Sosyal Medya

Söz ve Dua

Turan Kışlakçı / İmam Gazâli ile Mağarada

Divan edebiyatıyla dini-tasavvufi edebiyatın tevhid, na’t, hilye-i Çeharyar, hicretname, siyer, mi’raciyye gibi türlerinde Hz. Ebu Bekir için kullanılan “yâr-ı ğar”; yakın dostluğu, en üst seviyede fedakârlığı ifade etmek için kullanıldığı gibi, ayrıca remiz ve mazmun olarak da başvurulan bir tabir haline gelmiştir.



Marmara denizinin kenarında ıssız bir gecede, yalnız başıma baÄŸrımda üzüntülerin ve başımda azap veren şüphelerin olduÄŸu bir anda, 1990’lı yılların başına, yani liseye yeni baÅŸladığım yıllara dönüyorum. O günlerde meÅŸhur Ä°slam âlimlerinden Ä°mam Gazâli (1058-1111)’nin kitaplarından “Âbidler Yolu”nu okumuÅŸ ve derinden sarsılmıştım. Aylardan mayıs ayıydı. Kitabın içimde yarattığı dalgalar beni boÄŸuyor, tutuÅŸturduÄŸu ateÅŸ içimi kavuruyor, estirdiÄŸi fırtına gençlik baharımı birden bire kışa çeviriyordu. Kitabın etkisiyle yanıma azıcık bir erzak almış, kendimi Åžerafettin daÄŸlarına vurmuÅŸtum. Yaylalar, kırlar, ovalar dolaşıyor, kalabileceÄŸim uygun bir maÄŸara arıyordum. Çünkü kitapta okuduklarımdan sonra kurulu tüm düzenler bozulmuÅŸ sığındığım tum evler virane olmuÅŸ, insanlar yabancılaÅŸmıştı. KurtuluÅŸ, bir maÄŸarada inzivayı iÅŸaret ediyordu. Gittim. İçimdeki dalgalar fırtınalar ve yangınlarla birlikte kendimi bir maÄŸaraya attım. Hakikat ateÅŸinin yandığı maÄŸara ve onun önünde oynaÅŸan gölgeleri seyirle geçti günler. Fakat bir hafta dolmadan erzağım bitmiÅŸti. Aç ve bitkin, yapayalnız, daÄŸlarda deli divane dolaÅŸmanın fayda vermediÄŸini görmüş; artık ÅŸehre dönme kararı almıştım. MaÄŸara ne yangınlarımı söndürmüş ne de fırtınalarımı dindirmiÅŸti. Lakin daÄŸlardaki mis kokulu çiçekler, pırıl pırıl akan dereler ve billur suları ihtiva eden küçük su göletleri ve geceleri elimi uzatsam tutarım sandığım gökyüzünde bana göz kırpan yıldızlar eÅŸliÄŸinde muhayyilede engine bir yolculuÄŸa râm olmuÅŸtum. Fakat tüm bunlara raÄŸmen istemeyerek de olsa ÅŸehre dönüyordum.

Benzeri bir haleti ruhiyeyi geçen asrın büyük Ä°slam âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi de (1877-1860) yaÅŸamıştı. Ãœstad da Gazâli’nin “Âbidler Yolu” adlı kitabını okuduktan sonra, kendini maÄŸaralara atmıştı. Ä°stanbul’da YuÅŸa Tepesi’ne, Bitlis ve Van’da ise maÄŸaralara çekilmiÅŸti. Ãœstad o halini şöyle tasvir ediyordu: “Ä°nzivaya çekilmekten maksadım; zikirle, evradla ruhen tekâmül etmek, tefekkür ve temaÅŸa ile idrakimi geniÅŸletmekti.” Ãœstad Bediüzzaman, Ä°mam Gazâli’nin “maÄŸara” metaforunda anlatmak istediÄŸini anlamış ve girdiÄŸi inzivadan kavi bir ÅŸekilde çıkmıştı hayâtın tüm dikenli yollarına. Kendim ise gençliÄŸin verdiÄŸi heyecan ile çıktığım yolda daha maÄŸarada kendimle karşılaÅŸmadan, koÅŸar adımlarla hayatın hızlı ve girift yollarına dalmıştım.

