Sosyal Medya

Güncel

Taha Kılınç: Hayatımızın Kalitesini Anda Derinleşerek Yükseltiriz

''Bir Müslümanın zihninde, İslâm tarihiyle ilgili hiçbir boşluk kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Kronolojik dizilim, hareketler, önemli şahsiyetler, abideler ve anıt eserler, düşünce ekolleri vb. hepsi aklımızda taptaze biçimde durmalı, gerektiğinde raftan indirip kullanabileceğimiz şekilde bekletilmeli.'' Gazeteci- yazar Taha Kılınç, hayatına, sosyal medyaya, gençlerin geleceğe bakışlarına, okuduğu kitaplara, seyahatlerini nasıl gerçekleştirdiğine ve daha birçok meseleye dair Esad Eseoğlu'nun sorularını cevapladı.



Gazeteci- yazar Taha Kılınç’la hayatına, sosyal medyaya, gençlerin geleceÄŸe bakışlarına ve daha birçok meseleye dair geniÅŸ çaplı bir söyleÅŸi gerçekleÅŸtirdik.

Taha Kılınç’ın öyküsü bir imam- hatip serüveni, devamında ilahiyat fakültesi ve sonrasında ilerleyen gazetecilik süreciyle devam ediyor. Özellikle ilahiyattan gazeteciliÄŸe geçiÅŸin nasıl gerçekleÅŸtiÄŸini merak ediyorum.

1997 yılının mayıs ayıydı. Kartal Anadolu Ä°mam-Hatip Lisesi ikinci sınıftaydık. Tam yaz tatiline gitmek üzereyken, edebiyat hocamız Zeki Gezer Bey sınıfa hitaben bir soru sordu: “ArkadaÅŸlar, içinizde Kur’an’ı Türkçe mealiyle başından sonuna kadar okuyan var mı?” Sınıfa dönüp baktığımda, kendim de dâhil olmak üzere, bu soruya kimsenin cevap veremediÄŸini gördüm. O an, hayatımın en ciddi ÅŸoklarından birini yaÅŸadım. Türkiye’nin en önemli okullarından birinden mezun olmak üzereydik ve Kur’an’ın yüzüne açıp bakmamıştık. Ãœstelik ÅŸimdiye kadar hiçbir meslek dersi hocamız bize bu yönde bir telkinde de bulunmamıştı.

O yaz ilk defa Kur’an- ı Kerim’i baÅŸtan sona okudum, notlar aldım, ajanda tutar gibi baÅŸtan sona, A’dan Z’ye madde madde yazdım. Sureleri okudukça ilgili maddelerin altına ilgili ayetleri kaydettim. Bir aylık okumanın sonucunda elimde bir Kur’an-ı Kerim fihristi oluÅŸmuÅŸ oldu. O yaz ilahiyata gitmeye karar verdim kendi kendime. “Ä°lahiyata gittikten sonra akademisyen olacağım, hatta alanım da tefsir olacak ve tefsir profesörü olacağım” bile dedim.

Tabi o dönem bir ÅŸeyler konuÅŸuluyordu, ama imam- hatipler kapatılmış deÄŸildi, resmi adım henüz atılmamıştı. Sonrasında biz lise 3’teyken imam- hatiplerin önü resmen kapatılmış oldu ve bizim sadece ilahiyat fakültesine gidebileceÄŸimiz ortaya çıktı. Hâlbuki ben bu kararı daha öncesinde zaten vermiÅŸtim.

Süleymaniye Camii, 1991.

1999’da girdiÄŸimiz üniversite sınavında, Ä°stanbul Ãœniversitesi Ä°lahiyat Fakültesi’ni kazandım. Ä°stanbul’a, Beyazıt tarafına okumaya geldiÄŸimde bir taraftan kültürel olarak zengin bir muhitin içine de girmiÅŸ olduk: Vefa ve çevresi, Fatih-Beyazıt çevresi, vakıflar, dernekler… Ä°lahiyat fakültesinde ise umduÄŸumu bulamadım maalesef. Okula baÅŸlamadan önce, eski ulemanın heybetini taşıyan, vukuf sahibi ilim adamlarından müteÅŸekkil bir ders ortamına gireceÄŸimi hayal ederken, hava bambaÅŸkaydı. Az sayıda istisna ise, genel gidiÅŸatı deÄŸiÅŸtirmeye yetmiyordu.

Üniversitede okurken, maddî sıkıntı ve kaygıların etkisiyle, bulabildiğim ufak-tefek işlerde harçlığımı çıkarmaya çalıştım. Burs bulma konusunda bazı arkadaşlarım kadar şanslı ve girişken değildim.

Brezilya Dizilerindeki Karakterleri Roman Kahramanı Yapardım

Bu sırada üniversitedesiniz?

Evet, üniversite sırasında. Derken birinci sınıfın baharında, liseden sınıf arkadaşım olan Suat Belviranlı’nın babası Ã–mer Ziya Belviranlı’nın yanında çalışmaya baÅŸladım. Ziya Amca, sahibi olduÄŸu Marifet Yayınları’nın CaÄŸaloÄŸlu’ndaki bürosunda beni istihdam ederek, hayatımın gidiÅŸatını da büyük oranda belirlemiÅŸ oldu. Her ÅŸey nasip tabii ki. Okuldan vakit buldukça gittiÄŸim yayınevi ortamı, beni Ä°slâmi camiadaki birçok önemli isimle tanıştırdı: Yazarlar, ÅŸairler, yönetmenler, senaristler, gazeteciler, yayıncılar… CaÄŸaloÄŸlu’nun o eski ÅŸaÅŸaalı dönemleri artık geride kalmış olsa da, matbuatın tam göbeÄŸinde geçirdiÄŸim o yıllar zihnimi ÅŸekillendirdi, gelecek tasavvurumu yönlendirdi. Marifet Yayınları’nın Sultanahmet Kitap Fuarı’ndaki standını bile bekledim birkaç ramazan. O iÅŸin de bana kattığı tecrübe çok kıymetli oldu.

Birlik Vakfı ödül töreni, 1999.

Açıkçası, eskiden beri yazma eylemiyle yakından ilgiliydim. Ä°lkokulda, okuma-yazmayı öğrenir öğrenmez, kendi çapımda “roman” yazmaya baÅŸladım. TRT’de oynayan Brezilya dizilerinden aşırdığım isimleri, önüme açtığım atlasta karşıma çıkan uzak ülke ve ÅŸehirlere yerleÅŸtirir, kurduÄŸum senaryonun ÅŸahıs ve mekânlarını böylece oluÅŸtururdum. O dönemde sıhhi tesisat projeleri çizen babamın rulo halindeki çizim kâğıtlarının arkasına, kurÅŸun kalemle “roman” yazardım ilkokulda. Küçüklüğümden beri en büyük hayalim, bir kitabımın çıkmasıydı. Bizim sülalede profesyonel anlamda kitapla-matbuatla uÄŸraÅŸan olmadığından, kendim yol almalıydım. Özellikle baba tarafım hep mühendis ve sayısalcı.

