Kürsü
16. yüzyılda Osmanlı Anadolu’sunda tasavvuf-devlet-ulema üçgeni
Follow @dusuncemektebi2
Dönemin sûfilerinin temel anlayışı; “tarikat ve tasavvuf şeriat temeli üzerine oturmalıdır” şeklindedir. Uygulamada bu anlayışa sıkı bir şekilde bağlılık vardır. Metin Uygun yazdı.
Osmanlılar kuruluşlarından itibaren tasavvufla çok yakın, çok sıcak münasebet içinde olmuşlardır. Osman Bey’in Şeyh Edebali hazretlerinin damadı olmaya kadar varan yakın münasebeti, Osmanlı’nın ilk müderrisi olan Davud-u Kayseri’nin aynı zamanda tasavvufi bir şahsiyet olması, Sultan İkinci Murad’ın Hacı Bayram Veli hazretleriyle olan samimi ilişkisi ve Fatih’in Akşemseddin hazretleri başta olmak üzere ilim ve irfan sahibi zevata gösterdiği yakın alaka, Osmanlı tasavvuf ilişkisinin ne kadar sıkı olduğunu gösteren örneklerdir. Durum diğer padişahlar için de aynıdır. Onlar da tasavvuf ve tarikatlara maddi ve manevi destek vermişler, şeyhlerle şahsi dostluklar kurmuşlar, onları daima himaye etmişlerdir. Tasavvuf ve tarikat erbabı da gördüğü bu yakın alakaya kayıtsız kalmamış. Devlete ve halka hizmet ederek, halkın irşadıyla meşgul olmuş ve devletin bekası için ellerinden geleni yapmışlardır.
Prof. Dr. Reşat Öngören, 2016 yılında İz Yayınları tarafından üçüncü baskısı yapılan Osmanlılarda Tasavvuf Anadolu’da Sûfîler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl) isimli kitabında; 1500-1566 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin güç ve kudretinin zirvesinde bulunduğu dönemde, padişahların, şehzadelerin, padişah hanımları ve kızlarının, saray erkânı, devlet adamları ve ordu mensupları ile medresenin tasavvufla olan münasebetlerini etraflı bir şekilde inceliyor. Bu dönemde Halvetiyye, Nakşibendiyye, Bayramiyye, Zeyniyye, Mevleviyye ve “Diğer Tarikatlar” başlığı altında Kübreviyye, Kadiriyye, Semerkandiyye ve Şazeliye tarikatlarının teşkilatlanması, faaliyetleri, şeyhleri, bu tarikatların kolları, şubeleri hakkında bilgi veriyor. Dönemin hükümdarları olan Sultan II. Beyazid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın tasavvufi yönlerini, şeyhlerle olan münasebetlerini ilmi belgeler ışığında ortaya koyuyor.
Burada yazarın altını çizdiği bir hususa özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Bu husus; Osmanlıların desteklerini, yardım ve himmetlerini sadece Sünni ve ehl-i sünnet olan tasavvuf ve tarikatlara yöneltmeleridir. Ehl-i sünnet çizgisine uymayan, şer-i şerife ters düşünce ve yapıdaki tarikatlara itibar etmemişler, bu yönde gayretleri olanlara izin vermemişler, hatta böylelerini cezalandırmışlardır. Nitekim yazar bu dönemde şeriata uymayan düşünce ve fikre sahip olan üç şeyhin idam edildiğini bildirir. İdamların sebeplerini de; bu şeyhlerin, İslâm’la bağdaşmayan, şeriata uymayan, tasavvuf ve tarikatta yeri bulunmayan düşünce ve fikirlere sahip olmaları ve bu fikirlerini müntesiplerine anlatarak topluma ve dine zarar vermeleri gibi hususlar olarak belirtir. Bu şeyhler, Oğlan Şeyh İsmail Ma’şuki, Hamza Bâli ve Muhyiddin Karamâni’dir.
Zahir-batın dengesi çok iyi bir şekilde kurulmuş
Kitabın dikkat çeken bahislerinden birisi de Osmanlı Anadolu’sunda ulema-meşayih münasebetleridir. Reşat Öngören’in zahir-batın dengesi olarak ifade ettiği bu münasebetlerin çok sağlıklı, dengeli ve seviyeli olarak kurulduğunu görüyoruz. Yazarın belirttiğine göre bu iyi ilişkide meşayihin çok azı müstesna, kahir ekseriyetinin medrese ilimlerini tahsil etmiş olmalarının rolü büyüktür. Şeyhlerin manevi ilimlerin yanında zahiri ilimlere de vakıf olması, her iki çevrede de birbirlerine yakınlaşma meydana getirmiş, medrese–tekke münasebetlerinin dengeli bir şekilde kurulmasını sağlamıştır. Bu dönemde Anadolu’daki çoğu tarikat şeyhi tasavvufa girmeden önce şeriat ilimleri denilen zahiri ilimleri tahsil ederek tasavvufa intisap etmekte ve tasavvufi ilimleri de öğrenmektedir. Bu şekilde yetişen tarikat şeyhleri şeriat ilimleriyle manevi ilimleri birleştirerek, harmanlayarak müritlerini de aynı şekilde yetiştirme gayretindedirler.