Ä°ÅŸte böyle, hayatın belirli merhalelerinde insanın zihnini bazen çok derin sorular teÅŸviÅŸ eder. Bazen de yaÅŸanan büyük toplumsal deÄŸiÅŸimler sonrası ne yapacağını bilememek hali insanı önce hayrete sonra yollara düşürür. Düşe düşe kendi ayakları dibinde bulur o eskiden tanıdığı beni kendine ÅŸaÅŸkın ÅŸaÅŸkın bakan o yabancı kendini.  Böyle durumlarda hakikat yolcusu, soruların peÅŸine düşerek onların cevaplarını arar. Ya yolda karşısında ilimde okyanus gibi bir insan çıkıverir ve ona bütün sorularının cevabını verir ya da yolu yalnız tamamlar, yolun sonunda kendiyle kalıverir, yapayalnız. Etrafı kendini ve kâinatı okumak ve anlamak arzusundaki insan, hayatının belirli dönemlerinde bu tür hallere hem de bazen bazen defalarca düşebilir. Kimler düşmedi ki bu hale! Kimlerle karşılaÅŸmadık ki karanlık maÄŸaralarda. Hıristiyan âleminin Ä°mam Gazâlisi olarak bilinen Cezayirli St. Augustinus (354-430) bunlardan biridir. St. Augustinus’un “Ä°tiraflar” adlı kitabı, hakikati ararken düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon’un, kimi zaman şüphecilerin öğretilerine dalan, ama hiçbirinde kaygılarına ÅŸifa bulamayan huzursuz bir ruhun sessiz çığlığıdır. St. Augustinus, zihnindeki sorulara cevap aramak için girdiÄŸi maÄŸarada ya da evinin bahçesinde ruhsal bunalımını şöyle anlatıyordu: “Deliriyordum, ama aklımı başıma getirecek ÅŸekilde; ölüyordum, ama yeniden doÄŸacak ÅŸekilde.” Derin bir tefekkür sonrası bu bunalımdan kurtulan St. Augustinus, hıçkırıklarının böylece sustuÄŸunu ve sessizliÄŸe büründüğünü içli bir üslupla anlatır.

Benzeri bir hale “Huccetü’l Ä°slam” lakablı büyük Ä°slam âlimi Ä°mam Gazâli de (1058-1111) düşer. Zihnine üşüşen şüphe ve tereddütler peÅŸini bırakmaz. Ä°mam Gazâli, bu halden kurtulmak için BaÄŸdat’tan ayrılıp Åžam, Lübnan, Kudüs ve Mekke arasında maÄŸaralarda inzivaya çekilir. Büyük üstad bu halini şöyle anlatır: “Kalbime bir elem düştü. YediÄŸimi içtiÄŸimi sindiremez oldum. Tabii güçten düştüm. Bedenim zayıfladı. Tedâvisinde tabipler âciz kaldı. Her yerden ümidim kesildikten sonra Hak subhanehu ve Teâla hazretlerine iltica ettim.

