Güncel
Daryush Shayegan
Daryush Shayegan:
“Göçebe düşüncenin dünyayı nasıl tekrar büyülü kılacağı üzerine kafa yoruyorum”
Bir dünya vatandaşı o. 18. yüzyılda bulunduÄŸunu tahmin ettiÄŸimiz kozmopolit filozoflardan. 1935’te Ä°ran’da doÄŸmuÅŸ, on kadar dilde eÄŸitim görmüş, Londra ve Cenevre’de yetiÅŸmiÅŸ; bu arada Mayıs 1968’de yolu Sorbonne’dan geçmiÅŸ. Daryush Shayegan altmışlı yılların sonunda nihayet doÄŸduÄŸu ülkeye dönmüş ve orada Fransız ÅŸarkiyatçı Henry Corbin tarafından kendisine, Fars ülkesinin, Hindistan’ın ve Åžii Ä°slamı’nın manevî hazine sırları açılmış. Cioran’ın dostu, ÅŸiirden ve tasavvuftan kâm almış büyük bir Heidegger okuruyken, Ayetullah Humeyni’nin Ä°slam devrimini yaÅŸamış. Fransa’da sürgündeyken, yirmi beÅŸ yıl sonra hâlâ dinî köktenciliÄŸin manevî dayanakları üzerine en iyi analizlerden biri olan “Din Devrimi Nedir?”i (çev.: Neslihan Özakıncı, Sitare Yay., 2016) sunmuÅŸ. O zamandan beri, yakın ve uzak DoÄŸu’da modernliÄŸin geliÅŸiyle derinleÅŸen zihinsel çarpıklıkları araÅŸtırıp duruyor. Büyük kozmolojilerin bitiÅŸini kayda geçtikten sonra, Tanrı’nın ölümünün ötesinde kutsalın yeni bir tecrübesini tasarlıyor. Aydınlanmacılar döneminde, Montesquieu, “Ä°nsan nasıl Farsî olabilir?” diye soruyordu. Ä°ÅŸte, cevap bâbından, en büyük çaÄŸdaÅŸ Ä°ranlı filozoftan bir kozmopolitizm dersi.
Güzergâhınız DoÄŸu’yla Batı’nın kesiÅŸme noktasında… 1935’te Tahran’da doÄŸdum. Annem Gürcü, babam Ä°ran Azerbaycanı’ndandı. Annemin ailesi devrim tarafından kırılıp geçirildikten sonra, 1922’de Rusya’da tanışmışlar. Ä°stanbul’dan Berlin’e –bu arada VarÅŸova’ya da– dolanıp durduktan sonra, ailem 1930’da Ä°ran’a yerleÅŸmiÅŸ. Orada bir tür Babil hârikası içinde yetiÅŸtirildim: Annem teyzemle Gürcüce konuÅŸurdu, bir Rus mürebbiyem vardı, babamla annem aralarında Türkçe konuÅŸurdu, Lazarist papazların yönettiÄŸi bir Fransız lisesine gittim. 15 yaşında, lise öğrenimi için beni Ä°ngiltere’de bir public school’a gönderdiler. Aldığım Farsî eÄŸitimin aksine, gerçek bir kışlaydı orası! 1952’de, Cenevre’de tıp okumaya gittim. Ama istidadım bu deÄŸildi. Bu yüzden, felsefe, edebiyat ve siyasal bilimler öğrenimine yöneliverdim.
Felsefede kim yetiÅŸtirdi sizi? Cenevre’de, Hinduizmle ve Asya’yla ilgilenen Fransız ÅŸarkiyatçısı Jean Herbert ile karşılaÅŸtım. Onunla temasa geçtikten sonra, Hindistan’la ilgilenmeye baÅŸladım, Sanskritçe öğrendim, metinleri okudum. 1960’ta Ä°ran’a döndüm ve Fransız ÅŸarkiyatçı hoca Henry Corbin ile tanıştım; o da beni karşılaÅŸtırmalı Ä°slam ve Hint maneviyatı öğrenimine yönlendirdi. Tahran Fransız Enstitüsü’ne baÄŸlı olup Paris, Kudüs ve Tahran’da üniversitelerde ders veren ve Heidegger çevirmeni olan Henry Corbin, herkesin unutmuÅŸ olduÄŸu Åžii ve gnostik/ârifan Ä°ran Ä°slamı’nın uçsuz bucaksız düşünce kıtasını günışığına çıkarmıştı. Ä°slam felsefesinin, Ä°bn Rüşd ile Ä°bn-i Sina’nın kahramanlık ânından sonra da var kalmış bir parçasıydı bu. “Hinduizm ve Sûfîlik. Bir ‘Mecmaü’l-bahreyn’ [iki denizin birleÅŸtiÄŸi yer] okuması” baÅŸlıklı tezimi onun yönetimi altında yaptım. Hindistan’daki Müslüman imparatorluÄŸunun mirasçısı ve Benares valisi, 17. yüzyılın o filozof-ÅŸehzadesi, selâmetin Hinduizm ile Ä°slam’ın barışmasında olduÄŸuna kanaat getirmiÅŸ romantik âlim Dâra Şükûh’un metninin bir yorumuydu.
