Sosyal Medya

Kürsü

Rasim Özdenören: Mutluluğun öyküsünü yazmak çok zor

Rasim Özdenören Dünya Bizim'e verdiği röportajda hem yazım hayatı hem de kişisel tecrübelerine kadar birçok konuda bilinmeyenleri anlattı.



Maraş doğumlusunuz. İlk ve orta öğreniminizi Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güneydoğu ve Doğu şehirlerinde tamamlamışsınız. Bu şehirler edebiyatınızı nasıl etkiledi?

Babam aslen Ä°stanbulludur. Fakat memuriyeti dolayısıyla 1930’ların baÅŸlarında MaraÅŸ’a geliyor ve evleniyor. 9 yaşımıza kadar MaraÅŸ’ta kaldık. O yaÅŸa kadar insan ana ocağının bütün kültürünü benimsiyor. Bu sebeple MaraÅŸ kültürü bende çok baskındır. 9’dan 14 yaşımıza kadar da Malatya’da kaldık. Malatya’daki mahallenin çocukları bizim ÅŸivemizi yadırgadılar. Malatya mahallî kültürünün de üzerimde çok etkisi var.

Nasıl?

Malatya-Elazığ-Tunceli; bu ÅŸehirler DoÄŸu ikliminin kentleri. O ÅŸehirlerin ÅŸartları öykülerime yansımıştır. Aile ortamında ata-erkil bir düzen varmış gibi görünür. Fakat anne hiç ortalarda görünmemesine raÄŸmen onun sözü geçerlidir. Anne, sözünü kelam olarak dile getirmez. Fakat sözü onun fiilidir. Denize Açılan Kapı kitabımdaki “Ocak” öyküsünde bu tema vardır. O öyküde, ataerkil aile ortadadır. Anne ise bir iki cümle halinde geçer. Gelin vardır ve silik bir ÅŸahsiyet olarak görünür. Fakat hikâye ilerledikçe onların ne kadar baÅŸat birer figür olduÄŸu anlaşılır. Bunu aleni olarak deÄŸil, detaylarda görürsünüz. Mesela gelinin kocasına bir çıkışması vardır. Orada sahne tümüyle aydınlanır ve çok etkileyicidir.

Yine “Sabahın Seher Vaktinde” isimli öykümde de buna benzer bir tema vardır. Orada âşık bir delikanlının sokaklarda sevgilisini arayışı ve sabaha doÄŸru eve dönüşü konu edilir. Anne baba ayaktadır. Babanın hâkim havası evde baskındır. Babanın bütün afra tafrasına raÄŸmen biz annenin sözünün geçtiÄŸini biliriz. Bu hikâyelerde tasvir edilen evler, Malatya ve MaraÅŸ karışımı evlerdir.

Bende üçüncü bir etki daha vardır. O da baba ocağının etkisi… Babam Ä°stanbullu demiÅŸtim. Ömrü boyunca Ä°stanbullu olma tutumunu terk etmedi.

Anadolu’da Ä°stanbul Kültürüyle Büyüdüm

Ne gibi?

KonuÅŸması katıksız bir Ä°stanbul diksiyonuydu. Evde babamdan dolayı daima iki tencere kaynadı. Ä°stanbul ve MaraÅŸ tenceresi… Bizler MaraÅŸ tenceresiyle büyüdük. Babam hiçbir zaman MaraÅŸ yemeÄŸini yemedi. Sadece yemek kültürü deÄŸil, dil konusunda da çok hassastı. Yanlış telaffuz edilen kelimeleri düzeltirdi.

Siz o halde Anadolu’da yaÅŸamış ama Ä°stanbul kültürü ile yetiÅŸmiÅŸ insanlarsınız.

Evet. Sezai Karakoç bizi MaraÅŸlı kabul etmezdi. “Ä°stanbullusunuz” derdi. Babam ayrıca muzip bir adamdı. Latife olsun diye insanların taklidini yapardı.