Gazâli bu on yıllık inziva döneminde aklında ve kalbinde şüpheler taşıyarak girdiÄŸi maÄŸaralardan ünlü “El-Munkizü Mine’d-Dalal” adlı eserini kaleme alarak çıkar. Ä°mam Gazâli öteden beri kendine has bir karakter taşıyan kimse idi. Ne kadar dini fırka ve mezhep varsa hepsinin görüş ve düşüncelerini iyice incelemeyi ve tetkik etmeyi isteyen mütecessis bir ruh yapısına sâhipti. Gazâli döneminde BaÄŸdat ÅŸehri dünyanın her cins düşüncelerine, fikri akımlarının toplandığı kimi zaman münazara kimi zaman savaÅŸ ettiÄŸi açık bir muharebe meydanı gibiydi. Åžii, Sünni, Mutezile, Zındık, Mülhid, Putperest, AteÅŸperest, Hıristiyan, Yahudi vs. BaÄŸdat meydanında ilmi tartışmalar yapar, birbirleriyle mücadele eder, hiç kimse de bu duruma itiraz edemezdi. Gazâli şöyle der: “Ben, teker teker batıni, zahiri, felsefeci, kelamcı, zındık ile buluÅŸur düşüncelerini sorar öğrenirdim.” Ä°ÅŸte böyle bir dönemde şüpheler içine gark olan Gazâli, sükûn içinde herkesten uzak bir hayat yaÅŸamak istiyordu. On yıl aralıksız Åžam, Kudüs, Mekke ve Sina Çölü arasında çoÄŸunlukla harabe denecek ıssız yerlerde ve maÄŸaralarda çile çekti. Gazâli, “Ä°hyau’l Ulumu’d Din” adlı eserini de bu dönemde kaleme almıştır. Gazâli kitabında, maÄŸara, sahra ve ovalarda kendisini dolaÅŸmaya sevk eden ÅŸeyin, hakikati bulma ve gerçeÄŸi araÅŸtırma arzusu olduÄŸunu belirtmektedir. Ä°mam Gazâli, “Abidler Yolu” isimli kitabında şöyle der: “Öncelikle kul, zayıf bir varlıktır. Zaman çok zor bir zamandır. Din iÅŸi, iniÅŸli ve çıkışlıdır. BoÅŸ zaman neredeyse hiç yok gibidir. MeÅŸguliyet ise, sayıya gelmeyecek derecede çoktur. Ömür kısadır. Amel ise, hatalarla doludur. Bütün bunların hesabını görecek olan zâtın gözünden hiçbir ÅŸey kaçacak deÄŸildir. Sonunda gidiÅŸ Allah’a dır. Ecel yakındır, yolculuk çok uzundur.”

 

HÄ°RA, KEHF VE PSÄ°KOLOG JUNG

Büyük düşünürler, derin sorularla karşı karşıya kaldıklarında bu soruları kimselerle paylaÅŸmaz kendi baÅŸlarına çözmeye çalışırlar. Sorularını baÅŸka insanların zihnine sunmak ve terketmek suretiyle onlardan kurtulmaktansa sorularını sahiplenerek yine kendi sorularına kendi cevaplarını ararlar. Bu da onları yalnızlığa iter. Toplumdan uzak tutar. Bundan dolayı maÄŸaralara ya da adalara sığınırlar. Çünkü maÄŸara ilk insanın sükûnet yeri ve sığınağıydı. Hira Dağı da Hz. Peygamber’in (sav) nsanların arasında içi sıkıldığında veya zihnine sorular üşüştüğünde kendi kabuÄŸuna çekildiÄŸi yer deÄŸil miydi? MaÄŸara, hem vurdumduymaz toplumdan uzaklaÅŸmak hem de yeniden diriliÅŸ için bir sığınaktı.

Ashab-ı Kehf’in de iltica ettiÄŸi maÄŸara, yeniden diriliÅŸi temsil ediyordu. Ä°sviçreli ünlü psikolog Carl Gustav Jung (1875–1961) Kur’an-ı Kerim’deki Kehf suresini incelerken şöyle demektedir: “MaÄŸaranın, tarih öncesi devirlerden beri insanları etkilediÄŸi, ibadetler için kullanıldığı bilinir. Pek çok dinde maÄŸaraya kutsallık atfedilmiÅŸ, Ä°slâm dininde de özel bir yere sahip olmuÅŸtur.” Kehf suresini kendince anlamaya çalışan meÅŸhur psikanalist Jung’a göre maÄŸara, yeniden doÄŸuÅŸun gerçekleÅŸtiÄŸi yer, insanın

kuluçkaya yatıp yenilenmek üzere kapatıldığı gizli bir oyuktur. Yine Jung’a göre Ashab-ı Kehf kıssasının anlamı ÅŸudur: “Birey kendi içinde taşıdığı maÄŸaraya ya da bilincin dışındaki karanlığa girerse, kendini önce bilinç-dışı bir dönüşüm sürecinin içinde bulur. Bilinçdışına girmesi, bilinci ile bilinç-dışının içerikleri arasında bir baÄŸ kurmasını saÄŸlar. Bunun sonucunda, kiÅŸiliÄŸinde olumlu ya da olumsuz anlamda kökten bir deÄŸiÅŸim olabilir.” Müslümanların yaÅŸadığı Mısır, Cezayir, Tunus, Fas ve Büyük Sahra’ya geziler yapan Jung, Kehf/MaÄŸara adını taşıyan sureyi psikomitolojik yaklaşımlar ile yorumlamıştır. Jung, Kehf sûresinde yer alan üç kıssayı -Ashâb-ı Kehf, Hızır, Zülkameyn kıssaları- birbirini tamamlayan, destekleyen veriler olarak deÄŸerlendirip, yorumlamıştır. Ashâb-ı Kehf, kıssasısın üslubu ve içerdiÄŸi mesajlar, “yeniden doÄŸuÅŸ/diriliÅŸ” konusunda Jung’u derinden etkilemiÅŸtir. Bu yüzden özellikle Kehf sûresinin 17. âyetini merkez alarak kıssayı yorumlamıştır. Yeniden doÄŸuÅŸun biçimlerinden birisi gerçek dönüşümdür. Buradaki yenilenme bir varlık deÄŸiÅŸimidir.