Tezinizi Paris’te Mayıs 1968’de savundunuz. Evet, biraz “yangından mal kaçırır” gibi, tuhaf bir savunma oldu: Sorbonne’un etrafı çevik kuvvet (CRS) tarafından sarılmıştı; içerisi ise ıssızdı. Åžimdi tekrar düşünüyorum da; inanılmazdı! Benim gibi birinin, daha Åžark’tan gelir gelmez bu kadar bâtınî/ezoterik konulu bir tezi savunmak için isyan halindeki Sorbonne’a girebilmesi… Savunma bittikten sonra, Corbin evine bazı dostlarını davet etmiÅŸti: Raymond Aron, Gilbert Durand, ama aynı zamanda Emil Cioran da vardı. Hakikaten tatlı bir adamdı. Olaylar hakkında hepsinin tavrı epey olumsuzdu. Ama en matrağı Cioran’ın tavrıydı. “Fransa’nın iÅŸi bitik! 1789’da dünyaya en büyük devrimcilerini vermiÅŸ bir ülkenin gençliÄŸi, bugün Mao ya da Che Guevara gibi vasat ithal çehrelerin portreleriyle çalım satıyor” diye haykırıyordu. Ben iÅŸin içinde deÄŸildim. Ancak bir ay kalıp Ä°ran’a dönmüştüm. Farklı manevî ve felsefî dünyalar arasındaki geçiÅŸler merakıma dokunduÄŸundan, Tahran Ãœniversitesi’nde karşılaÅŸtırmalı felsefe dersleri verdim.
O sırada, Ä°ran Devrimi’nin az öncesinde, Batı Karşısında Asya’yı (çev.: Derya Örs, Sitare Yay. 2012) yazdınız. 1977’deydi. Farsça yazdığım ve Asya uygarlıklarının yazgısını anlamaya çalıştığım bir kitaptı. 17. yüzyıla kadar, Çin, Hindistan, Japonya, Ä°ran, durmadan iletiÅŸim kuran ve birbirleriyle alışveriÅŸe giren çok yaratıcı uygarlıklar olmuÅŸlardır. Birlikte, dünya zenginliÄŸinin % 60’ını temsil ederler. Sonra aniden, bir kopma olur. Bu uygarlıklar Avrupa’nın Aydınlanma’yı ve modernliÄŸi icat ederek havalanmaya baÅŸladığı anda durmuÅŸ gibidirler. Descartes yöntemi kurar, insanların doÄŸayla iliÅŸkisini yeniden icat eder, teknik anlayışının temellerini atar; bunlar, sanayi devrimi ve sömürgeleÅŸtirmeyle birlikte Batı’nın hegemonyasını temin edecek tüm öncüllerdir. 17. yüzyıl civarında, Hegel gibi söylersek, “Dünya Tini” bir kıtadan diÄŸerine göç etmektedir âdeta. Asya uygarlıkları gecikmelerinin bilincine vardıkları vakit iki tutum benimserler. Önce, kaynaklara dönüş. Batı’yı ve onun teknik üstünlüğünü bilen 19. yüzyıldaki Ä°ranlı reformcu entelektüellerin, Abdu’l-Bahá (Abbâs Efendi) ya da Asadabadi (Cemaleddin Afganî) gibi düşünürlerin perspektifidir bu. Batı’nın tekniÄŸini “içine çekmek/massetmek” ve modernliÄŸin ruhunu kenarda bırakmak istiyorlardır. Ama tekniÄŸi, onu temellendiren deÄŸerlerden ayıramazsınız. Japonlar bunu anlamış ve tamamen baÅŸka bir tutumu benimsemiÅŸlerdir. 1868’den 1912’ye kadar süren Meiji döneminde, haÅŸin bir ÅŸekilde modernleÅŸmeye giriÅŸmiÅŸlerdir. Ama sadece demiryolları inÅŸa etmekle yetinmemiÅŸ, denizcilik sanatını öğrenmek için Ä°ngiltere’ye, felsefe için Fransa’ya öğrenciler göndermiÅŸlerdir. 1906’da Rusya karşısındaki zaferlerinin açıklaması burada yatmaktadır. Bu olay akılları karıştırmıştır. Hem de nasıl! Asyalı bir gücün bir Batılı güç karşısındaki ilk zaferidir bu. Bu kopmalar tutkulu bir ilgi uyandırdı bende.