Ben de sizin muzip biri olduÄŸunuzu düşünüyorum…

Tabii öyleyimdir. Şakacıyımdır, şakayı severim. Şakadan hoşlanmayan insanlarla da aram olmaz. Bir fıkra anlatarak onların nabzını yoklayabilirim.

Ä°kiziniz Alaeddin Bey’le özel bir iletiÅŸiminiz var mıydı?

Evet. Herkesten ayrı bir konuÅŸma ÅŸeklimiz vardı. Bazen kavga ederdik. EÄŸer dışarıda hızımızı alamadıysak, kendi aramızda bir kafa iÅŸaretimiz vardı. Onu yapardık. Bu, odaya geçelim, kozumuzu orada paylaÅŸalım, demekti. Canım yanmadıkça vurduÄŸumu düşünmezdim. KardeÅŸimin ölümünden sonra bir mülakatını okudum. Benden habersiz o da aynı ÅŸeyleri söylemiÅŸ, o da bana kıyamazmış.

Mutluluğun Öyküsünü Yazmak İmkânsız

Özdenörenler olarak Türk edebiyatına mâl olmuş iki isimsiniz. İkiniz de edebiyatın içindesiniz. Birbirinizi mi keşfettiniz?

Pek öyle olmadı. Ninem bize masallar anlatırdı. Leyla ile Mecnun’u anlatırken oralardaki ÅŸiirleri de bize okurdu. Alaeddin daha ilkokulda “Ben de böyle ÅŸeyler yazarım” demiÅŸ ve ÅŸiir yazmaya baÅŸlamış. Benim haberim yoktu.

Siz ikiziniz gibi yazıyor muydunuz?

Hayır. Ben yazmayı, yazmaya baÅŸlayıncaya kadar aklımdan geçirmemiÅŸtim. Babamın tayini dolayısıyla Tunceli’ye gittik. Ortaokulu bitirme sınavlarına girecektim. Sınavdan sonra MaraÅŸ’a dönüş yolunda Malatya’ya geldiÄŸimde bir arkadaşımla karşılaÅŸtım. Elinde YaÅŸar Kemal’in Ä°nce Memed kitabı vardı. Bana “Okudun mu?” diye sordu. Okumadım, dedim. O kitabı okumak için üç gün dört gece Malatya’da kaldım. Sonra MaraÅŸ’a geldiÄŸimde Alaeddin’le bir arkadaşının bir roman yazmaya baÅŸladıklarını gördüm. Ama bitiremediler. O romanı yazmaya beni de davet etmiÅŸlerdi.

Siz hikâye yazmaya ne zaman başladınız peki?

Liseye geldiÄŸimde klasik hikâyeleri okumuÅŸ ve hazmetmiÅŸtim. Ã–mer Seyfeddin’i tamamen okumuÅŸtum. Halk hikâyelerini biliyordum. Abdullah Ziya KozanoÄŸlu’nun tarihî romanlarından Kerime Nadir’e kadar pek çok kitap okumuÅŸtum. Fakat benim yazıya dair herhangi bir yönelimim yoktu. Arkadaşım Ali Kutluay, “Sen de hikâye yaz” dedi ve öyle yazmaya baÅŸladım.

Alaeddin ve ben kaliteli ürünleri seçerdik. Arkadaşlarımızın yazdıklarını da beğenmek isteyerek okurduk. Beraber hikâye yazdığım Ali Kutluay benim hiçbir hikâyemi beğenmezdi.

Şimdiden geri dönüp baktığınızda doğru söylediğini düşünüyor musunuz?

Ben ona “hı hı” derdim ama katılmadığım görüşlerini tartışmaya açmazdım.

İlk öykünüzün konusu neydi?

Fakir bakkal çırağı bir çocuk soÄŸukta üşüyor. Üşüdüğünü gören bir müşteri çocuÄŸa bir ceket hediye ediyor. O ceketi giydiÄŸinde mutlu oluyor. Ama o mutluluk dramatik bir mutluluk. Ali, “Kahraman soÄŸuktan ölseydi daha etkili olurdu” demiÅŸti. O zaman o hikâyenin kurgusunu deÄŸiÅŸtirmek lazımdemiÅŸtim.

