Güncel
Balfour Bildirisi: Bir Ulusa Verilen Vaatten Daha Fazlası...
'1930 yılına gelindiğinde Britanya Koloni İdaresi, Siyonistlerin Balfour Deklarasyonu’ndan cayma olarak yorumladıkları bir bildiri yayınlayacaktı.'
1917’de Deklarasyonu gündeme getiren David Lloyd George ’ın hükümeti artık görev başında deÄŸildi ve bizatihi kendisi politik kariyerinin sonuna gelmiÅŸti. Hükümetin bu politikasına karşı yaptığı sert bir konuÅŸmada deklarasyonu hasır altı etmeye yönelik yürütülen çabaların meÅŸru olmadığından bahsediyordu, zira deklarasyon Ä°tilaf devletlerinin tamamının mutabakatı üzerine ortaya koyulmuÅŸtu.
“Hepinizin de kabul edeceÄŸi üzere savaÅŸ sırasında dünyanın her yerinde Ä°tilaf kuvvetleriyle iyi iliÅŸki gözeten Yahudi topluluklarının güvenliÄŸini tesis etme konusunda bir endiÅŸemiz vardı. Balfour Deklarasyonu ise sadece bizim çıkarlarımız deÄŸil aynı zamanda tüm itilaf kuvvetlerinin çıkarları için göz ardı edemeyeceÄŸimiz bir desteÄŸi elde etmek adına yapılan bir giriÅŸimdi. Aynı zamanda hatırlatmak isterim ki bu deklarasyonun hem politikası hem de fiiliyatı bizim ve ABD öncülüğündeki diÄŸer itilaf kuvvetlerinin temsiliyetleriyle ortaya konulmuÅŸtur.”
Fiiliyatta tüm itilaf devletlerinin bu deklarasyona dair benzer bir politikayı paylaÅŸtığını iddia etmek biraz abartı olacaktır. Fakat Lloyd George, benim tam da bu yazımda bahsini açmak istediÄŸim unutulmuÅŸ bir gerçekliÄŸe iÅŸaret ediyor. 1917 yılına gelindiÄŸinde ortada ne bir Milletler Cemiyeti ne de bir BirleÅŸmiÅŸ Milletler gibi uluslararası bir kuruluÅŸ yoktu. Fakat itilaf kuvvetlerinin mutabakatıyla uluslararası nizamın modern versiyonu yavaÅŸ yavaÅŸ belirginleÅŸmeye baÅŸlamaktaydı. Ä°ÅŸte Balfour deklarasyonu, henüz imzalanmadan önce ardında bahsi geçen bu mutabakatın ağırlığını barındırıyordu. Bu yeni müzayede usulüne dayanan uluslararası nizam, bize neden Balfour Deklarasyonu’nun sonrasında Milletler Cemiyeti vasıtasıyla Filistin’i Britanya’nın tekeline verdiÄŸi konusunda yardımcı olabilir. Zira ÅŸu sıralar basitçe sırf kendi emperyalist çıkarlarını gözeterek bu talihsiz bildiriyi yeniden gündeme getirenler ya onun tarihini bilmiyor ya da göz ardı ediyor demektir.
Nicholos Rostow, Deklarasyon konusunda kâfi derecede bir birikime sahip ve şükür ki bu alanda ortaya koyduÄŸu geniÅŸ çaplı çalışmalar vasıtasıyla Ä°srail’in resmi kuruluÅŸuna yönelik bir portreyi tasvir edebiliyoruz. “GeçmiÅŸi göz ardı etmek sadece hatalı politikaları tekrarlamamıza sebebiyet vermez” diye yazıyor kendisi, “Hepimizin bu konuda BM’deki yasa tasarılarından ve Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin hükümlerinden görebileceÄŸi üzere, geçmiÅŸe yönelik kasıtlı yahut kasıtsız kayıtsızlık bizi kesinlikle adaletsiz bir duruma sürüklemekte.”
