen tarih arasındaki farklardan bahseden yazar, tarihin ideolojilerin beslendiği bir kaynak olarak var olmasındaki problemlere değinmekte ve bilhassa Osmanlı tarihindeki dezenformasyon (şunları öğrenin, şunları görmeyin) ve dezenfektasyondan (şunlar iyidir, şunlar kötüdür) bahsetmektedir. Ekinci, resmî tarih okumalarının getirdiği bir nokta olarak, “astığı astık, kestiği kestik” padişah portrelerinin yanıltıcı birer algı mekanizması hâlinde sunulmasını tenkit etmekte; bununla birlikte kitabının bir “müdâfaaname” olmadığı zikretmektedir. Eseri, bugün artık unutulmaya yüz tutmuş gerçeklere dikkat çekmek üzere kaleme aldığını ifade etmektedir.
Kitapta genel olarak kronolojik bir çerçevede devam ediyor. 3-4 sayfalık kısa müstakil parçalardan oluşan eserde kimi dikkat çekici olaylara, padişahlara, devlet adamlarına ya da diğer mühim şahsiyetlere temas edilmiş. Osmanlı’nın kuruluş meselesi ilk olarak ele alınmış.
Buna dair son zamanlarda zikredilen, devletin 1302 tarihinde Bizanslılara karşı kazanılan Bafeus Muharebesi’nden sonra kurulduğu tezine farklı bir açıdan yaklaşan Ekinci, “Osmanlılar Bizans’a tâbi değildi ki, bu muharebeden sonra ipleri kesip istikllallerini ilan etmiş olsunlar” diyor ve 1299 tarihini kabul etmekte bir beis olmadığını zikrediyor.
Yavuz’un “incili” küpesi, vakıf idaresinde pek bilinmeyen noktalar, Hürrem’in Kanuni’ye mektubu, evlad-ı fatihan, Şeyh Bedreddin, ilk teknik üniversite, kardeş katli, eserde ele alınan kimi konular. Mesela Ekinci’nin kardeş katli gibi netâmeli meselelere hamasî ya da “toptan red” tarzında bir tavır takınmayıp hukuk, siyaset ve adalet kavramları çerçevesinde yaklaşması, meselenin ne olup ne olmadığını anlamaya da fırsat tanıyor. Ayrıca yazarın kuru bir tarih bilgisinden fazlasına sahip olduğu, eserdeki edebî ilavelerden ve üsluptan anlaşılıyor. Günümüzde tarihçilerin kâhir ekseriyetinin aruz dahi bilmediği göz önüne alınırsa, bu cümlenin ifade ettiği mana daha iyi anlaşılır.
Popüler yayınların mahiyet gereği birer akademik eser olmadığı, dolayısıyla insaf sınırları içerisinde kimi akademik kaygıları göz ardı etmelerinin makul karşılanması gerekir. Önemli olan tarihî hakikatleri çarpıtmamak, yoruma muhtaç yerleri belli kıstaslarla açıklamaktır. Bu eserin de bunu yapmaya çalıştığı anlaşılıyor. Zira kuru kuruya yapılan ve sadece 300-500 kişinin okuduğu (indeksine baktığı da denebilir) akademik çalışmaların bir bakıma “amme hizmeti”ne sunulması işini, bu popüler çalışmaların görebildiği açıktır.
Henüz yorum yapılmamış.