Kürsü
Süleyman Seyfi Öğün- Savaş ve saflık…
Follow @dusuncemektebi2
Süleyman Seyfi Öğün- Yeni Şafak
SavaÅŸ” ile “medenî durum” arasında, en azından teorik olarak ters bir iliÅŸki nin mevcût olduÄŸunu biliyoruz. HoÅŸ; “medeniyet”, bir savaÅŸ hukûku inÅŸâ etmek sûretiyle savaşı da medenîleÅŸtirmekten (!) geri kalmadı. Bu, en azından bir bakıma; hayırlı bir geliÅŸme olarak deÄŸerlendirilebilir. Hakikâten de, savaÅŸ kuralsız yapıldığında çok daha yıkıcı ve vahÅŸî olabiliyor. Savaşın “medenîleÅŸtirilmesi” bu noktadan bakıldığında müspet bir geliÅŸme olarak addedilebilir. O zaman geriye, savaÅŸların türlerine bakmak kalır. EÄŸer savaÅŸ, usûlüne uygun yapılırsa vak'a-i âdiyeden sayılacaktır. Mesele de zâten burada düÄŸümleniyor. Savaşın medenîleÅŸtirilmesi, baÅŸka bir zâviyeden bakıldığında onu “olaÄŸanlaÅŸtırıyor” ve târihsel konumunu tahkim ediyor. Hâsılı zor bir mesele…
Güncel geliÅŸmelerin yakıcı seyrine kapılıp; “Acaba savaÅŸa mı gidiyoruz?” sualini soranların sayısı artıyor. Bu sual çok manâsız geliyor bana. Biraz da egosantrik bir yüzeyselliÄŸi düÅŸündürüyor. Savaşın olduÄŸuna iknâ olmak için, illâki ona dâhil olmak mı gerekiyor? Veyâ, illâki bu savaÅŸa ABD, Rusya, Almanya, BirleÅŸik Krallık ve Fransa gibi dev savaÅŸ makinelerinin de dâhil olması mı gerekiyor? Meselâ; Afrika’da veyâ Asya’nın modern târihinde, savaÅŸsız geçen seneler ne uzunluktadır acaba?
Savaşın “medenî” dünyâdan dışlanması, neresinden bakılırsa bakılsın; bir güdük 20. asır “baÅŸarısı.” 20. asır, savaşın merkez-kaç bir nitelik kazanmasına sahne oldu. Kimileri bunu nükleer savaÅŸ tehlikesine yorar. Yanlış deÄŸil; lâkin eksik...Nükleer tehlike olmasa bile, Avrupa’nın “üçüncü” defâ savaÅŸmaya tahammülü kalmış deÄŸildi. Muhtemelen Üçüncü Büyük SavaÅŸ, DoÄŸu Avrupa’yı yalayıp Asya’da odaklaÅŸacaktı.
“Barışın soyluluÄŸu” ve “Savaşın ilkelliÄŸi” düÅŸünceleri bu merkez-kaç sürecin bir fonksiyonu olarak görünüyor bana. Evet Kant’ın “Ebedî Barış” ideali ve beklentisi bütün felsefî haÅŸmetiyle duruyordu, ama bu amaca giden yolların savaÅŸla aşılacağı yaygın bir bakıştı. 19. asırda; yâni savaÅŸan Avrupa câri iken, savaÅŸların; dinsel, ulusal ve sınıfsal temelde “kutsal,” kutsal olduÄŸu için de “kaçınılmaz,” “gerekli” addedilen nedenleri üzerine sayısız akıl yürütme vardı. Ne tuhaftır ki, anti-militarizm 19. asır Avrupa entelektüel târihinin en zayıf halkasıdır. Ebedî Barış’tan ilkeli bir anti-militarizm türememiÅŸtir. Bunu kısmen savunanlar bile, meselâ Spartakistler; R. Luxemburg ve K. Leibknet misâlinde olduÄŸu üzere, savaşın ulusal nitelikli olanına karşı çıkıyordu; sınıfsal nitelikli olanına deÄŸil. Thoreau gibi pasifistler dâima marjinâl kaldılar. Ama savaÅŸ Avrupa için devre dışı kalınca savaşın ilkelliÄŸi düÅŸüncesi geliÅŸmeye baÅŸladı. Bunu da içeriden besleyecek kaynak bulmak bir hayli zordu. Avrupa için “Bir yanağına vurana diÄŸer yanağını uzat” diyen Paulusçu Hristiyanlığa dönmek, dinsizleÅŸerek sekülerleÅŸmiÅŸ nesiller için artık pek mümkün deÄŸildi. Mahatma Gandhi’ye ve Asya’nın pasifist dînî ve yarı-dinî öÄŸretilerine dört bir elle sarılmalarının biraz da bu sebepten kaynaklandığını düÅŸünüyorum. ABD ‘de ise Martin Luther King’in pasifizmi, bir savaÅŸ iklimini deÄŸil, ırklararası bir çatışma ve nefret iklimini bertaraf etmeye mâtuftu. DiÄŸer taraftan, Hristiyanlıktan beslense de, dînî muhtevâsı da çok belirgin deÄŸildi.