Tabi ki de bu kayıtsızlık ve göz ardı etme davranışlarından bazıları kasti. Söz gelimi Britanya’nın “unuttuÄŸu” Balfour Deklarasyonu’na yönelik anlayışı göz önünde bulunduralım. 1922 yılına gelindiÄŸinde erken bir Britanya resmi bildirisi, Deklarasyonu savaÅŸ sonrası koÅŸulların içinde yeniden deÄŸerlendirecekti. Buna göre Yahudiler, “bir müsamaha olarak deÄŸil kanunen Filistin topraklarında yaÅŸama hakkına sahip olmalıydı.” Manda yönetimi ise bu bildiriyi, “ülke içerisinde kalıcı yerleÅŸime sahip olan Yahudilerin Filistin vatandaÅŸlığını temin edebilmesi için kolaylık saÄŸlayacak” yeni bir ulusal hukukun zorunlu olduÄŸu ÅŸeklinde yorumlayacaktı.
Balfour Deklarasyonu bir Yahudi devletinin kurulması için araç olarak görülsün ya da görülmesin ÅŸu gerçeÄŸi göz ardı edemeyiz ki Filistin topraklarını Yahudiler için bir “ev” niteliÄŸine büründürmesi vasıtasıyla Yahudilerin bu bölgedeki statülerini deÄŸiÅŸtirmiÅŸtir. EÄŸer insanlık tarihinde kara bir leke varsa o da Yahudilerin “tarihi baÄŸlar” dedikleri meziyet vasıtasıyla bir yeri iÅŸgal ederek ikamete açmayı “doÄŸal bir hak” olarak görmeleridir. (Balfour Deklarasyonu bu sayede Ä°srail’in ortaya attığı “her Yahudi bu ülkeye bir ‘oleh’ olarak gelme hakkına sahiptir” ilkesini barındıran 1950 tarihli “Dönüş Yasası”nı öngörmüş oluyordu.)
1939 tarihli baÅŸka bir resmi bildiriye göz atıldığında ise Britanya’nın tam tersi bir politika güttüğü görülebilir. Bildiri, kısıtlanmış bir beÅŸ yıllık göç hareketinin ardından “Filistinli Arap hükümeti kabul etmediÄŸi müddetçe daha fazla Yahudi göçüne izin verilmemesini” içeriyordu. Yahudi hakları göz ardı edilecek ve Yahudiler nihayetinde Filistinli Arap yönetiminin müsamahasına bırakılacaktı.
Peki Britanya’nın gerekçesi neydi? 1922-1939 yılları arasında Britanya sadece 300.000 Yahudi’nin Filistin’e yerleÅŸmesine izin vermiÅŸti. Yahudiler ülke nüfusunun üçte birini oluÅŸturmaktaydı. Bu yeterli deÄŸil miydi?
Bu sırada Avrupa’da 9,7 milyon Yahudi yaşıyordu. Altı yıl sonra bu rakamın 6 milyonu ölecekti, hatta Britanya bile geride kalan kesimi Filistin’den uzak tutma konusunda kararlıydı. Gerekçe ÅŸuydu: eÄŸer Filistin içerisindeki Yahudi oranı genelin üçte birine tekabül edecekse, bu rakamlarla Yahudilerin bir devlet kurması olanaksız görünüyordu. Böylece Britanya 1922 yılında kararlılık gösterdiÄŸi Yahudilerin Filistin’de hukuki bir statü elde etmelerine yönelik politikasından vazgeçmiÅŸ oluyordu.
Nihayetindeyse Filistin’deki Arap muhalefetine ve Britanya’nın hasmane tavrına raÄŸmen 600.000 Yahudi, Ä°srail devletinin kurulması için Siyonistler tarafından yeterli görülecekti. EÄŸer Rostow’ un yaptığı gibi bir kıyaslamaya gidebileceksem yakın zamanda Ä°ngiliz BaÅŸbakan Theresa May’ ın Benjamin Netanyahu’yu Balfour Deklarasyonu’nun 100. Yılı adına Londra’ya davet etmesini gündeme getirmek isterdim. Zira Netanyahu, Britanya’nın Yahudilere yönelik alicenaplığını gösterdiÄŸi 1917 ile sırtını döndüğü 1939 yılları arasında mutlaka bir baÄŸ kuracaktır.