Bu öyküyü yazdığınızda kaç yaşınızdaydınız?

On dört.

On dört yaşında bir çocuk neden fakir bir bakkal çırağını ilk öyküsünün konusu yapar?

O gün sorsaydınız bu sorunun cevabı bende yoktu. Bugün var. Mutluluğun öyküsünü yazmak çok zor. Belki de mümkün değil. Cennetin öyküsü yoktur, ama cehennemin öyküsü çoktur. Cehennem hareket halidir. Kötülük yazılabilir olandır, çatışma genelde orada patlak verir.

O Büyük Bir Yazar ve İyi Bir Şairdi

Kardeşiniz vefat edeli 14 yıl oluyor. Onun yokluğunu nasıl tarif edersiniz?

Bu konuda konuşursam sohbeti tamamlayamayız.

Neden? KonuÅŸmalarınızda ikizinizden bahsediyorsunuz…

Ama her defasında tıkanıyorum. Bu bazen sahnede de oluyor. Orada da mahcup oluyorum. Bunu hiç sormayın bana. Ama ÅŸunu söylemek zorundayım. Onun büyük bir yazar ve iyi bir ÅŸair olduÄŸunu ölümünden sonra derinden kavramış olmam, benim için talihsizliktir. Alaeddin’in tarafımdan böyle algılandığını bilmesini isterdim.

AraÅŸtırma yapmak için iki yıl ABD’de kalmışsınız. Bu iki yıllık süre size ne kattı?

Ä°ktisat mastırı için Amerika’ya gitmiÅŸtim. Aslında kamu hukuku alanında mastır yapmayı düşünüyordum. Beni yanlışlıkla iktisat mastırına kabul etmiÅŸler. Kalkınma iktisadına kabul edildiÄŸim bilgisi geldi. Ben de gittim.

Sıkılmadınız mı?

Tam tersi memnuniyetle matematik öğrendim. Ä°yi ki gelmiÅŸim, dedim. Oradan binlerce kitap alma imkânım oldu. Fakat yazık ki kitapları gümrükten geçiremedim. Onca kitap Türk gümrüğüne takıldı, o gümrük memurlarını affetmek içimden gelmiyor. 1971 yılı Ankara gümrüğü, Eylül ayı... Çok üzülmüştüm .Hâlâ üzülüyorum.

Gayri İslâmi Bir Düzende Yaşıyoruz

Müslümanca Düşünme Ãœzerine Denemeler kitabınızda, düşünce yapısının mevcutla onarılması deÄŸil kökten deÄŸiÅŸtirilmesi gerektiÄŸini savunuyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?

Şunu demek istiyorum; gayri İslâmî bir düzen içinde yer alıp, o düzlemde İslâmî edimlerimizi yapmak, İslâmî sonuçlar doğurmaz. Özelde Türkiye, genelde ve bütün İslâm coğrafyasında yaşadığımız sıkıntının kaynağı bu noktada aranabilir. Düzeni temelden değiştirmedikçe eda edilen namaz, oruç, hac gibi ibadetler bireysel olarak kişiyi kurtarır. Fakat toplumsal olarak kurtarmaz. Zekâtını verdiğinde bireysel olarak borcundan kurtulursun. Fakat gayri İslâmî bir düzende zekât kendi sonuçlarını doğurmaz.

Yani, Müslümanca düşünüyoruz ama yaşamıyor muyuz?

Bireysel olarak yaşıyoruz fakat toplumsal olarak yaÅŸamıyoruz. Ä°slâm, bir hayat düzeni halinde yaÅŸanmadığından siyasî, iktisadî alanlarda, bireysel edimler kendi doÄŸal sonuçlarını doÄŸurmuyor. Hacca gidiyorsunuz, tamam. Ama gitmeden önce vergisini ödüyorsunuz. Bu gayri Ä°slâmî düzenin iÅŸine yarıyor. Ãœstelik kurulu düzen Müslümanları lütuf ve ihsanından yararlandırdığını düşündüğü için bir de ona şükran borcu duymanız bekleniyor. Aslında Müslümanların hacca pasaportla gitmeyi içlerine sindirmemesi gerekir. Kâbe kimsenin, hiçbir kavmin, ulusun özel mülkü deÄŸildir, orası adı üstünde Allah’ın Evi’dir.