Vietnam Savaşı ise anti-militarist düÅŸüncelerin pekiÅŸmesi için vesile oldu. Ama burada da baÅŸka bir mesele vardı: Savaşın reddini hangi ilkeye oturtacaklardı? “Öldürmeyeceksin” emr-i ilâhisi olmayınca hangi moral kaynak bu ilkeyi ayakta tutacaktı? Neticede püritan çâreye sarıldılar: Vicdan… Cümle anti-militarist hareketlerin “vicdânî redçilik”ten geçmesi rastlantı olmasa gerekir. Vicdan, ahlâkın ÅŸahsîleÅŸmesini anlatıyor. Bu durumu sorunlu buluyorum; en azından iki açıdan. Açalım…
Evvelâ, ÅŸunu kâbûl edelim ki, modern dünyâ insanları her ÅŸeyi ÅŸahsîleÅŸtirmeye zorluyor. Hattâ bu yatırımları bireyselleÅŸmeler olarak kutsuyor. Hâlbuki ÅŸahsîleÅŸtirmeyle, bireyselleÅŸme eÅŸleÅŸmiyor. ÅžahsîleÅŸtirerek, belki de paylaşılarak karşılığını bulacak ÅŸeylerin kolunu kanadını kırıp; onları gömüyoruz. ToplumsallaÅŸmamız olarak bize yutturulan ise, ÅŸahsileÅŸtirerek fakirleÅŸtirdiÄŸimiz bir dünyâda yaÅŸadığımız bir anonimleÅŸme mâcerâsından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil... ÅžahsileÅŸtirerek anonimleÅŸiyoruz. ÅžahsîleÅŸtirdiÄŸimiz o kadar çok ÅŸey var ki... Vicdânî ahlâk üzerinden reddettiÄŸimiz bir ÅŸeyin, ne kadar diÄŸerkamcılık ne kadar egoizmden geldiÄŸini kestirmek zorlaşıyor; hele hele narsisizmin zirve yaptığı bir çaÄŸda…
Ä°kinci olarak ÅŸu sual aklımı kurcalıyor: ÅžahsîleÅŸtirilmiÅŸ ÅŸeylerden ortak, kapsayıcı bir netice üretmek ne kadar mümkündür? Tek tek bireylerin vicdanları olabilir, ama, bunun ortak bir vicdâna evrileceÄŸinin garantisi ne olabilir? Hakikâten de var mıdır ortak bir vicdan?
Savaşın “bizim dışımızda” olması ve “dağınık bir manzara”yla seyretmesi, bir yanılsama doÄŸuruyor; savaÅŸsız yaÅŸadığımızı düÅŸündürüyor nedense. Savaşın “medenî“ dünyânın dışında hüküm süren bir olguya dönüÅŸmesi oryantalist ayırımları da besliyor. Moritanya’da savaÅŸ yaÅŸanıyormuÅŸ, ne gam? Bâzı savaÅŸların içsavaÅŸ olması da cabası... Bir iç savaşın konuÅŸulduÄŸu sohbette, solcu olduÄŸunu her yerde îlân etmeyi seven bir arkadaşım “Hakkediyor yamyamlar” deyivermiÅŸti. Ä°rkilmiÅŸ; medenî Belçika’nın silâh imparatorluÄŸu kurmasını nasıl açıkladığını sormuÅŸtum kendisine... Aldığım cevap çok daha beterdi: ”O savaÅŸan aptallar varken akıllı Belçikalılara kızacak hâlim yok” demiÅŸti…
Karmaşık meseleler. BildiÄŸim bir ÅŸey var: SavaÅŸları örgütlemek, evet anonim bir saflığı örgütlemektir. Ama acaba târihin hangi devrinde bu kadar saf biraraya geldi?
Henüz yorum yapılmamış.