Allan Arkush benim Balfour üzerine yaptığım bu çalışmaya birçok deÄŸerli katkılarda bulundu. Özellikle savaşın en çetin geçtiÄŸi 1917 yılında Britanya, Fransa, Ä°talya, ABD ve Vatikan’ı motive edebilecek muhtemel olasılıklar hakkında. 1.Dünya Savaşı hakkında çalışmalar yürüten bazı tarihçiler bazen bu motivasyonlar üzerine ortak bir mutabakata varabiliyorlar, fakat bu varsayımlar çoÄŸu kez sonuçsuz kalabiliyor. Genellikle mutabakata varılan sonuç Siyonizm projesinin hayata geçirilmesiyle alakalı ve çoÄŸu kez bu yöndeki yorumların dayandığı temel nokta ise Ä°tilaf devletlerinin bu proje vasıtasıyla gözetecekleri çıkarlarından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. Arkush ÅŸu konuda kesinlikle haklı ki itilaf kuvvetlerinin harbin seyrini lehlerine döndürmek için ortaya koyduÄŸu bu düzenlemeler savaşın ortasında halklar tarafından tercih edilmiÅŸ deÄŸil liderler tarafından devletlerinin çıkarları gözetilerek dikta edilmiÅŸ gibi gözükmekte.
Tabi ki bu durum Balfour Deklarasyonun tesirini o gün azaltmadı bugün de azaltmaz. Tüm aykırılık ve uzlaşıları da içine alarak uluslararası meÅŸruiyet zemini, her zaman uluslararası siyasetin gidiÅŸatıyla ÅŸekillenir. Söz gelimi, BM’nin 1947 yılındaki 181 sayılı “Filistin ve Ä°srail olmak üzere uluslararası düzeyde tanınacak iki devlet” önerisi eÄŸer Stalin önderliÄŸindeki SSCB’nin ağırlığı ortaya koyulmamış olsaydı asla kabul edilmezdi. Neden Stalin’in böyle bir tavır takındığı ilginç bir hikâye fakat kararının da meÅŸru olup olmadığı ayrı bir konu.
1917 yılında Filistin topraklarına Yahudi göçünün desteklenmesi kuÅŸkusuz Ä°tilaf kuvvetlerinin başını çeken güçlerin de hesaplarını yeniden gözden geçirmelerine sebebiyet verecekti. ÇoÄŸu için bu göç, kurmak veya geniÅŸletmek istedikleri imparatorluklarının fonksiyonel bir aracı olabilirdi. Fakat tuhaf olan ÅŸuydu ki eninde sonunda bu güç unsurlarının neredeyse tamamı Siyonizmin önünü açacak bir politika eÄŸilimine doÄŸru yönelmekteydiler. Bu güç unsurlarının arasında sadece birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan Britanya, Fransa ve Ä°talya gibi imparatorluklar deÄŸil aynı zamanda otonomiyi destekleyen ABD ve hatta tarihsel olarak Yahudilerin kendisi için Stalin’den pek de farkı olmayan Vatikan dahi bulunuyordu. Ä°ÅŸte bu da bu konuda uluslararası meÅŸruiyet zeminini etkili kılan ÅŸeyin ta kendisiydi: birçok nüfuzlu ve güçlü ülke Yahudi kartını kullanabilmek için hizaya girmiÅŸ oluyordu.
Arkush ÅŸu konuda da haklıydı, Balfour Deklarasyonu’nun Ä°tilaf kuvvetleri için ayakları yerde, gerçekçi motivasyonu, yüz yıl öncesinin demokrasilerinin vatandaÅŸlarına hitap etmeyi doÄŸaldır ki içeriÄŸinde barındırmıyordu. Arkush baÅŸka bir yorum ortaya atacaktı, ona göre Deklarasyonun ardındaki en büyük teorik motivasyon gücü, Protestan Hristiyanlığın uzun vadede Filistin’in Yahudilere geri verilmesine yönelik düşüncesiyle iliÅŸkiliydi. Tıpkı Britanya kabinesindeki birçok üyenin olduÄŸu gibi Wilson ve Balfour’un da bu düşünceyi benimsediÄŸini görebiliriz. Arkush altını çizerek Balfour Deklarasyonu’nun bugünün okuyucuları için dahi büyük bir meÅŸruiyet zemininin parçası olduÄŸunu iddia etmektedir. KuÅŸkusuz bu doÄŸru olmalı, hatta denilebilir ki Deklarasyonun Royal Albert Hall hatırasına 7 Kasım’da planlanan anma töreni doÄŸrudan Hristiyan siyonizminin bir giriÅŸimidir.