Japonya ile Çin’den farklı olarak, Ä°slam ile Batı’nın ortak bir manevî mirası yok mu? Çin ya da Japon dünyasında, Descartes’ın ruh ile beden arasında gerçekleÅŸtirdiÄŸi ayrışma düpedüz düşünülemez bir ÅŸeydi. BütünselliÄŸi içinde dünyanın basit bir nesnelleÅŸtirilebilir ve nicelleÅŸtirilebilir uzama indirgenebilir olduÄŸu fikri, beden-ruh birliÄŸi anlayışında olan o uygarlıklara tamamen yabancıydı. Hıristiyanlık ile Ä°slam ise, tersine, dünya nazarında dışarıdan bir konumda bulunan yaratıcı bir Tanrı’ya inanan Ä°brahimî geleneÄŸe mensupturlar. Bununla birlikte Ä°slam dünyası her zaman Hıristiyan Batı karşısında Asya dünyasına nazaran daha sakınımlı olmuÅŸtur. Gizli bir rekabet vardır. Bilinçaltında, Müslüman dünya metafizik bakımdan üstündür; Ä°sa bir peygamber telakki edilir, ama son peygamber Muhammed’dir. Çinliler ve Japonlar’da böyle bir hâletirûhiye olmamıştır; Budist ve Konfüçyüsçü gelenekleri, modernliÄŸi daha kolay kabullenmeye itmiÅŸtir onları.
Ä°slam Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce yazılmış olan kitabınızın son bölümü “Yeni Taassup” baÅŸlığını taşıyor. Bilinçdışı bir sezgiydi bu, neredeyse kehanet gibi. Beni asıl ilgilendiren, iki-arada-bir-deredelik’ti, Ä°ran’daki geçiÅŸ durumuydu: “Bir daha asla” ile “henüz deÄŸil” arasında bir bocalama. “Henüz deÄŸil”, hazırlanmakta, fakat henüz ilan edilmemiÅŸ bir olayı zikretmek içindir; “bir daha asla” ise, henüz çökmemiÅŸ, fakat kökendeki biçimiyle artık yenilenemeyecek olan bir manevî düzeni îmâ etmektedir. Entegrizm iki-arada-bir-deredeki o rahatsız durumu kısa devreye uÄŸratabilen bir çözüm olarak sunmaktaydı kendini. Ä°slam’ın arketipi/ilkörneÄŸi olan bir Altın ÇaÄŸ/Asr-ı Saadet adına, ÅŸimdiki tüm kargaÅŸaları ve tüm Kur’an yorumlarını kenara koyma iddiasındaydı. Oysa yorum aracı olmazsa, Kur’an tüm sapmalara açık bir kitaptır.
O olayları nasıl yaÅŸadınız? O kadar tuhaf ki. Olup bitenlerin insanların kafasına dank etmesi zaman aldı. Ä°ki sol parti; Ä°ran Komünist Partisi Tudeh de, aşırı sol da, iktidarı ele geçirdiklerini düşünüyorlardı; kentsel kesimlerden ileri gelenlerin ve aydınların oluÅŸturduÄŸu Musaddık’ın Ulusal Cephe’si de. Hiç kimsenin aklına mollalar gelmiyordu. Devrimden önce Åžah, kendi ibadet yerlerine sahip olan ve saygı gören mollalarla iktidarı paylaşıyordu aslında. Laik olan ama siyasal özgürlükleri alaya alan tek-adamcı bir monarÅŸinin karşısında, din bir sığınak gibi tezahür ediyordu. Bu devrim Åžii dünyasının baÄŸrında bile bir sürpriz olmuÅŸtu. Åžiilik’te, On Ä°kinci Ä°mam’ın dönüşünü beklersiniz. Dolayısıyla bu dönüşten önce iktidarı kim alırsa alsın, peÅŸinen gaspla malûldür, meÅŸruiyeti yoktur. O kiÅŸi ÅŸah ise, pis iÅŸi o yapar bir nevi. Ama bu iÅŸi mollaların ele alması bir yeniliktir. Bense üniversitede hocaydım, Kordoba’da düzenlenen bir kolokyuma katılmak için Ä°ran’dan ayrılmıştım. Tam dönmeye hazırlanırken, AÄŸa Han bana Henry Corbin’in tamamlanmamış çalışmalarını yayımlamak için bir merkez kurmayı teklif etti. O zaman Paris’te Ä°smâilîye AraÅŸtırmaları Merkezi’ni (Centre d’études ismaéliennes) (Åžii Ä°slamı’nın bir kolu) kurduk ve dokuz yıl onun yöneticiliÄŸini yaptım.
