Güncel
Süleyman Seyfi Öğün: Modernite avamdan kıskançlıkla saklanan ve ayrıştırılan; devlet ile özdeş kılınan siyâseti uluslara açtı
Follow @dusuncemektebi2
Modernite başka bir şey daha yaptı: Geleneksel dünyâlarda ”avam”dan kıskançlıkla saklanan ve ayrıştırılan; devlet ile özdeş kılınan siyâseti, olanca kamusal kapasitesiyle toplumlara veyâ uluslara açtı.
Gelelim hikâye türünün en dikkât çekici olanlarından birisine; siyâsal hikâyeciliÄŸe… Siyâset serâpa bir hikâyeler külliyatıdır. Carl Schmitt, siyâseti teolojik dünyânın bir parçası olarak deÄŸerlendirirken haksız deÄŸildir. Ama bunun formu nihâyetinde edebî deÄŸil midir?
Kurucu, baÄŸlayıcı(normatif) siyâsetler elbette bu durumu tahkim edebilmek için bir hikâye anlatmak zorundadır. Yeni Kantçı siyâset felsefecisi Ernst Cassirer, “Devlet Efsânesi” kitabında bu durumu anlatır. Åžimdi bir an düşünelim; devlet gibi -tanım gereÄŸi- duraÄŸan, soÄŸutan; bâzılarının bir “aygıt” olarak gördüğü küre bile kendisi için anlatılan hikâyede ne kadar da edebî bir deÄŸer kazanıyor. Efsânesi olmayan devlet var mıdır acaba? Haydi merhûm Çetin Altan’ı hatırlayalım ve onun yaptığı bir ayırımla düşünelim: En “teknik” olandan en “kabuk” olana kadar devletlerin cümlesinin bir hikâyesi vardır. Yâni en teknik bir devlet bile mitolojik bir hikâyenin konusudur. Ãœstelik devlet hikâyeciliÄŸi, bâzı ezber teorik ayırımları da iflâs ettirebilecektir. Modern devlet hikâyeciliÄŸi, geleneksel devlet hikâyeciliÄŸinden aÅŸağı kalmaz. Hattâ, kendi nam ve hesâbıma, modern devlet hikâyeciliÄŸinin, beklenenin tersine, geleneksel devlet hikâyeciliÄŸinden daha baskın olduÄŸunu düşünüyorum. Târihsel-beÅŸerî diyalektiÄŸin bir cilvesi bu: Modernlik, kerâmetini kendinden menkûl bularak baÅŸta lânetlediÄŸi hikâyeleri tasfiye etmiyor; iddiasının tam aksine onları azgınlaÅŸtırıyor; yeniden formatlayıp daha da tesirli bir ÅŸekilde kullanıyor.
Modernite baÅŸka bir ÅŸey daha yaptı: Geleneksel dünyâlarda ”avam”dan kıskançlıkla saklanan ve ayrıştırılan; devlet ile özdeÅŸ kılınan siyâseti, olanca kamusal kapasitesiyle toplumlara veyâ uluslara açtı. Bu, siyâsal hikâyeciliÄŸi çeÅŸitlendirdi ve zenginleÅŸtirdi. Devletlerin hikâyelerine ulusların hikâyeleri eklendi. Bu durum, en baÅŸta Havass veyâ Devletlûların canını sıktı. Ulusun hikâyeleri, devletlerin hikâyelerine göre çok daha tâze ve canlıydı. Anlatanlar ise, devlet hikâyeciliÄŸinde olduÄŸu gibi tecrübeyi vurgulayan yaÅŸlı bilgeler deÄŸil, “Jönler”di. Artık ulusun hikâyeleri modaydı; devletin hikâyeleri ise demode kalıyordu. Leviathan deÄŸildi mesele; tam tersine ona “aÅŸağıdan” baÅŸkaldıranlardı.
Buna daha sonra başka hikâyeler de eklemlendi. Ulusun hikâyesinin yerini almak isteyen sınıfsal hikâyeler buna misâldir. Bu hikâyeler eş anlı olarak kadim devlet hikâyeciliği ve ulusal hikâyecilikle çatıştı. 19. asır (1789-1945) bu çatışmaların laboratuarı gibidir. İdeolojiler ise bizzat bu hikâyelerin karşılığıdır.