Hristiyan Siyonizmi ile olan muhtemel baÄŸ, Ä°srailli eleÅŸtirmenlerin de gündeme getirdiÄŸi bir konudur. Henüz sonlamamış akademik bir müzakere de Ä°srail’in “yerleÅŸimci sömürgeciliÄŸi” üzerine çalışmalarıyla tanınmış bir zat, 19yy Britanya’sında beklenmedik ÅŸekilde ortaya çıkmış “Yahudilerin Siyon’a dönüşünü” planlayan bir dizi hararetli konuyu tasnif ettiÄŸi “Balfour Deklarasyonunun Yüzyılı” adlı bir çalışma hazırlamıştı. Ä°srailli Ilan Pappe de benzer kapıya çıkan bir düşünceyi ortaya koymuÅŸ ve fikrini ÅŸu ÅŸekilde sonlandırmıştı: “Kısaca tarih bizi 19yy Hristiyan Siyonizm hareketinden Balfour Deklarasyonunda bu düşüncenin teorilerini yürürlüğe koyacak 20yy’ın politikacılarıyla baÅŸ baÅŸa bırakmaktadır.” (Ona göre, deklarasyon Britanya’nın “nihai hıyanetiydi”)
Entelektüel veya akademik perspektiften baktığınızda buna benzer yorumlar çoÄŸu kez Balfour Deklarasyonu’nun Kitabı Mukaddesin romantik tevili bir tür “kurgulanmış kurtarıcılık” rolüyle iliÅŸkilendirildiÄŸi görülmektedir. Bu tevilat açıkça Hristiyan Evanjelist düşüncesindeki liberal tepkisellik hareketine sırtını dayıyor. Hakkında ne denirse densin, Balfour Deklarasyonu ile Hristiyan restorasyon hareketleri arasında bir baÄŸ kurmak onu, bir Yahudi devleti fikrine henüz sıcak bakmayan hiç kimse için referans alınabilecek bir temel kılmamaktadır.
Fakat Arkush’un da hatırlattığı üzere ben de bu düşüncenin kökenlerinin ciddi tarihsel kaynaklara dayandığını zannetmiyorum. Her ÅŸeyden önce hiçbir olay bize bu Evanjelist söylemin iddia ettiÄŸi üzere Kitabı Mukaddes ile iliÅŸkilendirilmiÅŸ doÄŸrudan bir bağı kuramaz. Ä°srailli bir tarihçi benzer bir ÅŸekilde yakınmaktaydı: “Hristiyan Siyonizminin kaynakları çoÄŸu kez birbirlerini tamamlayan bir pazılın parçaları gibi okunuyor, bir yandan Lord Shaftesbury, George Eliot, Laurence Oliphant ve onların çaÄŸdaÅŸları ile baÄŸlantılar kuruluyor, diÄŸer yandan ise yeri geldiÄŸinde bu baÄŸlantılar sırf kurnazca hazırlanmış Balfour taslağının tarihsel arka planıyla iliÅŸkilendiriliyor. Aslına bakılırsa, reformistler sürekli Ortodoks söylem dışında olmak ve dini alanda tuhaf görüşleriyle suçlanmışlardır”.
Bu konu hakkında arÅŸivlerin açık olduÄŸunu göz önünde bulundurduÄŸumuzda, Britanya’nın yukarıda sayılan teolojik varsayımlardan ziyade gayet makul politik gerekçelerle bu iÅŸin arkasında olduÄŸu fark ediliyor. Filistin tıpkı Mısır ve Hindistan gibi bu dönemde Britanya kolonilerine yönelik benzer tartışmaların içeriÄŸini taşıyordu. Tarihçi Isaiah Friedman’ın da dediÄŸi gibi “Resmi kayıtlar göstermektedir ki fikir ve düşünceler politikaları belirlemez”. Jon Kimche de sırf bu benzer düşünceden sebep Balfour Deklarasyonu üzerine yazdığı kitabının baÅŸlığına “Romantik olmayanlar/Gerçekçi düşünenler” koyacaktı. Ona göre Deklarasyon “Siyonistlerle yapılan tam manasıyla fonksiyonel ve gerçekçi bir iÅŸ anlaÅŸmasından ibaretti.”