Ä°lahiyatta okumaya devam ederken yayın dünyasının tozunu almak, beni ilahiyata ve akademiye karşı soÄŸutmuÅŸtu. Tek sebep bu olmasa da, ilmi edinmenin ve yaymanın tek yolunun ilahiyat sıraları olmadığını anlamıştım kısa sürede. “En azından iyi bir Arapça öğrenseydim” diye düşünüyordum, ama o da mümkün deÄŸildi maalesef. Hocalarımızın çoÄŸunun Arapça’yla adeta hiç münasebeti yoktu. Olanlar da kurala-kaideye boÄŸulmuÅŸtu. Güncele, bugüne ve bize bir türlü gelemiyorduk.

Arapçayı rahat konuÅŸur hale gelmem lazım, ama nasıl?” sorusuna cevap ararken, üniversitenin ikinci sınıfını bitirdiÄŸim yaz, kendimi Suriye’nin baÅŸkenti Åžam’da buldum. Arapça konusunda eÅŸiÄŸi aÅŸtığım, ilk kez yurtdışına çıktığım, ilk kez bir Arap ülkesinde yaÅŸadığım bu zaman dilimi, zihnimde bir pencerenin daha açılmasını saÄŸladı. Ä°slâm dünyasının diÄŸer halklarıyla tanışmak, coÄŸrafyayı sınırsızca gezmek, gördüklerimi yazmak, derinlemesine tarih okumalarına baÅŸlamak… İçimde bu duyguların ve hedeflerin uyanması, o seyahat sayesinde olmuÅŸtur.

Suriye’de Eski Usulle Güzel Okumalarımız Oldu

Suriye’ye gidiÅŸinize Arapça eÄŸitiminin yetersizliÄŸi mi sebep oldu?

Şam-Kalpakçiyye Medresesi, 2001

Tabi tabi. Her dili, konuÅŸulduÄŸu doÄŸal ortamında öğrenmek gerekir. 2001 yazında, cebimde sadece 300 dolarla Suriye’ye gitmiÅŸtim ve o para yaklaşık 4 ay boyunca rahatlıkla yetmiÅŸti. Åžam’da hayat öylesine ucuzdu ki, bu bütçeye Suriye içindeki gezintilerimiz de dâhildi. O dönemde, Arapça okumak veya medrese tahsili yapmak isteyen gençlerin birinci adresi Suriye’ydi. Ekonomik anlamda uygunluÄŸunun yanı sıra Suriye Arapçası’ndaki duruluk, eski usul medrese derslerini takip imkânı, Said Ramazan el Bûtîve Vehbe Zuhaylî baÅŸta olmak üzere önemli âlimlerden ders okuma fırsatı gibi nedenler de Suriye tercihinde etkiliydi.

Hamd olsun, çok verimli ve keyifli bir yazdı. Bûtî ve Zuhaylî dışında Râtib en-Nâbulsî de derslerine gittiÄŸimiz bir isimdi. Hepsinden de ayrı ayrı istifade ettik. Hafta için gündüzleri de, Hamidiye Çarşısı’nın sonundaki Kalpakçiyye Medresesi’nde yoÄŸun bir ders programımız vardı. Åžam Ãœniversitesi’nden hocalarla, eski usul üzere güzel okumalarımız oldu.

Suriye’ye gitmeden önce, Ä°slâm dünyasına ilgim duygusal birtakım sloganlardan ibaretti. Afgan CihadıMüslüman KardeÅŸlerSeyyid KutubHasan el Benna gibi bazı olay ve kiÅŸiler de zihnimde birbirinden kopuk ÅŸekilde uçuÅŸuyordu. Hadiseler arasında süreklik ve sebep-sonuç baÄŸlantısı kurmayı bilmediÄŸim gibi, uzun soluklu okumalarım da yoktu. Suriye’de yaÅŸamak, bölgenin bu çok önemli ülkesini içeriden gözlemleyip deÄŸerlendirme imkânı da sundu bana. Toplumun deÄŸiÅŸime hazır olup olmadığı, bu deÄŸiÅŸimin nasıl ve ne ÅŸekilde olması gerektiÄŸiyle ilgili, zihnimde net bir harita oluÅŸmaya baÅŸladı.

İlahiyatı bitirince ne yaptınız?

Ä°lahiyatı bitirdikten sonra, her Türk genci gibi, biraz askerliÄŸi ötelemek, biraz da iÅŸ konusunda ilerleme kaydetmek için yüksek lisansa baÅŸvurdum. Yüksek lisansı, tefsir alanında kazandım ve kaydoldum. 2003’ün sonbaharıydı. Bu sırada maddî ihtiyaçlarım sürüyordu. Kaldığım yurdun aylık taksitlerini ödeyemiyordum.

2003’ün kasım ayında, benim yazdığım bir yazının kendilerine ulaÅŸması gibi bir tevafuk sonucu onların beni davet etmesiyle Altınoluk dergisinde stajyer olarak iÅŸe baÅŸladım. 2003’ten 2006’ya kadar Altınoluk çatısı altında çalıştım. Orada Söz Ola isimli bir dergi vardı, onun editörlük iÅŸlerine baktım. Bize verilen vazifeleri toparlamaya çalıştık. Bir stajyer ne yaparsa, o ÅŸekilde…

2006’dan 2009’a kadar, yakın bir dostumun davetiyle, Hadımköy Belediyesi’nde, o zaman beldeydi, basın danışmanı olarak çalıştım. Ä°htiyaç duyulduÄŸunda baÅŸkanın konuÅŸma metinlerinin yazılmasının dışında, belediyenin aylık faaliyetlerinin anlatıldığı dergiyi de tek başıma çıkarıyordum.

Derginin her şeyini siz mi yapıyordunuz?

Evet. 36 sayfalık dergide yer alan bütün yazıları ben yazıyordum. Dizgi ve baskıya hazırlığı da kendim hallediyor, matbaaya yolluyordum. Fen işleri müdürlüğünden o ay yapılan işlerle ilgili verileri alıp yazıya döküyor, ilerleyen sayfalarda kitap tanıtımı yapıyor, fotoğraf altlarına kadar ben dolduruyordum. İlginç ve keyifli bir işti.

Yoğun geçiyordu o zaman?

Belli dönemler, evet. Özellikle belediyelerin nasıl çalıştığını, bizim cenahta bazı işlerin nasıl yürüdüğünü o zaman gördüm.

2003-2009 arasında iki ayrı iÅŸte çalıştığım o dönemde, 5 kitabım yayımlandı: Åžam Kitabı (2005), Ã‡ocuk Ansiklopedisi (2006), Eski Ä°stanbul FotoÄŸrafları (2006), Ali Emiri’nin Ä°zinde (2009) ve 365 Günde Peygamberimin ArkadaÅŸları (2009).