Düşüncede kökten değişimle ilgili ne öneriyorsunuz?

Önce bunun bilincine varılması gerekiyor. O zaman problem kalmaz. O zaman kurulu düzeni değiştirmek daha kolay. Kurulu düzene sahip çıkan güçler buna mâni olmaya kalkışırsa farklı enstrümanlara başvurmak gerekebilir. Hâlbuki bu ülke, Müslümanların ülkesi. Burada İslâm yeniden ihya edilmelidir. Halen gayri İslâmî bir düzenin altında yaşayan Müslümanlarız.

Zihinsel Hicret Gayri İslâmi Kabulleri Terktir

“Müslümanların zihinsel hicrete ihtiyacı var” diyorsunuz. Siz bu cümleyi söylediÄŸinizden bu yana zihinsel hicrete dair bir geliÅŸme gördünüz mü?

Peygamber Efendimiz’in (s.a.) Mekke’den Medine’ye yapmış olduÄŸu bir hicret vardı. O günün Müslümanı için farzdı, bir defaya mahsus yapıldı ve bitti. Bugün bizim de hicret etmemiz gerekiyor. Fakat bugün dünyada gideceÄŸin bir yer yok. Bugün sadece zihinsel olarak hicret edilebilir. Zihinsel hicret, zihinlerimize yerleÅŸmiÅŸ, yerleÅŸtirilmiÅŸ bütün gayri Ä°slâmî kabulleri terk edip, onun yerine Ä°slâmî kabulleri ikame etmektir.

Bunun toplumda bir karşılığı var mı?

Pek görmüyorum. Çünkü zihinlerimize yerleÅŸmiÅŸ veya yerleÅŸtirilmiÅŸ olan gayri Ä°slâmî kavramlar çok güçlü ve aldatıcı. Mesela ben demokrasi ile Ä°slâm’ın birbirinden bütünüyle farklı iki kavram olduÄŸunu söylediÄŸimde bana “Ä°slâm, demokrasiye aykırı mı?” diye soruyorlar. “Seçim, insan hakları, hürriyet, Ä°slâm’da da var. O halde sen neden bahsediyorsun?” diyorlar.

Yani?

Kısır döngü tam da bu sorunun içinde gizli. Gözden kaçan temel bir nokta var, o da ÅŸu; demokrasi halk iradesi demek. Bu da halkın menfaatine olan yasaların çıkması demektir. Ä°slâm ise Hakk’ın iradesini referans alıyor. Halkın iradesi faizi caiz görüyorsa banka düzeninde devam edebilirsin. Buna devam ettiÄŸin sürece de Ä°slâm’a giden yolu kapamış olursun. Soru ÅŸudur: Yasa yaparken referans noktan halk mı vahiy mi? Belirleyici olan bu sorunun cevabıdır. Daha da temelde, demokrasinin “lütuf ve ihsanından” memnun olduÄŸun sürece bu açmaza mahkûm kalırsın.

Her Dönemin Kendine Mahsus Şikâyeti Var

Bir kültürel kırılma yaşadık ve bu kültürel kırılma bizim tarihsel bağlarımızı kopardı. Şimdi o tarihsel bağları yeniden canlandırıp örebilir miyiz?

Ä°slâm’ı benimseyenler de benimsemeyenler de keskinleÅŸiyor. Biz bireysel olarak kendi Ä°slâm’ımızı tam yaÅŸayabilsek, bu, çevreye yansır. Müslümanın en keskin tebliÄŸ aracı Ä°slâm’ı kendi nefsinde yaÅŸamasıdır. Namazı “beni gördüler mi görecekler mi” endiÅŸesinden uzak kılacaksın.