Coin Shindler ise Balfour Deklarasyonu henüz ortaya çıkma aÅŸamasındayken bireysel figürlerin üzerindeki etkisini araÅŸtıracaktı. Öyle görülüyor ki Nahum Sokolow’u yeniden keÅŸfim birçok okuyucuyu cezbetmiÅŸ. Sokolow’un diplomatik icraatları ve münakaÅŸaları 1.Dünya Savaşının ardından Yahudi dünyasında hızla yayılmaya baÅŸlamıştı, elbette abartılmış bir ÅŸekilde. Bu tespit bir roman ve piyes yazarı olan Sholem Asch tarafında 1923 yılında tasdik edilecekti:
“Polonya’da eskiden kalma bir ibadethanede, öğle ve akÅŸam ibadetleri arasında genç bir adam sobanın üzerine oturur, Sokolow’un hikayelerini anlatırdı. Onun kraliyete yaptığı yolculuÄŸu, imparator ve prenslerle karşılaÅŸmalarını, Papa ile buluÅŸmasını tekrar tekrar anlatırdı. Hikayelerde her biri Sokolow ile tanışıp muhabbet etmekten memnuniyet duyar, onun hikmetini 70 dilde dinlemekten zevk alırlar ve tebaalarını yönetmek için ona danışırlardı. Ve Sokolow da ferasetiyle onları doÄŸru yola yönlendirir, savaÅŸtan uzak tutup barışa çağırır ve Yahudi soydaÅŸlarına arka çıkan/onları gözeten bir figür olmayı da ihmal etmezdi.”
Asch’ın bunu yazdığı sırada, Sokolow tıpkı Chaim Weizmann misali bir tür kahraman figür olarak görülüyordu. Bense Sokolow hakkında yeteri kadar kaynakçaya sahip olamamanın ÅŸokunu tasvir eden Allan Arkush’a katılıyorum. Fakat, Siyonist ve Ä°srailli liderler tarihte oynadıkları roller sebebiyle hep hatırlanacak ve yad edilecekti.
Bunun bir sebebi hafızlarını canlı tutmak için ciddi çalışmalar yapan maharetli havarilere sahip olmalarından kaynaklanmakta. Kendi isimlerini taşıyan enstitüler kurarak tarih boyunca uzun vadeli giriÅŸimlerde bulunmaktalar. Sözgelimi, Weizmann Meyer Weisgal’da böyle bir takipçi kitlesine sahipti. Colin Shinder üzerindeki etkisi hissedilen Vladimir Jabotinsky, Joseph Schechtman’ın ekibinden sadece biriydi. Ve her iki lider de kendi hayat hikayelerini yazdılar ve her ikisinin de savaÅŸ boyunca oynadıkları rol asla göz ardı edilemez. Shindler açık gönüllülükle Jabotinsky’in çalışmalarına katkıda bulunacaktı, tıpkı bana katkı da bulunduÄŸu gibi.
Sokolow ise bu kabiliyete sahip deÄŸildi. Çünkü onun en sadık takipçisi kızı Celina ve oÄŸlu Florian’dı. Åžahsi sekretarya ve fizikçisi olarak yanında bulunan kızı Celina, babasının ölümünün ardından onun Londra’daki evini adeta bir mabede çevirecek ve sırf kendilerine has bir enstitü kurulmaması hasebiyle Ä°srail hükümetinin Sokolow’a ait arÅŸivin taşınması talebini reddedecekti. Nihayetindeyse babasına ait tüm çalışma ve mektupları Merkez Siyonist ArÅŸivine teslim edecekti, fakat ona dair ciddi bir eser ortaya koyulmayacaktı. Gazeteci oÄŸlu Florian ise babasında dair pek de akademik olmayan okunası bir biyografi yayınladı.
Fakat diÄŸer sebep daha fazla tatmin edici. Herhangi bir ÅŸeyi hatırlamak için halihazırda bugüne hitap eden aksiyonel bir gerekçeye ihtiyaç duyarız. Weizmann ve Jabotinsky tıpkı Herzl ve Ben-Gurion gibi efsaneleÅŸtiler. Tarihçiler tarafından kabul göreceÄŸi üzere herhangi bir tarihsel kayıtın ardından iz sürmenin ödülü o konuya dair doÄŸru bir kanaate ulaÅŸmaktır, peki böylesi bir durumda Siyonizm ve Ä°srail’in kolektif zihninde 1917 civarı Sokolow’un tutum ve davranışlarına yönelik nasıl bir tasavvur vardı?