Åžam Kitabı’nda Suriye’ye çeÅŸitli tarihlerde yaptığım seyahatlerden izlenimlerimi aktardım. Sevgili Asım Gültekin AÄŸabeyin tavassutuyla hazırlanmış bir kitaptı o. Åžimdi çoktan kapanmış bulunan Fide Yayınları’na “Taha kitap hazırlamış” deyip beni harekete geçmeye sevk etmesi, kitabın da çıkış noktasıydı. Ã‡ocuk Ansiklopedisi, o dönemde herhangi bir baÄŸlantımın bulunmadığı Yeni Åžafak gazetesi için, bir ajans vasıtasıyla hazırladığım bir tatil kitabıydı. Eski Ä°stanbul FotoÄŸrafları’nda Ä°lim Yayma Vakfı Vefa Yurdu özelinde Süleymaniye semtinin tarihine yoÄŸunlaÅŸtım. Ali Emiri’nin Ä°zinde, Millet Kütüphanesi emekli müdürü merhum Mehmet Serhan TayÅŸi’nin hatıratıydı. 365 Günde Peygamberimin ArkadaÅŸları ise, sahabenin hayat hikâyelerini çocuklar için uyarladığım bir kitaptı.

Sonraki yıllarda Söylemesem Olmazdı (2010), OrtadoÄŸu’dan Notlar (2011), Kırmadan Ä°ncitmeden (2017) ve Kudüs Yazıları (2018) yayımlandı. Allah nasip ederse, gittiÄŸim çeÅŸitli ülkelerden izlenimlerimi anlattığım 10’uncu kitabım Seyrüsefer, ramazan baÅŸlangıcında çıkmış olacak.

Åžam Kitabı, 2001’de gittiÄŸiniz Suriye’den sonra yoÄŸunlaÅŸan okumalarınızın da etkisiyle çıktı diyebilir miyiz?

Kısmen. Åžam Kitabı oradaki izlenimler aslında daha çok. Onun üzerine coÄŸrafyayla ilgili baÅŸka okumalar da ekleniyor.

Kitaplar arka arkaya çıkınca, yayınevlerinden çeÅŸitli teklifler de gelmeye baÅŸladı bu arada. Bunlardan bazıları, ciddi para kazandıracak iÅŸlerdi. Ama “ne gelirse yazar” olma noktasına sürüklenmek istemedim. Yazmaktan çok okumaya ve seyahate odaklanmaya çalıştım uzunca bir süre. Suriye’den sonra ikinci büyük seyahatim Yemen’e oldu.

Seyahatleriniz bireysel miydi?

Yemen’e Ä°HH ile gitmiÅŸtik. Ama geziler kafile hâlinde geziler gibi olmuyordu. Gittikten sonra, yapmamız gereken yardım çalışmalarını yapıp bir süre daha kalarak bütün ülkeyi gezmiÅŸtik ve o açıdan çok güzel olmuÅŸtu. Oradan da döndükten sonra, Yemen’de de ortalık karıştı. O ÅŸekilde gezmek ÅŸu an maalesef mümkün deÄŸil.

2009’da bir burs denk geldi, hamdolsun. O bursla Ä°ngilizcemi geliÅŸtirip akademik kariyer yapma imkânı hâsıl oldu. Bu sürede evlendim. Planımız, ailecek ABD’ye gidip orada bir süre yaÅŸamaktı, ama eÅŸime Amerikan KonsolosluÄŸu vize vermedi. Dolayısıyla Amerika’ya yalnız gitmek zorunda kaldım. Büyük kızım Meryem, ben New York’tayken Ä°stanbul’da dünyaya geldi. Sıkı bir çalışmanın ardından TOEFL’ı verdikten sonra, Türkiye’ye gelip, o zaman 2,5 aylık olan Meryem’i göreyim istedim.

Kızınızı ilk, 2,5 aylıkken gördünüz yani?

Aynen öyle. DoÄŸumda bulunamadım. O geliÅŸimde tekrar vizeye baÅŸvurduk eÅŸim için, bu sefer de çıkmadı vize. Tam ne yapacağımızı istiÅŸare ederken, bir Arap gazeteci vasıtasıyla El Cezire’de staj imkânı doÄŸdu. 2010’un sonunda, tam Arap Baharı’nın baÅŸlamasından birkaç gün önce ailecek Katar’ın baÅŸkenti Doha’ya gittik. Yaklaşık 2,5 aylık staj süresince orada kaldık.

Ben kanalda staj yaparken, Tunus’tan baÅŸlayarak Arap Baharı patlak verdi. Arap Baharı’nı El Cezire televizyonunun koridorlarından ve kulislerinden izlemek, çok çarpıcı bir tecrübeydi. Stajım sona erip de Türkiye’ye döndüğümde, Arap Baharı da en hızlı evresine girmiÅŸ bulunuyordu. Medyada Arapça bilen ve bölgeye aÅŸinalığı bulunan gazeteci ihtiyacı baÅŸ gösterince, Sabah gazetesine dış haberler editörü olarak davet edildim. 2,5 yıllık editörlüğün ardından, 7 Åžubat 2013 itibariyle dış haberler müdürlüğüne getirildim. 2016 aÄŸustosunda da Sabah gazetesinden ayrılarak Yeni Åžafak gazetesinde yazmaya baÅŸladım.

İlahiyat sıralarından basın-yayın sektörüne geçişimin hikâyesi kısaca bu şekilde.

Önüme Bir Kapı Çıkarsa Zorlamam, Parmağımla Hafifçe İterim, Açılıyorsa Girerim

Gençler, ‘hayata baÅŸlamanın eÅŸiÄŸinde olanlar’ diyelim ya da, kendilerine hedefler koyuyorlar. GeleceÄŸe dair yapılacakların listesi gibi durumlar söz konusu olabiliyor. Sizin hayatınızda böyle bir ÅŸey var mıydı?

HedeflediÄŸim ya da hayalini kurduÄŸum ÅŸeyler elbette vardı. Mesela dil öğrenmek, coÄŸrafyayı gezmek, temel metinleri okumuÅŸ olmak. Fakat iÅŸ, meslek ve kariyer anlamında hayatımın hiçbir anında somut planlar yapmadım. Daha doÄŸrusu yapamadım, çünkü buna gerek kalmadan bir duraktan diÄŸerine geçtim hep. Bir iÅŸi iyi bir ÅŸekilde yapmaya çalışırken, “ÅŸuraya gel” diye davetler aldım her zaman. Hayatımın kavÅŸaklarına geldiÄŸim her bir anda, kararsızlığım ve “Åžimdi nereye devam etmem gerekiyor” sorusunu soruÅŸum hiç uzun sürmedi. Her bir istasyon, böyle geçildi hamd olsun.

 

Åžam, 2004.

“Kariyer planı” diye bir tabir var, nasıl deÄŸerlendiriyorsunuz?

Bana da sık sık sorulur bu soru. “Bundan sonra ne planlıyorsun” veya “Kariyer planın ne” gibi sorularla muhatap olurum. Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum. Hiçbir ÅŸekilde planlamıyorum da.

Gerçekten mi bilmiyorsunuz?

Hakikaten bilmiyorum. Şu an, gelecekte ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Hiçbir şeyi planlamıyorum da. 11 yaşından bu yana gurbette yatılı okuduğum bir hayatım oldu. Aklınıza gelebilecek her türlü sıkıntıyı gördüm, toplumun her katmanından her türlü insanı tanıdım. Bu uzun serüven, bana hayatımın gidişatını planlamamayı öğretti.