Bu ÅŸikâyetler hep vardı. Kimse kendi döneminden memnun olmadı ÅŸimdiye kadar. Cennetten bu dünyaya geldiÄŸimizde Habil ile Kabil’in kavgası ile karşılaÅŸtık. O dönemin insanları cennet özlemi içindeydi. YitirilmiÅŸ cennetin özlemi her zaman olmuÅŸtur. Bu bahsettiÄŸimiz ÅŸikâyetler yeni deÄŸil, her dönemin kendine mahsus ÅŸikâyetleri vardır.

Bir röportajınızda “Ben muhafazakâr falan deÄŸilim” demiÅŸsiniz. Muhafazakârlık nedir sizce?

Muhafazakâr kelimesi bize mahsus deÄŸil. Genelde Avrupa’ya, özelde Ä°ngilizlere mahsus bir kavram. Ä°ngilizler tutucudur. Alman muhafazakârları, bidatleri muhafaza eder. Protestanlık tam da bu söylediÄŸim durumun ifadesi. Manifestolarında “Faizi kabul etmemiz lazım. Çünkü faizi kabul etmediÄŸimiz takdirde mevcut ticaret hayatına uyum saÄŸlayamıyoruz, bu yüzden Ä°ngiliz ve Fransızlarla ticarette rekabet edemiyoruz.” diyorlar ve bidatleri kabul etmiÅŸ oluyorlar. Ä°slâm, her yüz yılda bir yenilenir. Bu yenilenme aslında dini bidatlerden arındırma iÅŸidir. Çok ünlü bazı ilahiyatçıların bidat kelimesini bilmediklerini görüyorum.

‘‘Minare Olmazsa Din Elden Gider’’ Derseniz Bidat Olur

Bidat kavramını açıklar mısınız?

Bidat, dine yeni ÅŸeyler katılmasıdır. Kimileri Asrı Saadet’ten sonra ortaya çıkan her yeniliÄŸi veya her yeni olguyu bidat sayıyor. Cami binası, minare, düğünde çalgı çalmak, sigara, otomobil, her türden teknoloji o anlayış sahiplerine göre bidat kabul ediliyor. Ama bunlardan bir kısmı faydalı görüldüğünde ona “güzel bidat” (bidat-ı hasene) adını veriyor ve kabul ediyor. Bu anlayış yanlış. Bidatin güzeli olmaz. Burada bidat kavramını tanımlamada sorun var. Allah’ın Resulü (s.a.) bidati “Dine yeni ÅŸey katma” olarak belirliyor. Bu ÅŸu demek: Bidat olan minarenin kendi deÄŸil; ‘din minaresiz olmaz, minare dinin rüknüdür’ kabulü bidattir. Anlaşıldı mı? Sigara bidat deÄŸil, ama ‘din sigarasız olmaz, sigara dinin icabındandır’ kabulü bidattir. Minare yapmak ne zaman bidat olur? Minare olmadan din elden gider, derseniz bu bidat olur. O takdirde minareyi dine katmış olursun.

Peki, soruya dönersem, neden “muhafazakâr deÄŸilim” diyorsunuz?

YeniliÄŸe açık biri olduÄŸum için. Yenilikler bizim tasarrufumuzda olmalı. Biz onun tasarrufunda olmamalıyız. Mesela Hendek Savaşı’nda Hz. Selman’ın Peygamberimize (s.a.) bir tavsiyesi oluyor, diyor ki: “Biz Ä°ran’da ÅŸehirlerimizin kenarına hendekler açardık. Düşman o hendekleri aÅŸamaz, karşı tarafta kalır ve geri çekilirdi.” Peygamber Efendimiz (s.a.) de kabul ediyor. Bu bir yeniliktir. Fakat Peygamberimiz (s.a.) bunu öyle yaptı diye her münferit olayda öyle yaparsanız yanılgıya düşebilirsiniz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onu hangi ÅŸartlarda uygun görüyor, onu dikkate almamız lazım. Bu açılardan baktığımda kendime, ‘muhafazakâr deÄŸilim’ diyorum.

Eşitlik, Özgürlük Gibi Kavramlar Bu Ülkede Hesabı Verilmeden Kullanılıyor

Günümüz Müslümanlarına bakınca ne görüyorsunuz?