Parlak, mutandan siyâsal hikâyeciliÄŸin yanısıra genellikle ihmâl edilen bir baÅŸka hikâyecilik daha vardır. Serâpa siyâsal bir asır olan 19. asırda bu ihmâl bir dereceye kadar anlaşılır görülebilir. Bahse konu olan, sermâye odaklı olarak “ekonomik” hikâyelerdir. Meselâ ekonominin, siyâsal boyundurukları kıracağını ilân eden Ricardo; eÄŸer siyâsal iktidarlar tarafından müdahale görmezse ekonominin insanlığın morâl hedeflerine varmasını saÄŸlayacağını savunan, Adam Smith gibi Ä°skoç Aydınlanmacıları, Fransa’da Quesnay ve Fizyokratlar tam da ekonomik hikâyeciliÄŸin misâlleridir. Ama yukarıda işâret ettiÄŸimiz gibi, 19. asırda siyâsal hikâyecilik karşısında bu hikayeler küçümsenmiÅŸtir. Bir hususa daha deÄŸinelim: En romantik olandan en bilimsel olana sosyalistlerin ehemmiyeti, bize bu hikâyenin, siyâsal hikâyeleri serâpa saf, yani kendisinden ibâret bırakmayacağını düşündürmeleridir.
20. asır (1945-1989) ise, siyâsal ve ekonomik hikâyeleri, kendi maksimlerinden arındırıp birbirine eklemledi. Bu, mevcût hikâyelerin soÄŸutulmasıydı aslında. Devletin hikâyesi Leviathan’ın hikâyesi olmaktan çıktı; müşfik sosyal devlet temelinde ulusunu sâhiplenen bir hikâyeye dönüştürüldü. Uluslararası ve ulusun içindeki sınıfsal kavgalar söndürüldü ve ulus sâkinleÅŸtirildi. Sermâye ise yeniden bölüşümü kabûl etti. Onun için 20. asır için (ekonomipolitik deÄŸil) “politik ekonomi” asrı diyorum.
21. asır (1989-…) ise ekonominin hikâyesine, siyâsal hikâyeler karşısında özerklik ve dokunulmazlık kazandırdı. Baskın ekonomi hikâyeciliÄŸinin adı ekonomizmdir. Siyâsal hikâyeleri bir anda boÅŸlukta bırakan bir geliÅŸmeydi bu. YaÅŸanan, zannedildiÄŸi gibi ne filânca ideoloji/akımın hezimeti ne de feÅŸmekâncanın zaferiydi; bizzât siyâsetin külliyen hezimetiydi bu. Siyâsal hikâyecilik topyekûn çökmüştü. Ya ekonomizme tâbi olacak reelpolitik’e tahvil olacaktı, veyâ kendisine siyâsal olmayan alanlardan bir can suyu bulacaktı. Ä°lk ihtimâle kapılanlar Yeni-SaÄŸ’ı oluÅŸturdu. Ä°kinciler ise , aradıkları cansuyunu, ulus ve devleti önceleyen “sivil toplum”da buldular. Sol’un “kültüralist” Yeni- Sol’a dönüşmesini de bu açıklıyor. Hâsılı; 21. asrın hikâyeleri, bir tarafıyla “ekonomizm”in anlattığı hikâyeler, diÄŸer tarafıyla da “kültürel” hikâyeler arasında bölünmüş gözüküyor. Ä°lkinde özne kayıp. Ä°kincisinde ise psikolojik olarak ÅŸiÅŸirilmiÅŸ durumda. (Erol Göka Hoca ne der, bilmiyorum; bugün kültürel olanı, psikolojik olandan ayrıştırmanın zorlukları ortada deÄŸil mi?)
Ama bana en trajik gelen husus ÅŸu: Mâhiyeti topyekûn “siyâsal” olan 19. asrın hikâyeleri moral bir dogmatik’e dayanıyordu. Hattâ; moral hedefleri olmayan ekonomik hikâyecilik bile yoktu 19. asırda. 20. asrın “politik ekonomik“ rutinleri bile moral beklentilerin yatıştırılması îtibârıyla, düşük bir profil üzerinden moral ihtivâ etmekten uzak deÄŸildi. 21. asırda esas sıkıntı, hikâyelerin moralden ayrışmasıdır. Ekonomizmin “çıkar”dan baÅŸka bir derdi olmadığını biliyoruz. Kültür-politik ise sâdece “hınç” üretiyor. Bize hikâyesizlik olarak dönen, biraz da, “çıkar” ve “hınç” arasında sıkışmış olmaklığımız deÄŸil mi?
Henüz yorum yapılmamış.