Çok kişisel bir tecrübedir mutlaka, fakat benim, önüme çıkan fırsatlar ve süreçler karşısındaki tavrım şudur: Karşıma gelen kapıya parmağımın ucuyla hafifçe dokunurum. Eğer kapı aralıksa ve ufacık bir hareketle açılıyorsa, usulca içeri süzülürüm. Kapı kapalıysa ve dokununca kımıldamıyorsa, zili çalmak bile içimden gelmez. Hele de kapıyı zorlamayı veya omuz atıp açmayı asla düşünmem. Kapalıyken omuz atıp zorla açtığım her kapının arkasında, bana maddi-manevi zarar verecek şeyler buldum çünkü. Hayat felsefem de bu tecrübeye binaen oluştu.

İnsanların, Vaktimi Hiçe Saymasından Nefret Ederim

Anda derinleÅŸmeye çalışmak. Ä°lla “kariyer planı” diye bir ÅŸeyden söz edilecekse eÄŸer, bence budur. GeçmiÅŸ, artık geçmiÅŸte kalmıştır. Gelecek ise gelmemiÅŸtir. O zaman yapılacak olan ÅŸey, ÅŸimdide ve anda yoÄŸunlaÅŸmaktır. Bunun yapabildiÄŸimiz ölçüde, hayatımızı da kaliteli biçimde planlamış oluruz.

Yıllardır yapmaya çalıştığım bir ÅŸey var, onu da bu baÄŸlamda ekleyeyim. Meselâ sabahleyin kalktım, diyorum ki: “Bugün, deÄŸerlendirilmek üzere yeni ve taze bir gün var.” Mümkün mertebe planlı yaÅŸamaya çalışırım. Sabahleyin, o gün ne yapacağım bellidir. Günü neredeyse dakika dakika planlarım. Hatta bir-iki hafta sonra ne yapacağım bellidir. Bu nedenle sürprizleri ve aniden karşıma çıkıveren ÅŸeyleri hiç sevmem. Ä°nsanların, vaktimi hiçe saymasından nefret ederim ve bu noktadaki müdahalelere asla müsaade etmem. Elimde olmayan durumların oluÅŸmamasına da dikkat ederim. OluÅŸmuÅŸsa, tekrarından kaçınmak için her ÅŸeyi yaparım.

Vakti iktisatlı kullanmak adına, randevularıma, konferanslarıma ve derslerime -beni aşan, acil durumlar haricinde- mutlaka tam zamanında giderim. Konuşmalarımın, ilan edilen saatte başlaması için titizlik gösteririm, çevremdekileri bunun için zorlarım. Zaman, elimizdeki en kıymetli sermaye.

Bu zor bir durum deÄŸil mi ama? Sosyal varlıklarız ve dolayısıyla zaman kendimizle alâkalı deÄŸil yalnızca. Yaptığımız eylemlerde etrafımızla alâkalı da bir etkileÅŸimde olmamız… Meselâ genelde programlar, planlanan vaktinden geç baÅŸlar. Bir salonda az sayıda kiÅŸinin olduÄŸunu varsayalım, erken baÅŸlamak mümkün mü? 

Beni ilgilendirmiyor bu. Ben söyleyeceğim söze ve anlatacaklarıma bakıyorum. Beni bir yere davet etmişler ve bir başlama saati vermişlerse, salon dolu mu-boş mu bakmadan gidip anlatırım. Beni kaç kişinin dinlediğiyle hiç ilgilenmem. Konuşmanın başlangıç vaktine saniyeler kala salona girip doğruca kürsüye çıktığım, sunucu arkadaşların şaşkın bakışları arasında tam saatinde konuşmaya başladığım çoktur.

Ä°lk baÅŸlarda yadırgıyorlardı, ama sonradan alıştılar. Artık benim katılacağım konferans ve seminerlerde, arkadaÅŸlar son derece hassas. Tam vaktinde çıkıyorum, mikrofonu açıp konuÅŸmaya baÅŸlıyorum. “Nasıl olsa geç baÅŸlar” diye dışarılarda pinekleyen protokol üyelerinin, ben kürsüye çıkıp konferansa baÅŸladıktan sonra koÅŸa koÅŸa salona geliÅŸleri de oluyor bazen, çok gülüyorum öyle durumlarda.

Protokol söz konusu olunca da böyle bir durumda, gerginlik oluşur sanırım?

Vallahi, protokolün ne kadar gerileceği konusunu hiç umursamıyorum. Kimsenin, kimsenin vaktini çalmaya hakkı yok. En öne gelip oturan o zevatın çoğu, konuşulan şeyleri dinlemiyor, telefonuyla oynuyor, ya da elleriyle ağzını kapatıp telefonda -acayip mühim- görüşmeler yapıyor zaten. Konuşurken hedefim, tam vaktinde gelip, masumca koltuğa oturarak programın başlamasını beklemeye başlayan, arka sıralardaki samimi insanlar. Onların varlığı ve bereketi yetiyor.

Peki, sizin zamanınızda öyle miydi bilmiyorum ama ÅŸu anda ‘büyük hedefler ve uzak idealler’ söz konusu.

Ah evet: Büyük hedefler, uzak idealler, taklit edilmesi mümkün olmayan üstün ÅŸahsiyetler, teorik-hayali ÅŸeyler…

Tartışmanın Faydası Yok, Sadece Tahrike Sebep Oluyor

Bunların yol açtığı bir ‘elimizdeki hayatı ıskalama’ durumu… Bu belki de birçok insanın geçmesi gereken bir süreçtir, siz de yaÅŸamış olabilirsiniz. Bu durumu nasıl tahlil ediyorsunuz?

Gençlik yıllarında bazı uçuk hayallerin peÅŸinden sürüklenmek, hayatın tabiatında olan bir ÅŸey. Ama bir an evvel yeryüzüne inmeli; eriÅŸilebilir, sürdürülebilir, somut ve makul hedefler tayin etmeliyiz. Yaşı 40-50’yi bulmuÅŸ ama zihin dünyası hâlâ istikrar bulamamış insanları görünce, inanın üzülüyorum. BoÅŸa harcanmış enerjiler, israf edilmiÅŸ imkânlar, elden kaçırılmış onlarca ÅŸey; bunun karşılığında acılaÅŸmış, kekreleÅŸmiÅŸ, toplumun sırtında kambura dönüşmüş yarım-yamalak ÅŸahsiyetler… Bugün, en büyük sosyal problemlerimizden birinin bu olduÄŸunu düşünüyorum. Zamanında makul ve gerçekçi hedefler koymazsanız, boÅŸ hayallerin peÅŸinde boÅŸu boÅŸuna yorulursunuz.

Günümüzde düşülen bir baÅŸka yanlış da, durmaksızın polemik ve tartışmalar yapmak. Tartışmanın herhangi bir faydasının olduÄŸunu düşünmüyorum. Aksine, insanlar bu sayede sadece daha fazla kindar ve düşmanca oluyor. Ben farklı fikirden insanlarla artık hiç tartışmıyorum. Karşılıklı argümanlarımızı ortaya koyduktan sonra, birbirimizi ikna etmek için çene yarıştırmak, bana komik bir tiyatro gösterisi gibi geliyor. Bilhassa sanal âlemde yazışma dilini kullanırken, diyalog o noktaya gelirken lafı bırakıyorum. “Eyvallah” deyip bitiriyorum.