 

Ä°DEALAR MAÄžARASI VE CEMÄ°L MERİÇ’Ä°N “MAÄžARADAKÄ°LER”Ä°

Ãœnlü Yunan filozofu Platon/Eflatun (M.Ö 427-347)’un “Ä°dealar MaÄŸarası”nı da buna örnek olarak verebiliriz. Platon’un meÅŸhur maÄŸara metaforunda, maÄŸarada insanlar sabitlenmiÅŸ bir halde sadece karşılarındaki duvarı görebilecekleri ÅŸekilde oturuyorlar. Elleri ve ayakları zincirli olduÄŸu için insanlar, saÄŸa sola dönemiyor. Karşılarındaki duvardan bir takım gölgeler geçiyor ve bir takım sesler çıkıyor. Ä°nsanlar baÅŸka bir yere bakamadıkları için hatta maÄŸarada bile olduklarını bilmedikleri için yegâne gerçekliÄŸin; karşılarından geçen gölgeler olduÄŸunu ve o gölgeler geçerken duydukları sesin de o gölgelerin adı olduÄŸunu düşünüyorlar. Bir noktada aralarından birkaçı zincirlerini gevÅŸetmeyi baÅŸarıyor ve tek bir yöne deÄŸil içinde bulundukları mekâna 36o derece bakabiliyorlar. Bu ÅŸekilde görüyorlar ki o yegâne gerçeklik olarak düşündükleri gölgeler aslında arkalarındaki bir ateÅŸin önünden geçen insanlar ve insanların taşıdıkları nesnelerin oluÅŸturduÄŸu gölgeler… Bu duvardaki yansımalar ve yansımaların oluÅŸmasını saÄŸlayan birilerinin taşıdıkları nesneler bu dünyaya ait ve oradaki ateÅŸ bu dünyanın iÅŸleyiÅŸinin temel kaynağı olarak tasvir ediliyor.

Platon’un bu maÄŸara benzetmesinden: MaÄŸaraya zincirlenmiÅŸ insan; toplumun parçası olan ancak bireyselleÅŸmemiÅŸ, farkındalığı geliÅŸmemiÅŸ kiÅŸiyi temsil eder. MaÄŸara; toplumu simgeler. Zincir; toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Bunlar zihnin özgürleÅŸtirilmesinde engellerdir. Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doÄŸrulardır. Kısacası “Ä°dealar MaÄŸarası”nın vermek istediÄŸi mesaj ÅŸudur: Taassup ve dogma zihinlerden uzaklaÅŸtırılmadıkça insan hakikate yol alamaz. Hz. Ä°nsan olamaz.

Günümüz modern insanı ise maÄŸarada zincirlenmiÅŸ köleler olduklarından bile habersizdir. Kierkegaard “NeÅŸeli Bir Yangın” adlı yazısında mevcut durumu şöyle bir ironiyle izah etmiÅŸtir: “Çağını uyarmak isteyenlerin başına ne gelir? Tiyatronun kulisinde bir yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiÅŸ. Herkes bunun bir ÅŸaka olduÄŸunu sanıp alkışlamaya baÅŸlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu her ÅŸeyin bir ÅŸaka olduÄŸunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.”