Büyük ölçüde modern hayat bizi tasarruf ediyor. Haşemayla denize girmek buna bir örnektir. Düne kadar mütedeyyin kadının hayatında deniz yoktu. Deniz, moda oldu. Modern insan denize girdiği için dindar kadın da denize girmek istedi. Mayoyla giremeyince haşema ile girdi.

Dindar kadın denize girmesin mi?

Ben denize girmesin demiyorum. Denize girmek son 100-150 yılın olayı. Modern çağın alışkanlıklarından biri. Kapitalizmin hayatımızda belirleyici olmasından bu yana denize girmek ve esmerleşmek modern hayatın göstergelerinden biri haline geldi, zenginlik işareti olarak kabul gördü. Oysa daha önce esmerlik köylülüğün ve ameleliğin işaretiydi. Modern zengin kadın ve erkek toplumsal statüsünü denize giderek ifşa ediyordu. Bu olgu giderek Batılı hayat tarzında her toplumsal katmanın kabulü haline geldi. Müslüman kadınlar da bu hayat tarzına özenmeye başladı ve sırf denize girebilmek için kendine bir kıyafet icat etti. Ben buradaki sakameti vurgulamak istiyorum.

Bazı özel plajlar bu kıyafeti, haşemayı kabul etmiyor. Bunu da kimileri bir başka modern kavram olan eşitlik kavramı ile reddetmeye çalışıyor. Eşitlik, özgürlük, insan hakları, demokrasi ve laiklik gibi kavramlar bu ülkede hesabı verilmeden kullanılıyor.

Yeni Dünya Düzeni Küfrün Yenilenmesi

Ankara’da yaşıyorsunuz. Siyasetle ilgili yazılar da yazıyorsunuz. Ama siyasetle iÅŸiniz hiç olmadı. Siyaseti nasıl bir saha olarak görüyorsunuz?

Ben kendimi düşünsel ve edebiyat alanında ifade etmeye çalışıyorum. Yazdığım şeylerin hiçbiri siyasetten ari değil. Bu siyaseti, günübirlik, aktüel siyaset olarak algılamamak lazım. İçinde bulunduğum düzen içinde bir tarafım. Aklım erdiğinden bu yana her seçimde bir partiye oy verdim. Çünkü vermediğim her oyun, karşısında durduğum partiye hediye olarak gideceğini düşündüm. Fakat bu, kurulu düzenin verilerini benimsediğim anlamına gelmez. Bu, düzenin içinde bana yakın olanlara destek çıkma demek olur. Ben aynı zamanda oy verdiğim partiyi de eleştiriyorum.

Her şeyden önce her siyasi parti, kurulu düzenin bir parçasıdır. Niyet İslâm da olsa, onun son tahlilde hizmeti kurulu düzene yarayacaktır. Çünkü onun şartlarına ve kurallarına riayet etme yükümlülüğü ile faaliyet göstermek zorundasın. Hâlbuki kurulu düzen sana İslâmî parti kurmayı yasaklıyor.

“Yeni dünya düzeni” sözü sizde neyi çaÄŸrıştırıyor?

Küfrün yenilenmesi olarak görüyorum. Yeni araç ve kavramlarla küfrü ihya etmenin düzeni olarak görüyorum. Yenidünya düzeni diyerek, insan haklarını ve liberalizmi öne sürdüler. Bunların her biri ayartıcı deyimler. Modern insan, Müslüman kalıbına da giriyor. Başörtüsü mücadelesi içinde olan bir kadın, insan hakları gerekçesi ile Avrupa Ä°nsan Hakları’na müracaat ediyor.

Etsin, ne mahzuru var?

Etmemeliydi. Ä°nsan hakları gerekçesiyle Avrupa Ä°nsan Hakları’na ÅŸikâyet ettiÄŸi takdirde Avrupa Ä°nsan Hakları Mahkemesi kendi kurallarına göre reddedecekti. Oraya müracaat edenin bunu bilmesi, dolayısıyla sonucuna da katlanması gerekir.