Yüz yüze olsa sürdürür müsünüz?

Hayır, sürdürmem. Ben bir ÅŸey söylüyorum diyelim. Karşımdaki insan, baÅŸka bir ÅŸekilde ona itiraz ediyor veya cevap veriyor. Bu konuÅŸmayı sürdürmenin lüzumu var mı? Ä°ki taraf da kendisine göre doÄŸruyu söylüyorsa, sözü uzatmak israftan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Bilhassa sosyal medya, vakti bol ve avare insanlarla dolu. Vakti boÅŸ olan insan, boÅŸ konuÅŸmayı ve çevresini de o boÅŸluÄŸa çekmeyi sever. TuzaÄŸa düşmemek lazım. Herhangi bir ÅŸey hakkında konuÅŸurken veya yazışırken, muhatabımızın “tatmin nesnesi” konumuna neden sürüklenelim ki?

Birçok ortamda ben bunu müşahede ediyorum: Boşboğaz biri çıkıyor, kafasına göre konuşuyor; istiyor ki kendisiyle muhatap olup münakaşaya girelim, o da aklına estiği gibi laf edip bizi köşeye sıkıştırsın. Konfora bak sen! Bu konforu ona vermem.

İşleri Güçleri Cedel, Kavga ve Kusur Aramak

Tebliğ dediğimiz duruma nasıl bakacağız peki?

Tebliğ, inandığın şeyi samimiyetle ve derinlemesine yaşamaktır. Öyle güzel yaşarsın ki, fazla konuşmana gerek kalmadan, tavrından ve karakterinden etrafa bal sızar, herkes nasibi ve niyeti kadar alır.

Tebliğ laf ebeliği, söz dalaşı ya da cedel değildir. Bir bardak, dolmadan taşamaz. Dolmadan taşan bardak, çatlaktır. Çatlak bardak da bir işe yaramaz. Günümüz Müslümanları çatlak bardaklar gibi; içine ne konsa dışarı dökülüyor, etrafı batırıyor.

Eskiden dalaşmak, cedelleşmek çok oluyormuş okuduğumuz ve anlatılanları dinlediğimiz kadarıyla.

Bu davranış ve üslup, her zaman vardı. Bugün de var, hatta giderek arttığı ve yayıldığı bile söylenebilir. Günümüzün dinî tebliÄŸ anlayışına baktığımızda, birçok hocanın sadece baÅŸkalarının yaptığı yanlışları sermaye edindiÄŸini görürüz. Öyle hocalar var ki, Allah’ın kulları hata yapmasa, konuÅŸacak ve yazacak ÅŸeyleri kalmaz. Ä°ÅŸleri güçleri cedel, kavga ve kusur aramak çünkü.

Eskiden tartışmalar, ‘mücadeleler’ solcularla yahut ‘inanmayanlar’la olurmuÅŸ (burada, solcular inanmayanlardır gibi bir anlam çıkarmasın lütfen okuyucu). Siz, Müslümanların kendi aralarındaki güncel tartışmalardan bahsettiniz sanırım?

Sözünü ettiÄŸim tartışma ve cedel usulünü hem birbirimize hem de bizim dışımızdakilere karşı aynı derecede faydasız ve yanlış buluyorum. Rasulullah Efendimiz’den öğrendiÄŸimiz yöntem bu deÄŸil. Kur’ân’da iki ayrı yerde (Nisâ.140 ve En’âm.), Allah’ın ayetlerinin alaya alındığını ve inkâr edildiÄŸini gördüğümüzde, ortamı terk etmemiz ihtar edilir. Dikkat edelim: Muhatabı susturmamız, laflarını geri aldırmamız veya onları çene marifetiyle bastırmamız deÄŸildir emredilen. Onlar lafı kendiliklerinden deÄŸiÅŸtirene kadar, ortamdan ayrılmamız isteniyor. Bu ayetler üzerinde yeterince tefekkür etmediÄŸimiz kanaatindeyim.

Kısacık Bir Ayetin Zımnen Emrettiği Şeyler

Farklı bir soruya geçeyim. Seyahate nasıl yaklaşıyor Taha Kılınç?

Kur’an- ı Kerim’de, Âl-i Ä°mran Suresi’nin 137. ayetinde şöyle buyruluyor: “Sizden önce nice yaÅŸam tarzları gelip geçmiÅŸtir. Yeryüzünde seyahat edin. Yalancıların sonu nasıl olmuÅŸ bir bakın.” Burada seyahat etmeyle alâkalı olarak verilen emrin geçtiÄŸi cümle, gramer olarak, “namaz kılın, zekât verin” emirlerindeki baÄŸlayıcılıkla aynı. Ayetteki ifadeler önemli. “Kitap okuyun” yahut “gidenlerden dinleyin” diyebilirdi. “Yeryüzünde gezin ve bakın” ifadeleriyle, bizim somut olarak ve bizzat incelememiz isteniyor.

Fes, Fas, 2015.

Bir buçuk satırlık kısacık bir ayetin zımnen emrettiÄŸi ÅŸeylere bakalım: Tarih, sanat tarihi, coÄŸrafya, sosyoloji, arkeoloji, antropoloji gibi ilimlerde derinleÅŸmek; yeryüzünde dolaÅŸabilmek için seyahat vasıtaları edinmek; helal yolculuk, konaklama ve beslenme alternatiflerini geliÅŸtirmek… Hepsi aynı ayetten çıkan sonuçlar. Niyet bu ÅŸekilde oluÅŸturulursa, yeryüzündeki her bir hareket, insan için infaka ve cihada dönüşür. Görülen ÅŸeylerin kayıt altına alınması ve yazılı olarak aktarılması da, gezenler için ayrı bir görev bence.

Yukarıda kitaplarımı sayarken de ifade ettim: Seyrüsefer isimli bir seyahatname kitabım çıkıyor inÅŸallah yakında. Bunu, altı kitaplık bir seri olarak tasarlıyorum. Bu birinci kitapta 10 ülke yer aldı; ikincisinde Mısır ve Endülüs’ü yazayım diyorum genişçe.

Kitapta geçen ülkelerin sıralaması, gittiğiniz ülkelerin sıralamasına uygun mu olacak?

Yok, o ÅŸekilde sıralamadım. Seyrüsefer’deki 10 ülkenin isimleri şöyle: FasTunusFilistinJaponyaGüney AfrikaBosnaMakedonyaLübnanKatar ve Yemen. Bazı seyahatlerin arasında uzun seneler var. Birçok ülkeyi bu ilk kitaba almadığım gibi, müstakil kitap halinde yayımlamayı düşündüğüm halde bu kitabın içine kattığım notlar da mevcut. Yemen seyahati izlenimleri gibi.