Ãœstad Cemil Meriç de Platon’un “MaÄŸara” metaforu ile baÅŸladığı “MaÄŸaradakiler” adlı kitabında ÅŸunları not düşüyordu: “Ä°nsanlık aynı sefil putlara tapan bir ÅŸaÅŸkınlar kafilesi. Hakikatte maÄŸaranın içi de, dışı da bir. 150 yıldır bir gölgeler âleminde yaşıyoruz. Kitap, kendi insanından kopan aydının trajedisi. Amacı yeraltı maÄŸarasına bir parça aydınlık getirmek…” Bu maÄŸaradan kurtulan, cisimlerin gerçeklerini, suyu ve güneÅŸi gören bir kiÅŸi, eÄŸer tekrar maÄŸaraya dönüp insanlara bunu anlatmaya kalksaydı ona inanmazlar ve alay ederlerdi. Ä°ÅŸte bu maÄŸaradan kaçan ve insanlara gerçeÄŸi anlatmaya çalışanlar, aydınlardır. Bu metafordan hareketle kitabın birinci bölümünde “maÄŸaranın dışındakiler” olarak aydınları anlatır Meriç. Türk aydınının dramını ve genel olarak Batı aydını ve Rus entelijansiyasını anlattığı “MaÄŸaradakiler” kitabında uyuÅŸan ÅŸuurlarımıza bir mızrak gibi saplar ifadelerini… Ve maÄŸara… “İçindekiler biziz” der yazar.

12. yüzyılda yaÅŸamış olan Endülüslü Ä°slam bilgini Ä°bn Tufeyl (ö.581/1185) tarafından Arapça olarak kaleme alınan “Hayy b. Yakzan” adlı felsefi roman, ifade edildiÄŸi kültürde mündemiç paradoksları ve çeliÅŸkili kutupları sahneye taşır. Hayy’ın bir adadaki maÄŸarada tek başına yaÅŸaması, Platon’un maÄŸarasına benzer ÅŸekilde felsefi bir alegoridir. 12. yüzyıl Ä°spanyası’ında, Endülüs’teki bir çocuÄŸun hikâyesi. Bir Ceylan tarafından emzirilen çocuk annesinin ölümü üzerine kendi kaderine bırakılır. Hayy, bir ölçüde, deniz kazası sonucu bir adaya düşen Robinson Crusoe’ya benzer ÅŸekilde herhangi bir insan müdahalesi olmaksızın mutlak bir yalıtım içinde büyür. Onun fıtri aklı tedricen geliÅŸir. Böylece zamanla hakikati bulur…

Dünyanın gelmiÅŸ geçmiÅŸ dehalarından biri olarak kabul edilen Ä°talyan sanatçı Leonardo Da Vinci (1452–1519)’nin de küçüklüğünde ailesinden kaçmak için sığındığı maÄŸaranın onda resim ve sanat aÅŸkını doÄŸurduÄŸu belirtiliyor. Da Vinci’nin, Arno nehri boyunca sığındığı maÄŸarada gördüğü resimler ve fosillerin büyük yazarın tefekkürünü artırdığı gibi sanat yönünü de güçlendirdiÄŸi ifade edilir.

Bugün Åžanlıurfa’da bulunan ve balıklı göle çok yakın olan, Hz. Ä°brahim (as)’ın doÄŸduÄŸu ve bir geyiÄŸin emzirdiÄŸine inanılan maÄŸara da Ä°brahim (as)’ın, daha küçük yaÅŸta toplumun içinde bulunduÄŸu inhirafı görmesine yardımcı olmuÅŸtu.

İşte bundan dolayı geçmişten bugüne tarihçiler ve bilimadamları, mağaraların insan üzerindeki bu etkisinin sırrını araştırmaya ve öğrenmeye çalışıyor.

 

ÂSAF HALET ÇELEBÄ°’NÄ°N MAÄžARASI

MeÅŸhur ÅŸairimiz Âsaf Halet Çelebi (1907-1958)’nin de, bir “MaÄŸara”sı vardır. Ama onun maÄŸarası çok farklıdır. Çelebi, “MaÄŸara” adlı ÅŸiirinde maÄŸaranın onda oluÅŸturduÄŸu etkiyi şöyle anlatır:

İçimdeki mağarada
kurumuş ölüler yatar
zehirle gülen zümrüt
ve yakut yatak içinde
bir zaman
beni uÄŸurlamaya gelen
haramiler

içimdeki mağarada
bir yığın kitap var
bakınca yakından
tasvirlerin gözleri oynar
ve konuÅŸur
hepsinin yüzleri benim yüzüm gibi
ve gözleri benim gözüm gibi.
Aradığı çocukluğudur.