Dinin ideolojileÅŸtirilmesi sürecini göz önüne serdiÄŸiniz “Din Devrimi Nedir?” kitabını o sırada yazdınız. Ä°ktidarı aldığında dinin doÄŸa deÄŸiÅŸtirmesi, ideolojileÅŸmesi olgusunu tahlil ediyordum bu kitapta. Böyle bir iÅŸe yönelik ve bu iÅŸ için donanımlı olmadığına göre, etraftaki siyasal ideolojilerden beslenmek zorundadır. Bu yüzdendir ki, Marksist-Leninist fikirlerin sızması, saldırgan bir Ä°slam’ın inÅŸasına yardımcı olmuÅŸtur. Devrim mahkemeleri, milisler, Ä°ran’da ortaya çıktığını
gördüğümüz o kurumlar, hiç Ä°slamî deÄŸillerdi. Devrim ve Ä°slam, farklı takımyıldızlara aittir. Din devriminden söz etmek aslında bir oksimorondur ! Kendi yörüngesinden çıkarıldığında, din kanatlarını yitirir ve tarihe gömülür. Bu devrim Ä°slam dünyasını çok etkiledi. Devrimci, militan ve radikal bir Ä°slam fikri sıradanlaÅŸtı. Mısır’da yarın özgür bir seçim yapılsa, Müslüman KardeÅŸler kazanırdı.
Entegrizm Ä°slam için bir tehdit olabilir mi? Radikal Ä°slamcılar, Åžii Ä°slamı’nın asırlardır biriktirmiÅŸ olduÄŸu muazzam manevî sermayeyi tarihin ultra-modern kumarhanesinde har vurup harman savurdular. Böylelikle özünü yitirdi.
AltbaÅŸlığı “Kültürel Åžizofreni” olan “Yaralı Bilinç”te, Ä°slamî vicdanı ortadan yaran manevî bölünmeyi anlamaya çalışıyorsunuz. Aynı anda iki kanalı çeken bir televizyon ekranı hayal edin: Sonunda görüntüler kötü bir biçimde karışır. Ä°slam dünyası bu ÅŸekilde susuzluÄŸunu iki çatışık kültürel kaynaktan gidermektedir. Estetik bakımdan, melezleÅŸmeler verimlidir, yaratıcılığı besler. Ama tutarlılık ve tahlil gerektiren düşünce ve siyaset bahsinde böyle olmaz. “Yaralı Bilinç” azıcık sert bir kendi-kendini-analizdir bir nevi; kültürel bir psikanalizdir. Ä°slam dünyasını üç sözcükle özetleyebilirdim: baÅŸarısızlık, aÅŸağılanma, hınç. Oysa Batı’yı reddederek ya da içimize kapanarak aÅŸmayacağız modernliÄŸi. Aksine, ona hâkim olamadığımız ölçüde kurbanı oluyoruz modernliÄŸin.
Ä°ran otuz yıldır çok deÄŸiÅŸmedi mi? Bugün, iktidarla sivil toplum arasında tam bir kopukluk var; ahali, siyasal elitinden çok daha zeki. Neden bu kadar çok Ä°ranlı göç etti? Siyasal özgürlükler olmadığı için deÄŸil: Åžah döneminde de yoktu bu özgürlükler. Mollalar, idam ve recm uygulamalarıyla, halka açık kırbaçlama törenleriyle, arkaik bir dünya yarattılar. Oysa Ä°ran’da laikliÄŸin ve incelikli âdetlerin bir geleneÄŸi vardır. Mollalar, özellikle gençlerden (nüfusun %70’i 25 yaÅŸ altı) ve kadınlardan gelen güçlü bir muhalefetin doÄŸmasına neden oldular. Kadınlar davalarını savunuyor, akademik yarışmalar kazanıyor, alınacak bir rövanÅŸları var. Tahran’a gelen Batılılar için çok ÅŸaşırtıcı bu: Gündüz vakti, bütünüyle örtünmüş kadınlar görürsünüz; akÅŸam ise Los Angeles’a yaraşır bir partide bulursunuz kendinizi! Çılgın, ÅŸizofren, kargaÅŸa içinde, ama ilginç bir ülkedir bu. Muazzam bir laboratuvar. Ä°slam ülkeleri nazarında, Ä°ran öndedir: O kolektif duygu boÅŸalmasını yaÅŸamışızdır, bütün fantazmlarımızı yaÅŸamışızdır ve bunun iÅŸe yaramadığını biliyoruz ÅŸimdi. Arap ülkeleri ise bunun iÅŸe yarayabileceÄŸine inanmaya devam ediyorlar hâlâ.