Duam ÅŸu: Müslümanların eser bıraktığı hangi ÅŸehir ve kasaba varsa, orayı görmek istiyorum. Åžu ana kadar Fas’tan Mısır’a, Endülüs’ten Ä°ran’a, Balkanlardan Yemen’e, Ä°slâm coÄŸrafyasının birçok noktasını görmek nasip oldu. Buhara-Semerkand baÅŸta olmak üzere, listenin geri kalanlarının da nasip olması için dua ediyorum.

Bloglarda İllâ Tavsiye Edilen Yerlere Gitmem

Seyahatlerde dikkat ettiÄŸiniz hususlar neler peki?

Öncelikle, gittiÄŸim yerlerde konfor aramam. Ä°nsanların bloglarda ya da farklı yerlerde konuÅŸurken öne çıkartarak “Muhakkak burada yemek ye!” dediÄŸi yerlerde asla yemek yemem. Kalabalıkların biriktiÄŸi ve turistlerin yığıldığı merkezi yerlerden hoÅŸlanmam. Tenha köşelerde ve kenarda kalmış semtlerde bol bol yürürüm. Dinî mekânları mutlaka ayrı ayrı ve ayrıntılı ÅŸekilde ziyaret ederim. Camileri, türbeleri, kiliseleri, sinagogları ve diÄŸer mabetleri… Toplu taşımayı, tecrübe etmek adına mutlaka kullanırım. Sıradan halkın yaÅŸadığı mahalleleri gezerim. ÖrneÄŸin, Kahire’ye gittiÄŸimde günler boyunca, sabah saat 08.30’dan akÅŸam güneÅŸ batıncaya kadar sadece yürüdüm, yürüdüm…

Bu metotta tek başına, daha iyi bir keşif amacı mı var?

Aynen öyle. Ailemle, eşime ve kızlarımla gezmekten de büyük keyif alırım. Ama tarihi bir şehri gezeceksem ya ayrı bir seyahat planlarım ya da onlardan ayrı gezeceğim bir zaman dilimi oluştururum. Ev halkını kilometrelerce yürütmek, onlara işkence olabiliyor çünkü bazen. Yalnız başıma olduğumda her deliğe girerim, minarelere ve kulelere tırmanırım, esnafla sohbet ederim, camilerde uyurum. Bir şehri, -hele ki bu klâsik bir İslâm şehriyse- başka türlü tanıyamazsınız ve yaşayamazsınız.

Yalnız olduğum seyahatlerde neredeyse hiç yemek yemem. Sokakta satılan küçük ekmeklerden bir tane alır, akşama kadar kemiririm. Konaklamada da lüks ve şatafattan hoşlanmam. Temiz ve güvenli olması şartıyla, herhangi bir yerde kalabilirim. Başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalabildiğim için, nihayetinde sadece uyuyacağım bir odanın lüks olmasını gayet manasız bulurum.

Turistik bir gezi gibi bakmıyorsunuz sanırım?

Aileyle beraber olunduÄŸunda standartlar mecburen biraz yükseliyor. EÅŸinle ve çocuklarınla her yerde konaklayamıyorsun çünkü. Ama tabi zamanla ortak bir noktada buluÅŸmaya baÅŸlıyorsun. Biz bir ülkeye ya da Türkiye’de bir ÅŸehre gittiÄŸimizde lüks otel gibi bir arayışa girmeyiz. Mobil olmaya çalışıp, araba vasıtasıyla muhakkak etrafı gezmeye çalışırız. Hayatı görürüz, o ÅŸehri ÅŸehir yapan ÅŸeylere bakarız. AlışveriÅŸ gibi, daha çok hanımlar için önemli olan meseleleri hallettikten sonra, tarihi eserleri mutlaka ziyaret ederiz. Çocuklarımın, tarihin atmosferinden faydalanmasını bilhassa önemsiyorum.

New York, 2015.

Dil bilmek de uygulama açısından oldukça önemli.

Tabii ki. Mesela Arapça bilmeseydim, Arap coğrafyası benim için bir kapalı kutu olurdu. Arap coğrafyasının neresine gidersem gideyim Arapça; diğer ülkelerde de İngilizce işe yarıyor. Dil bu anlamda insanın önünü açan bir vesile. Hamd olsun.

Gittiğiniz ülkelerin gazetelerini inceliyor musunuz?

Evet. Özellikle yerel gazeteleri reklamlarından karikatürlerine kadar ayrıntılı biçimde okurum. Haberlerin ve makalelerin içeriğinden, o ülkedeki siyasi havaya dair ipuçları yakalamaya çalışırım. Birçok defa, o incelemelerden, gazetedeki köşem için makale konuları da çıkar.

Bir Müslümanın Zihninde, İslâm Tarihiyle İlgili Hiçbir Boşluk Kalmamalı

Başka bir konuya geçecek olursak, kitap okuma konusunda nasıl bir yol izliyorsunuz?

Zihnimi yoklayarak, şu soruyu sıklıkla sorayım: Neresi eksik kaldı, neresi boş? Okumalarımı, bu sorunun cevabına göre sürdürmeye çalışıyorum. Bir Müslümanın zihninde, İslâm tarihiyle ilgili hiçbir boşluk kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Kronolojik dizilim, hareketler, önemli şahsiyetler, abideler ve anıt eserler, düşünce ekolleri vb. hepsi aklımızda taptaze biçimde durmalı, gerektiğinde raftan indirip kullanabileceğimiz şekilde bekletilmeli. Yıllardır, tarih okumalarımı aksatmadan devam ettirme çabasındayım. Hâlâ istediğim seviyede değilim ama gayretimi sürdürüyorum.

Durmadan, harika kitaplar yayımlanıyor. Ömrümüz boyunca aralıksız okusak, yine de bu hıza yetişmemiz mümkün değil. Ben yıllar önce bu gerçeğe teslim oldum. Bu, psikolojik olarak rahatlamamı sağladı ve okumalarımdaki verimi artırdı.

Okurken, sürekli aynı türden kitaplarla haşır-neşir olmak zor. Okumalarımızı tarihten İslâmî ilimlere, güncel siyasetten romana kadar, birçok alanda çeşitlendirmeliyiz diye düşünüyorum.

Mesela sizin roman tercihleriniz nasıl şekilleniyor?

Yalın anlatımıyla ReÅŸat Nuri Güntekin, dili kullanmadaki ustalığıyla Hâlid Ziya UÅŸaklıgil ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk edebiyatındaki favorilerimdir. Herhalde biraz eski kafalı olduÄŸumdan, eski yazarlarımızı daha çekici buluyorum.

Dünya edebiyatından tercihim ise Kolombiyalı usta Gabriel Garcia Marquez. Yeterince baÅŸarılı bulmadığım kısa hikâyeleri hariç, bütün eserlerini hayranlıkla okurum. Marquez’i sevmemde, Karayip kültürünün bizim Toroslardaki Yörük kültürüyle fena halde benzeÅŸmesinin etkisi var gibi geliyor bana. Muz plantasyonlarından badem aÄŸaçlarına, öğlen sıcaklarından ailede baskın bir karakter olarak babaanne figürüne kadar, her ÅŸey çok tanıdık. Marquez’in “Anlatmak İçin YaÅŸamak” adını verdiÄŸi biyografisi ayrıca çarpıcıdır. Fransız edebiyatından Albert Camus, vazgeçilmezlerimdendir. Veba mesela, çok sarsıcı bir metindir.