Kendi mücadelenizi kendi araçlarınızla yaparsanız sonuç alırsınız. Bunu karşı tarafı haklı gördüğüm için söylemiyorum. Her münferit olayı kendi düzlemi içinde değerlendirmeye çalışıyorum.

Rusya ile Amerika Arasında Soğuk Savaş Hiç Olmadı

Çapraz Ä°liÅŸkiler’de ABD ve SSCB’nin soÄŸuk savaÅŸ esnasında ve sonrasında aslında birbirini beslediÄŸini ifade ediyorsunuz. Bu teziniz bugün de güncelliÄŸini koruyor mu? 

SoÄŸuk savaşın olduÄŸu dönemlerde bize şöyle anlatılıyordu: Gerçekten bir soÄŸuk savaÅŸ var. Dünya, sosyalist ve kapitalist olarak ikiye ayrılmış. Rus ve Amerika diye ikiye ayrılmış. Bir kısım ülkeler Amerika’nın, bir kısmı da sosyalist ülkelerin peÅŸine takılmış gidiyordu. Ben o tarihlerde bu ayrımcılığın sahte olduÄŸunu söylüyordum. Kapitalizm ile sosyalizm ayrışması, kapitalist dünyanın kabulleri çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu Müslümanların öngördüğü bir ayrım deÄŸil. Öyle olaylarla karşılaÅŸabiliriz ki kapitalist bir ülkeyi sosyalistler himaye edebilir ya da sosyalist bir ülkeyi de kapitalist bir ülke himaye edebilirdi. SoÄŸuk savaÅŸ denilen dönemde böyle çapraz durumlarla karşılaşılmıştır. Çapraz iliÅŸkiden kast ettiÄŸim bu.

Aslında ortada soğuk savaş diye bir şey yok muydu?

Hayır, yoktu. 1989’da Rusya’da sosyalizmin çökmesiyle Sovyet Rusya dağılmış oldu. Fakat Rusya ile Amerika zaten birbirinin içindeydi. Bugün de bu iliÅŸkiler devam ediyor. ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin sermayesi çok uluslu ÅŸirketler marifetiyle Batı sermayesini ve teknolojisini dünyadaki bütün sosyalist ülkelere sokmuÅŸ durumdaydı. Her iki taraf da bu iÅŸbirliÄŸinden hoÅŸnuttu. Biri sosyalist ülkelerin ucuz iÅŸgücünden yararlanıyor, öteki de Batının yeni teknolojisini öğrenmiÅŸ ve benimsemiÅŸ oluyordu.

“Nasıl bir Türkiye istiyorum?” diye bir yazı yazmıştınız. Orada hukuk düzeni kurulmuÅŸ, dışarıda komÅŸularıyla barış içinde yaÅŸayan, bütünleÅŸme sürecine girmiÅŸ ideal bir Türkiye’den bahsediyorsunuz. Bugün bahsettiÄŸiniz ideal Türkiye miyiz?

Henüz deÄŸiliz. Fakat umudum her zaman var. Ben o yazıda bir sünnete de iÅŸaret ediyordum. Size bir misal vereyim: Bizans ile Ä°ran arasında savaÅŸ çıkacak. Hz. EbubekirBizans’ın kazanacağına dair bahse girmiÅŸ ve “3 yıl içinde Bizanslılar galip gelecek” diyor. Sonra Peygamberimize (s.a.), “Böyle bir bahse girdim, doÄŸru yaptım mı?” diye soruyor. Peygamberimiz (s.a.) “EÄŸer neticesinden eminsen girebilirsin. Fakat süreyi uzat.” diyor.

Bizim de burada yaptığımız o sünnete uygun. Burada biz kurulu düzeni himaye etmiyoruz. Kurulu düzen kimin elinde? Bize yakın durduğunu varsaydığımız bir iktidarın elinde. Bu ümidi o vaat ediyor.

“MutluluÄŸun Öyküsünü Yazmak Ä°mkansız”, Kitabın Ortası dergisi, Ekim 2017, sayı 7.

 

Röportaj: Kübra Sönmezışık

Fotoğraflar: Hasan Eren Çalışkan

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.