Âsaf Halet Çelebi’nin bu ÅŸiirini tahlil eden uzmanlar, Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud (1856-1939)’un bilinçaltı psikolojisiyle ÅŸiiri şöyle deÄŸerlendirirler: “Åžairin ele aldığı imgeler, önceki hayatından ÅŸiirine yansımış hayal / gerçek karışımı objelerdir. Åžair, ÅŸuuraltındaki birikintileri maÄŸara-akıl-hafıza üçgeninde ÅŸiirleÅŸtirir. O, bir hayalin, bir özlemin peÅŸinde, yaÅŸadığı zamanı aşıp tarihsel bir yolculukta soyut gerçekliÄŸi arayan düşünceler yaratır. Åžiirlerinde, günlük yaÅŸamdan uzaktır. Bunun nedeni, yaÅŸanan zamanda, güzelliÄŸe ve saflığa yer olmamasıdır. Bu yüzden o, içindeki karanlık maÄŸarada çocukluÄŸunu arar, onu yüceltir. İçindeki maÄŸarayı, hiç unutamadığı en güzel zamanlarını, ‘maÄŸara’ ÅŸiirinde, bir tabuta benzetir. Orada kurumuÅŸ ölülerin yattığını belirtir. Çelebi’nin ÅŸiirlerinde masal kitabı ise, çocukluk ve çocukluÄŸunun yanında durur. Bilinç, Çelebi’de yitirilmiÅŸ bir masal dünyasının içinde saflığını arar.”

 

“YÂR-I ÄžAR”

Kadim edebiyatımızda da maÄŸaranın yeri farklıdır. Özellikle Fars ve Türk edebiyatında maÄŸara için nitelemeler kullanılmıştır. Bu konuda edebiyatımızda yer bulmuÅŸ maÄŸara ile ilgili nitelemelerden biri “Yâr-ı Äžar”dır. Farsça yâr (dost) ve Arapça ÄŸar (maÄŸara) kelimelerinden oluÅŸan tamlama “maÄŸara dostu” anlamına gelir. Hz. Ebu Bekir’in, Hicret yolculuÄŸunun başında Hz. Peygamber (sav) ile Sevr maÄŸarasındaki arkadaÅŸlığını iÅŸaret eden lakabı. Resul-i Ekrem, Hicret etmesini önlemek isteyen müşriklerin kendisine engel olmamaları için yola çıkacağı gece yatağına Hz. Ali’yi yatırmış, ardından Hz. Ebu Bekir’in evine giderek onunla gizlice Mekke’den ayrılıp ÅŸehrin dışındaki Sevr maÄŸarasına sığınmış ve takipten kurtulmak için ikisi orada birkaç gün saklanmıştı. Bu sırada bir çift güvercin maÄŸaranın aÄŸzına yuva yapmış, bir örümcek de ağını örerek giriÅŸi kapatmış, onları arayanlar, maÄŸaranın önüne geldiklerinde yakalanacaklarından korkan Hz. Ebu Bekir’e Resul-i Ekrem: “Ãœzülme, Allah bizimledir” (La tahzen! Ä°nnellahe meana) demiÅŸtir. Sevr maÄŸarasında ve Hicret yolu boyunca karşılaşılan zorluklara Hz. Peygamberle beraber katlanarak onu korumak için her ÅŸeyi göze alan, her türlü fedakârlığı yapan Hz. Ebu Bekir’e Peygamber’in maÄŸaradaki arkadaşı manasına gelen “Yâr-ı ÄŸar” lakabı verilmiÅŸtir.

Divan edebiyatıyla dini-tasavvufi edebiyatın tevhid, na’t, hilye-i Çeharyar, hicretname, siyer, mi’raciyye gibi türlerinde Hz. Ebu Bekir için kullanılan “yâr-ı ÄŸar”; yakın dostluÄŸu, en üst seviyede fedakârlığı ifade etmek için kullanıldığı gibi, ayrıca remiz ve mazmun olarak da baÅŸvurulan bir tabir haline gelmiÅŸtir.