Åžu sıralar biraz Hugo’ya yoÄŸunlaÅŸmış durumdayım, o yüzden merak ettim; Victor Hugo okuyor musunuz?

Sefiller dışında hayır.

Geçenlerde, Cemil Meriç’in, Hugo’nun eserlerini çevirdiÄŸini öğrendim ve kitaplarını almaya baÅŸladım, ciddi bir çalışma ortaya koymuÅŸlar.

Evet, sadece haber olarak dikkatimi çekmiÅŸti. Cemil Meriç de keza, pek dikkat kesildiÄŸim bir isim deÄŸildir. Bunda herhalde çok fazla gündeme gelmesinin ve eserlerinin sürekli karşımıza çıkarılışının bende yarattığı antipati de etkili.

Bu tip geliÅŸmeler ve ortaklıklar, kitabın sanki biraz daha cazip hâle gelmesini saÄŸlıyor. Sizin anlattığınız Marquez ve kitaplarıyla, Akdeniz coÄŸrafyası arasındaki benzerlik. Yahut Cemil Meriç’in, Hugo çevirileri yapması…

Tabi tabi. Bu, tanıdığınız birinin eserlerini okumak gibi oluyor.

Okumasını Çeşitlendirmiş İnsanla Her Şeyi Konuşabilirsiniz

Eskiden bu soruya “Müslüman bir genç kitap okumak istediÄŸinde…” diye baÅŸlıyordum. Åžu an bu soru taslağı biraz garip geliyor. Şöyle sorayım: Kitap okumak isteyen genç bir insanın genel hatlarıyla, bu yoÄŸun piyasada ne yapması gerekiyor?

Bir defa, dilimizi iyi bilmeli, kullanmalı, konuşmalı ve yazmalıyız. Bunun da yolu, iyi edebi metinleri okumaktan geçiyor. Herkes kendi meşrebine göre, dilediği metinlerden bu dil zevkini kazanabilir, kazanmalıdır. Eğer dilimizi iyi hale getirmezsek, anlatım gücümüz de zayıf kalacaktır. Bazı insanlar tanıyorum: Müthiş ilimleri var, ama Türkçe edebi metinlerle hemhal olmadıklarından, kitaplarından üslupsuzluk ve özensizlik akıyor. Düzgün ifade etse kısaca özetleyebileceği meseleleri, içinden çıkılmaz problemler haline getiriyor bu eksiklik. Bazı kitapları okurken, çalı ve dikenlerle dolu bir yolda yalın ayak yürüyormuşum hissine kapılıyorum. Bazı konuşmalar da aynı şekilde. Bir insanın konuşmasından veya yazısından, okuyup okumadığı genelde anlaşılıyor.

Kitap okumayla alâkalı ilk defa babamdan duyduÄŸum, Aliya Ä°zzetbegoviç’in “Bir toplumu tanımak istiyorsanız, romanlarını okuyun.” sözü de oldukça önemli.

Tabi tabi. Meselâ Necib Mahfuz okumadan Mısırtoplumunu tanımak çok zor. Marquez okumadan Kolombiya’yı çözmek zor. New York’u tanımak için Paul Auster okumak ÅŸart. Balkanlar da Ivo Andriç’ten geçmeden anlaşılmaz.

Ergenlik döneminden itibaren okumaya başlayan çocuklar için özellikle soruyorum: Çocuğun hangi kitapları okuyacağına dair yönlendirme mi yapmak lazım, yoksa o dünyada istediği yoldan gitmesinin mi önünü açmak lazım?

Piyasada dolaÅŸan “kitap okuma listeleri” var ÅŸu anda. Bazı kanaat önderleri de bu listeleri paylaşıyor. Belli konularda derinleÅŸmek için hazırlanan listeleri anlıyorum, gerekli de buluyorum. Ama “Öyle bir liste yapalım ki, çocuklarımız bunları okuyup zihin dünyalarını her yönden inÅŸa etsin” mantığı, bana biraz dogmatik ve donuk geliyor. Çocuklarımızı yetiÅŸtirirken onların kitapları ve okumayı sevmelerini saÄŸlamak, kafalarını “düzgün” kitapla doldurma telaşından daha önemli sanki.

Sadece fikir kitapları ve hep ciddi şeyler okuyan insanlar, bir süre sonra kaba demagoglara dönüşüyor. İçinde duygunun, hayatın, insana dair hikâyelerin olduğu kitaplar da gerekiyor. Okumasını çeşitlendirmiş insanla her şeyi konuşabilirsiniz, seviyeli biçimde müzakere edebilirsiniz, fikrine katılmasanız bile söyleyeceklerini merak edebilirsiniz. Okuması çeşitlenmiş bir insan, fikirlerden korkmaz, okuma tercihlerine saygı gösterir. Ufku ve vizyonu geniştir çünkü. Belki, çocuklarımızı bu hedefe yönlendirmemiz gerekiyor.

Dil Öğretemiyoruz, Tarihi Sevdiremiyoruz, Coğrafyaya İlgi Uyandıramıyoruz

Türkiye’deki eÄŸitim sistemine baktığımızda mühendis ya da doktor olan, sayısal ilimlerle uÄŸraÅŸanların eÄŸer ekstra bir çaba sarf etmezlerse Ä°slâm tarihini öğrenmesi çok zor. Yani içinde bulunduÄŸumuz eÄŸitim sistemi, özellikle alt kümesi olan ‘sınav sistemi’ hasebiyle bu öğrenimi zorlaÅŸtırıyor, yoÄŸun bir fiziksel çabayı gerekli kılıyor. Aslında burada bir kaos var ve bunun önüne bireysel çaba ile geçilebiliyor ancak. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? 

Benim elimde bir yetki ve yaptırım gücü olsa, bütün okullarda ÅŸu üç kitabın okutulmasını mecbur tutardım: Drina Köprüsü (Ivo Andriç), Kudüs Ey Kudüs (Larry Colins-Dominique Lapierre) ve Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri (Amin Maalouf). Bu üç temel metnin, günümüz Ä°slâm dünyasının birçok önemli meselesini anlamaya yardımcı olacağına inanıyorum.

Bizde maalesef eğitim sisteminin müzmin problemleri var: Dil öğretemiyoruz, tarihi sevdiremiyoruz, coğrafyaya ilgi uyandıramıyoruz. Birçok meslek dalı, sadece kendisini alakadar eden şeyleri öğretiyor çocuklara. Disiplinler arası çalışmaya pek hevesli olmadığımız gibi, başka alanlardaki eksikliklerimizden rahatsızlık da duymuyoruz.

Gazze özelinde duymuÅŸtum ama OrtadoÄŸu’nun birçok yerinde bunun olduÄŸunu öğrendim daha sonra: KiÅŸi, eÄŸitim alacağı alana bakılmaksızın öncelikle Kur’an-ı Kerim, siyer, hadis ve Ä°slâm Tarihi üzerine bir eÄŸitim alırmış.