Gelecek için iyimser misiniz yani? Halihazırda iktidarda olan meczup Mahmud Ahmedinejad’la, o kadar da iyimser deÄŸilim! Çok mehdici bir anlayışta. Fakat ona karşı bir cephe oluÅŸtu; rejim ileri gelenlerinin bir kısmı onun politikasının felakete götürebileceÄŸini anladılar.
Bütün bunları Ä°ran’da söyleyebiliyor musunuz? Evet, ama fazla ileri gitmemek lazım; muayyen bir dengeyi muhafaza etmek ve sarı çizgiyi aÅŸmamak lazım.
Sûfîlikle ve tasavvufla ilgileniyorsunuz. Daima bir sınırdan diÄŸerine geçmek istedim. Güzergâhımı da açıklıyor bu. Sekiz yıl boyunca tasavvuf tecrübesi yaÅŸadım. Ama en soylusu da olsa her türlü zihinsel kapanmışlıktan çekindiÄŸim için, kendimi bundan azat ettim. Bugün, Budizm git gide daha çok çekiyor beni. Din deÄŸiÅŸtirmeye inanmasam bile… çünkü kültür bakımından Müslümanım. Bana göre insanın adı ve dini bir tür mukadderattır; kaçılmaz bir
mirastır. Din deÄŸiÅŸtirmenin hiçbir anlamı olmazdı. Katolik olan ve hiçbir zaman Ä°slam’ı benimsemeyi düşünmemiÅŸ olan Henry Corbin diyordu bunu bana.
Ä°rfan (Gnose) nedir? Dünyanın büyük manevî öğretilerine dokunan ÅŸeydir. Filozof bilir, ama keÅŸif ehli [le visionnaire] görür. Sezgi ile bilgi arasındaki farktır bu. Kutsalın evrensel bir kavranışını önermiÅŸ olan Alman filozof Rudolf Otto, daha o zamandan DoÄŸulu ve Batılı büyük mistikleri karşılaÅŸtırıyordu. Ama Ä°ran ve Hindistan’daki felsefenin hep mistik olduÄŸunu söyleyebilirim. DoÄŸu’da felsefe irfana dayanır.
Sizin için sezgiyle bilgi arasında hangisi ağır basıyor peki? Aydınlanma’ya ve Ä°bn Rüşd düşüncesinin OrtaçaÄŸ Hırıstiyan yorumu olan çifte hakikate inanmakta kararlıyım; bir felsefî hakikat, bir de dinî hakikat olduÄŸunu öne sürer bu. Fânî dünya ile manevî dünyanın, iktidar ile inançların net biçimde ayrılması benim için temel öneminde.
Durumumuza ışık tutmak için sık sık, 13. yüzyılın Sûfî mutasavvıf ÅŸairi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den bir anekdot anlatıyorsunuz… Hakikaten… Buyurun anlatayım: Bir gün sultanın teki iki ressam grubu arasında bir yarışma yaptırır; bir grup Çinli ressamlardan, diÄŸeri ise Yunan ressamlardan oluÅŸmuÅŸtur. Ä°ki grup basit bir perdeyle ayrılan iki odadadır. Çinliler sultandan renk üstüne renk talep ederken, Yunanlar duvarı parlatmakla yetinirler. Açılış günü, perde kalkar. Çinliler’in yaptığı eser hârikulâde güzeldir… fakat Yunanlar tarafından parlatılmış duvara çok daha ışıltılı bir ÅŸekilde yansır! Bazen yansıma, ÅŸeyin kendisinden daha gerçektir. Mevlânâ bu hikâyeden kıssa olarak, Sûfîler’in Yunanlar’a benzer olduÄŸunu çıkarır: Her ne kadar derin bilgili kitaplardan yoksun olsalar da, gönüllerinin aynasını parlatıp çok sayıda imgeyi ağırlayabilir hale getirmiÅŸlerdir. Bu anekdottaki mistik yan-anlamın ötesinde, insanın bugün artık aynayı görmediÄŸi, sadece oraya yansıyan biçimleri gördüğü söylenebilir. Ãœstelik o aynalar kırıktır da; gerçekliÄŸi ve imgeleri biçimsizleÅŸtirmektedir. Zihin bir imge kaynaÅŸmasının istilasına uÄŸrar. T.S. Elliot’ın “World of broken images”ını hatırlatmaktadır bu: “Kırık imgeler dünyasında yaşıyoruz.” Fakat kırık imgeler kırık aynalardır.