Hamdullah Hamdi’nin na’tında yer alan,

“Bu yar-ı ÄŸarının kim erer medhi gavrına
Sen akl-ı evvelin kim eder sanisin sena.”

beyti, Ebu Bekir’in Hz. Peygamber’e yakınlığını pekiÅŸtirmek amacıyla ayetteki “ikinin ikincisi” tabirinin telmihen zikredilmesine örnektir.

Yâr-ı ÄŸar, Türk edebiyatında mecazen “yakın dost, can dost, güvenilir arkadaÅŸ, onsuz yapamayacağı dost” anlamında da kullanılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi’nin Divan-ı Kebir’deki, “Yar Mera ÄŸar mera” (Yar sensin, ÄŸar/maÄŸara sensin) Åžems Divanı’ndan alımış Mevlana’nın 37. ÅŸiiri. HerÅŸeyimsin –mutlu edenim de sensin, acı verenim de sensin. Bade sensin, kadeh sensin, piÅŸmiÅŸ sensin, ham sensin, bizi çiÄŸ sanma sen. Sen sensin. “BiÅŸ meyazar mera” bana artık acı verme bundan fazla… Can…

 

MAÄžARALARIMIZ VE YÂR-I ÄžAR’LARIMIZ VAR MI?

Modern insan ne kadar da yalnız ve mahzun. Bütün hayâtı telâşe, koÅŸuÅŸturmaca ve stres içinde devri daim ediyor. Düşünecek, tefekkür edecek ne hâli ne de mecâli var. Tüm saatleri iÅŸgal altında. Kendine ayıracak vakti bile yok. Haftada bir günlük iznini uyumak ve yılda bir aylık iznini de kendince bir meÅŸgale ya da eÄŸlence ile geçirip kendine vakit ayırdığı zehabına kapılıyor. Hâlbuki ne kadar da acınası bir hal. “Kadim çaÄŸların Müslüman köleleri bile bu kadar hayatlarını efendilerine sunmamışlardı.” diyor ünlü Fransız düşünür Bruno Etinne. Hem öyle efendiler ki kendileri de köle! Hürriyet nedir bilen o Efendiye de hiç benzemiyorlar. Modern insanın hayatı durdurup nereye koÅŸtuÄŸunu soracak ânı bile yok. Dinlenmek için gittiÄŸi ÅŸehirlerdeki parklar da bile düşünmek yerine etrafında hızlı akan hayatı bomboÅŸ izleyip yeniden stresini arttırmaktan baÅŸka bir iÅŸ yapamıyor.

Modern ÅŸehirleri de maÄŸaralara benzetenler var. Çünkü insan, bu devasa metropollerde yalnız ve bir hüzünden baÅŸka bir hüzne yol alıyor. Zengini de fakiri de hakiki mânada mutlu, mes’ud ve mübtesim yüzler arar oldu. Mutlu ve mübtesim olarak gördüğümüz yüzler ise birer gölgeden ya da maskeden ibaret.

Peygamberlerin ve büyük filozofların büyük sorularla yüzyüze kaldıklarında, toplum ifsat olduÄŸunda, insanların hayata maskeleri çıktığında ve hakikati aramak istediÄŸiklerinde sığındıkları yerler maÄŸaralardı. Çünkü orası ilk insanın sekînet bulduÄŸu yerdi. Çünkü orası Ä°brahim (as)’ın yüce Allah’ı bulmak için sığındığı ve sorularına cevaplar aradığı yerdi. Çünkü orası insanın ifsat topluma, hem merhamet hem de muslih ruhuyla donanıp dönüşünü yaptığı yerdi. Çünkü orası hakikati bulmak için muhayyilenin geniÅŸ ufuklara kanat çırptığı yerdi. Çünkü orası insanın insanlığını keÅŸfettiÄŸi yerdi. Bundan dolayı kutsal kitaplar, yeniden diriliÅŸ için “Kehf”i yani maÄŸarayı iÅŸaret eder insana.