Ä°slâm tarihi özelinde bir eÄŸitim gibi deÄŸil de, “Ä°slâmî ilimler” adı altında bir eÄŸitim alıyorlar, evet. Kültürle ilgili temel meseleler, ilmihal, siyer, hadis, Kur’an-ı Kerim’den ciddi bir ezber (ki çoÄŸu hafız, hafız olamayanlar da çoÄŸunu ezberliyorlar) sürecinden geçiyorlar. Arap dünyasında (Ãœrdün’de meselâ), dil öğrenmek için dil kursuna yazıldığınızda size Amme cüzünü ya da Bakara suresini ezberlemek gibi bir yükümlülük veriliyor. Bugün Arap dünyasında, özellikle Müslüman KardeÅŸler çizgisinde, onların sıradan bir siyasetçisinin eÄŸitim düzeyi ilmî birikim olarak, Türkiye’deki çoÄŸu diyanet iÅŸleri baÅŸkanını rahatlıkla geçer. Dilini bilmediÄŸin bir coÄŸrafyaya yabancı kalırsın, bu kaçınılmaz bir durum. Öbür taraftan, aradaki tercümelerle durumu yakalamaya çalışırsan da, tercümelere muhtaç olursun. Halimiz tam böyle bugün.

Ä°slam’ı Bilen Dünyayı Tanımıyor, Dünyayı Bilen Ä°slam’ı Bilmiyor

Hamas’ın liderlerinin farklı farklı meslekleri (Halid MeÅŸal fizik öğrenimi almış, Rantisi çocuk doktoru) olduÄŸunu ve aynı zamanda Ä°slâmi ilimler yönünden de kendilerini geliÅŸtirmiÅŸ olduklarını öğrendiÄŸimde çok ÅŸaşırmıştım.

Bizde maalesef iyi bir Ä°slâmî eÄŸitim alan kiÅŸi -çoÄŸu kez- dünyayı bilmez, dünyayı bildiÄŸi zaman ise Ä°slâm’ı bilmez. Dini ve dünyayı makul ve mutedil biçimde kavrayacak, temel bilgileri ciddi ÅŸekilde edinecek, siyasi meseleleri hayatının odak noktası olarak deÄŸerlendirmeyecek, cevval bir nesle ihtiyacımız var. Piyasadaki örneklerin çoÄŸunda, bu ölçülerin tam tersi mevcut maalesef.

Abdurrahman Gürses Hocayı zamanında birisi ya Hacca gönderiyor ya da beraber gidiyorlar. Parasını karşılamış yani. Hoca o zamanlar genç bir imam. Döndükten sonra kendisini hacca götüren kiÅŸi bir yerde program olduÄŸu zaman sürekli çağırmaya baÅŸlamış. Adam “Ben seni hacca götürdüm, gittiÄŸim yerlere yanımda geleceksin.” edasıyla yaklaşıyormuÅŸ yani. Bir- iki sabreden Abdurrahman Hoca, en sonunda maaşından her ay biriktirip hac parasını toparlamış. Parayı bir zarfa koyup adamın yanına gitmiÅŸ ve “Al, bu beni götürdüğün haccın parası. Artık yakamı bırak” demiÅŸ. Ä°ÅŸte ÅŸu anda ihtiyaç duyduÄŸumuz istiÄŸna ve izzet bu.

Bilgi, İrfana Dönüşmeden İnsanların Zihinlerinde Tükenip Gidiyor

İnternetin de etkisiyle hızlanan bilgi akışı dolayısıyla bilgiye yaklaşımda ciddi bir yüzeysellik söz konusu. Bu, her meseleye dair bir yorum yapmaya da sebep oldu. Buna nasıl yaklaşıyorsunuz?

Her dönemin imkânları da imtihanları da farklı. Özellikle teknolojiyle imtihan olduÄŸumuz ÅŸu zamanda bizim bu dönemki imtihanımız hem bilginin çok hızlı yayılması, hem de hızlı yayılmasının etkisiyle bilginin sindirilmemesi. Bilgi, ya da mâlûmat dememiz lazım, irfana dönüşmeden insanların zihinlerinde tükenip gidiyor. Teknoloji müthiÅŸ bir imkân ama aynı zamanda da bir ‘tuzak’. Bugün Google’da, dünyanın öte tarafındaki bir kütüphanenin verilerine ya da çoÄŸu zaman kitabın kendisine ulaÅŸabiliyorsunuz. Öbür taraftan, eskiden âlimlerimizin aylarca süren yolculuklar neticesinde ulaÅŸabildiÄŸi kaynak kitaplar, ‘bir tıkla’ elimizin altında. Bu durum bizi, bilgiyi hazmetmeden dışarı kusan, beyni yerine midesiyle düşünen ve iÅŸ yapmaya kalkışan boÅŸboÄŸazlara dönüştürüyor.

Sosyal medya yoluyla herkes birbirinin hayatın müdahale etme ‘fırsatını’ yakalıyor. Bu aynı zamanda, ters bir ÅŸekilde insanlarda hayatlarına fazlasıyla karışıldığı için rahatsızlık doÄŸuruyor.

Sosyal medyanın doÄŸal bir sonucu bu. Ä°nsanların aç kurtlar gibi bekleÅŸtiÄŸi bir platforma verdiÄŸiniz her malzeme, sorumsuz ve saygısız bir ÅŸekilde tüketilecektir. PaylaÅŸtığınız ÅŸey hadis ve ayet olsa bile, bu böyledir. Ortaya malzeme attıktan sonra, birilerinin bunu istismar etmesine de bozulmamak gerekir. “Al bunu tartış” dediÄŸiniz ve ortaya döktüğünüz her ÅŸey tartışılacaktır. Ä°nsanların sizin hayatınıza fazlaca burunlarını soktuklarından ÅŸikâyetçiyseniz, burunların girdiÄŸi deliÄŸi kapatacaksınız.

Twitter’da bir süre bulundum. Hesabımın 40 binden fazla takipçisi vardı. Bir süre sonra o ortamda yalnızca lüzumsuz tartışmaların çıktığını ve kendime bir ÅŸey saÄŸlayamadığımı fark ettim. Kendi kendime “Bu hesabı kapatacağım, bana zarar veriyor” dedim ve kapattım; dönmeyi de düşünmüyorum. Facebook’ta ise nispeten bir kontrol var. ArkadaÅŸlardan baÅŸkasına yorum yazdırmıyorum zaten. Dışarı açmıyorum, arkadaÅŸ sayısı belli. PaylaÅŸtığım ÅŸeyleri de zaten insanların bilebileceÄŸi ÅŸeylerden seçiyorum, özelimi kamuya açmıyorum.

Arzumuz “Yapayım ve müdahale olunmasın yönünde.” maalesef.

Öyle bir ÅŸey mümkün deÄŸil. “Ben söyleyeyim, baÅŸkası söylemesin; ben birisinin tabusuna dokunayım ama kimse benim tabuma dokunmasın” olmaz. Hamama giriyorsanız terlersiniz; terlemek istemiyorsanız, hamamdan çıkınız.

Peki, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim Taha abi.

Ben teşekkür ederim.

 

Röportaj: Esad EseoÄŸlu

Kaynak: Dünya Bizim

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.