“Işık Batı’dan Gelir’de (La lumière vient de l’Occident) ontolojisi paramparça olmuÅŸ bir dünyada yaÅŸadığımızı ileri sürüyorsunuz… Kutsalı bize ileten güçlü yapılar kayboldular. Kutsalın artık tezahür etmek için kurulu bir mekânı yok. Sıralı ve hiyerarÅŸik bir dünyada yaÅŸamıyoruz artık. Dünyanın dökümünü ve haritasını çıkarabilen metafizik koordinatlar ve metafizik çerçeve yok artık. Din, herkesin yaptakçılığa soyunduÄŸu ve asırların efsanesini kendinde topladığı kiÅŸisel bir hâdise haline geliyor. Yeni bir çoktanrılılık biçimi bu. Derleyici hafıza diye adlandırıyorum bunu. Ardardalığın yerini eÅŸzamanlılık alıyor. Dünya, en arkaik olanlarından en modernlerine, cilalı taÅŸ devrinden biliÅŸim çağına, ÅŸamanlıktan sanallığın son serüvenlerine, bütün kültürlerin muazzam bir mozaiÄŸi haline geliyor. Bilincin tüm bastırılmış halleri tekrar su yüzüne çıkıyor. YaÅŸadığımız dönemi hem o kadar tutku verici hem de o kadar rahatsız edici kılan bu. Bu durumda kimden medet umacağımızı bilemiyoruz artık. Kendi kendinin fethi bir kahramanlık haline geliyor… ya da köktenciliÄŸin katı biçimiyle trajik hale geliyor. Her ÅŸey, Gilles Deleuze’ün dediÄŸi gibi “aÄŸsal” (réseaumatique/rhizomatique) hale geliyor. Budizm’e bakın: Bizi ontolojiyle ve yapılandırılmış bir ilâhiyatla uÄŸraÅŸtırmadan, doÄŸrudan ihtiyaçlarımıza cevap verme iddiasında. Bir yandan “yaÅŸam ıstıraptır”, ya da “hiçbir ÅŸey daim olmaz” gibi çok yalın ÅŸeyler söylerken, anlamsızlığa uyduruyor kendini.
Bugün düşünceniz hangi istikamete yöneliyor? Gelmekte olan çoktanrılılığı düşünmek istiyorum. Göçebe düşüncenin dünyayı tekrar büyülü kılmasını… Bu çoktanrılılık, fizikötesi bir Tanrı fikrini yadsımaz. Ama tanrısallıkla temas çok deÄŸiÅŸti diyelim. GeçmiÅŸin bâtınî okullarından esinlenerek baÅŸka yollar, kutsala götüren baÅŸka kanallar bulmamız gerek yani. Öyle bir noktaya geldik ki; ÅŸayet dönüş olacaksa, ancak düştüğümüz yerden kalkarsak olacaktır. Beni daima büyülemiÅŸ olan Wagner’in Parsifal’indeki formüldür bu: “Yara ancak onu açan mızrakla iyileÅŸtirilebilir”. Rahatsızlığımıza bir çözüm varsa, ancak kararsızlık ve kuÅŸkuyla uÄŸraÅŸarak ortaya çıkacaktır bu.
Yakında hayatını kaybeden Ä°ranlı düşünür Daryush Shayegan ile Martin Legros’nun Philosophie Magazine için yaptığı ve 4 Aralık 2008’de yayınlanan söyleÅŸiyi, Haldun Bayrı çevirdi.
*Kültür *Düşünce *Edebiyat
*facebook: yolcumecmua
*twitter: yolcudergisi
+ 90 505 781 05 50
Henüz yorum yapılmamış.