Ä°nsanın sadece kendisine sığınacağı maÄŸaraları deÄŸil aynı zamanda “Yâr-ı Äžar”ları da olmalı. Yarsız hayat olur mu? AÅŸksız hayat döner mi? Dönse dahi, çıkardığı iniltisi iÅŸitilir neÅŸesi bilinir mi? Ä°ÅŸte bundan dolayı insanın, bazen dış dünyanın hengâmesinden, gürültüsünden ve stresinden sıyrılıp kendini dinlediÄŸi, dinlendirdiÄŸi, toparlayabildiÄŸi ve tabiatın müziÄŸi ile baÅŸbaÅŸa kaldığı bir maÄŸarası yani Hira’sı ve Kehf’i olmalıdır. Hakiki ve ebedi dostluklar maÄŸarada baÅŸlar. Hayatın curcunasından, daÄŸdaÄŸasından heybetli daÄŸların maÄŸaralarına rücu ettiÄŸinizde kâinat, gökyüzü ve yeryüzü sizlere görmediÄŸiniz zenginliklerini gösterir. Böylece donanmış bir halde engin bir yürekle hakiki muhabbeti bulmuÅŸ olmanın sevdasıyla ÅŸehirdeki zavallı insana bir ÅŸeyler anlatmak için ÅŸehre akın edersiniz.

Mağara insanın, karanlık bir dehlizde hem kendini hem de kâinatı hakiki manada keşfiydi. Hakikatte mağaraya gidiş veya sığınış bir kaçış değildi, nefis tezkiyesi ya da inziva sonrası dönüp şehir yahut kasaba ile hesaplaşmaktı.

 

GAZALÄ° Ä°LE MAÄžARADA UZUN SOHBET

Erbain yaşının verdiÄŸi düşünceler ile Marmara denizinin kıyısında bir yandan lise yıllarındaki anılar ve maÄŸara ile bu bilgiler zihnime üşüşürken, Nazım Hikmet’in “Tuna” ÅŸiirindeki dizeleri mırıldanıyorum içimden:
“Tuna’nın suyu olaydın,
Karaorman’dan geleydin,
Karadeniz’e döküleydin,
MavileÅŸeydin, mavileÅŸeydin, mavileÅŸeydin…

Geçeydin BoÄŸaziçi’nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy Ä°skelesi’ne,
Çarpaydın, çırpınaydın…

Yüksek sesle “Tuna”yı mırıldanırken Bursa yolunda gecenin bir vaktinde bir maÄŸara çarpıyor gözüme. Her maÄŸaranın olduÄŸu gibi buranın da adı varmış: Oylat MaÄŸarası.

Bu kez ciddi bir bunalımın eÅŸiÄŸindeyim ve sorularıma cevap için maÄŸaraya engin ilmiyle Ä°mam Gazâli’yi bulmak için giriyorum. GençliÄŸimde Åžerafettin daÄŸlarında bulmaya çalıştığım Gazâli’yi yıllar sonra Ä°stanbul’un dışında bir maÄŸarada buluyorum. Beni kapıda karşılıyor: “HoÅŸgeldin “yâr-ı ÄŸar”, yıllar geçti bir yar-ı gar bekliyorum”.Kendimi tutamıyor, hıçkırıklara boÄŸuluyorum. Sanki yıllardır aradığım hazineyi bulmuÅŸ gibi… Mutluluktan âdeta uçuyorum. Uzun uzun muhabbet ediyoruz. Ardından zihnime üşüşen sorularımı soruyorum. Felsefeden mantığa, kelamdan tasavvufa, eÄŸitimden siyasete, fıkıhtan hadise, neler konuÅŸmuyoruz ki… Ve hiçbir sorumu yarım bırakmıyor. Hepsine tüm içtenliÄŸiyle cevap veriyor. Sabah ışıkları ile maÄŸaradan büyük bir huzur ve sükûn ile çıkıyorum. Ufuktaki sessizlik, çiçeklerin güzel kokusu, kuÅŸ sesleri ve Marmara denizinin kıyısındaki Erguvanların muhteÅŸem görüntüsü ile yeniden diriliyorum. Ä°mam Gazâli ile maÄŸarada yaptığımız uzun bir sohbet sonrası tüm yüklerinden arınmış bir tüy gibi Ä°stanbul sokaklarında uçuÅŸuyorum…

Not: Gazâli’nin sorularıma verdiÄŸi tüm cevapları inÅŸaallah daha sonra yayımlayacağım. Makalenin uzamaması için burada kesmek zorunda kaldım. Mazur görmenizi temenni ediyorum. Hürmetlerimle…

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.