Şeriatta noksanı olanlar ilm-i bâtını tahsil edemez
Dönemin sûfilerinin temel anlayışı; “tarikat ve tasavvuf şeriat temeli üzerine oturmalıdır” şeklindedir. Uygulamada bu anlayışa sıkı bir şekilde bağlılık vardır. Yazarın 16. asrın başlarında vefat eden Halvetiye şeyhi Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravi’den naklettiği, “Şeriatta noksanı olanlar ilm-i bâtını tahsil edemez” sözü ve dönemin önemli mutasavvıflarından olan Cemaleddin İshak Karamanî’den naklettiği “Tarikatın temeli, şeriatın ahkâmına ve âdâbına riayetten ibarettir” ifadesi, meşayihin tarikatın şeriat temeli üzerine oturması gerektiği yönündeki hususa büyük ehemmiyet verdiklerini gösteriyor.
Şer’i ilimler tarikat erbabının destek ve yardımcısıdır
Zahir-batın dengesinin bu şekilde iyi kurulması sebebiyle dönemin tarikat şeyhleri ilme ve ilim erbabına büyük önem vermişlerdir. Müritlerine de zahiri ilimleri öğrenmeleri için ısrarlı bir şekilde tavsiyede bulunmuşlar, kendileri de tekkelerinde zaman zaman bu ilimleri okutmuşlardır. Yazar konuyla alakalı olarak Halvetiye şeyhlerinden Nureddinzade’nin Küçükatasofya Zaviye’sinde müritlerine öncelikle ilm-i zahiri öğrettiğini ve şer’i ilimlerin bilinmesinin tarikat erbabına destek ve yardımcı olacağı hususunu ısrarla vurguladığını belirtir. Tekkede “âmâl-i sâliha” diye ifade edilen tarikat derslerinden önce ilmî müzakereler ve dinî ilimlerin tâliminin yapıldığını söyler. Bununla ilgili daha birçok örnek verir. Bu örneklerin ortak noktası; tarikat şeyhlerinin bir taraftan müritlerinin manevi terbiyesiyle meşgul olurken, diğer taraftan onlara zahiri ilimleri de okutmalarıdır.
Dönemin tasavvufi anlayışına dair önemli özelliklerinden birisi de, tarikat şeyhlerinde tatmin edici derecede zahiri ilimlere vakıf olmasının aranmasıdır. Bu hususla ilgili olarak yazarın verdiği örneklerden birinde Şeyhülislam İbn Kemal’in, şeyhlerde bulunması gereken vasıfları sayarken, müritlerinin dinî ve dünyevi şüphelerini giderecek ölçüde ilme sahip olması gerektiğini belirtmesi, diğerinde Kanunî Sultan Süleyman’ın Koska’da yaptırdığı Fildamı Zâviyesi’ne tayin edilecek şeyhin, hem zahiri hem de bâtınî ilimlere vakıf olmasını şart koşması, o dönem şeyhlerinin maddi ve manevi ilimlerin her ikisiyle de mücehhez olması gerektiği hususunu çok güzel yansıtıyor.
Ulemanın tasavvuf ve tarikatlara bakışı
Öngören kitabında ulemanın tasavvufla ilişkisini ve tasavvufa bakış açısını da ortaya koyar. Dönemin ulemasının ve ulemanın önde gelen isimlerinden olan Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemal ve Ebussuud Efendi’nin tasavvufla alakalarını inceler. Ulemanın genel manada tasavvufa sıcak baktığını ve tasavvufa rağbet ettiğini belirten yazar, bazı meselelerde ulemanın tasavvuf erbabıyla farklı düşüncede olsalar da; ekseriyetle tercihlerini tasavvuftan yana koymuş olduklarını ifade eder. Özellikle dönemin kudretli şeyhülislamları olan Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemal ve Ebussuud Efendi’nin tasavvufa karşı oldukları veya tasavvufla yakın alaka kurdukları hususunda ilim adamlarının ihtilaf ettiklerini belirterek, yeni bulunan belgeler ışığında bu ihtilafların büyük ölçüde giderildiğini açıklar. Bu şahsiyetlerin çeşitli tasavvufi meseleler hususunda tasavvuf erbabıyla görüş ayrılıkları olsa da, tarikat ve tasavvuf erbabıyla çok yakın münasebet kurduklarını, tasavvuftan yana tavır aldıklarını, hatta tasavvufa intisap ettiklerini ifade eder. Bu dönemde tasavvuf büyüklerine sû-i zanda bulunan Şeyhülislam Çivizade Muhyiddin Mehmed Efendi dışında başka bir şeyhülislama rastlanmadığını, azledilmesinde başka sebeplerle beraber; İbn’ül Arabi ve Mevlânâ gibi tasavvuf büyüklerine karşı aşırı tenkitlerinin sebep olduğunu belirtir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda temeli atılan tasavvuf ve tarikatların şeriat temeli üzerine oturması düşüncesinin, ilm-i zahir–ilm-i batın sentezinin bu dönemde başarılı bir şekilde hayata geçirilmiş olduğunu öğreniyoruz kitaptan.
Metin Uygun/Dünyabizim
Henüz yorum yapılmamış.