Öncelikle, Sokolow’un en önemli baÅŸarısı, Ä°srail’in hiçbir zaman tek bir dosta dayanmamasını telkin eden akıllıca hatırlatmasıydı denilebilir. EÄŸer Sokolow 1917 yılında diÄŸer devletlerin rızasını gözetmeksizin sadece Britanya’ya dayanarak bir deklarasyon ortaya koymuÅŸ olsaydı, bu hedefine ulaÅŸamazdı. Ve yine 1918 yılında bu güçlerin onayını almamış olsaydı, uluslararası hukuku böylesine zorlayan bir çalışmayı gerçekleÅŸtiremezdi. 1917’lerin dünya merkezi Londra’da, tıpkı bugün Washington olduÄŸu gibi, böylesi bir iÅŸi göğüslemek hiç de kolay deÄŸildi. Fakat çok yönlü bir diplomasi dünyanın diÄŸer güç merkezlerinin de kendisi etrafında kümeleÅŸmesine yardımcı oldu. Ä°ÅŸte böylesi bir küresel kümeleÅŸme Siyonizm’e Balfour Deklarasyonunun yanısıra, BM paylaşım planı ve Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını elde etme fırsatını saÄŸlamıştı. Hepsini unutalım, Ä°srail ya da politikaları, kendi kurguladığı uluslararası meÅŸruiyet zeminini dahi sarsmaktadır, özellikle sıkı bir baÄŸ kurduÄŸu eski dostları ile iliÅŸkileri çözülmeye baÅŸlamakta.
Ä°kinci olarak, Sokolow’un hikayesi, bir halkın diplomasisinde yedek oyuncu olarak görülecek hiçbir erkek ve kadının olmadığını bize hatırlatır. Sokolow birçok dili konuÅŸabilmesi sayesinde Avrupa ve Amerika boyunca birçok iÅŸini kolaylıkla yürütecekti. Bu çok yönlülük ÅŸimdi bizim onun çalışmalarına yönelik hayret duymamızın bir diÄŸer sebebidir. (Bir anekdottan onun Eskenazice, Rusça, Lehçe, Almanca, Fransızca ve Ä°ngilizce bildiÄŸini öğreniyoruz) Fakat Ä°spanyolca ve Ä°talyanca gibi dillerde yeterliliÄŸi olduÄŸu söylenemez. Siyonist aktivisti Shmaryahu Levin onun bu paha biçilmez yeteneÄŸi hakkında şöyle bir hatırasını aktarıyor:
“EÄŸer Yahudiler kendilerine ait bir devlete sahip olsalardı kuÅŸkusuz Sokolow bu devletin ayrıcalıklı diplomatı olurdu. Henüz gençliÄŸinden itibaren o bu yöndeki yeteneÄŸini uluslararası diplomaside bir etkiye sahip olmak için kullanmaya baÅŸladı. Onun hal ve tutumları, toplumsal yaklaşımları, konuÅŸma usulü, giyimi, kuÅŸamı ve neÅŸeli tavrı adeta “büyük dünya”nın inÅŸa edilmesi için doÄŸan birisini anımsatıyordu. Ne içerisinde bulunduÄŸum Yahudiler ne de bildiÄŸim baÅŸka bir kesim arasında Sokolow gibi Avrupa merkezli bir sentez söylemini dile getirebilen birisini görmedim, hatta batı Avrupa’daki Yahudiler de buna dahil. Onların çoÄŸu Fransız, Ä°ngiliz ya da Almanlara yöneliyordu, fakat Sokolow bütün bir Avrupa’ya.”
Sokolow ile seyahat eden Siyonist lider Nahum Goldmann ise onun şekil değiştirebilen bir karaktere sahip olduğunu aktarıyordu:
“O, herhangi bir konuÅŸmada muhatabının söylemini kolaylıkla paylaÅŸabilecek bir karaktere sahipti. Hasidik bir rabbiyle konuÅŸtuÄŸunda bir Hasid olur, bir Fransız bürokratla konuÅŸtuÄŸunda cana yakın bir “bel esprit”e dönüşürdü. Hatta ve hatta bazılarının hem jest hem de kasıt olarak aktardığı üzere Papa ile konuÅŸtuÄŸunda da iyi bir Katolik’e dönüşürdü. Modern Ä°srail’in gücü tıpkı Sokolow gibi potansiyelini açığa çıkaracak genç vatandaÅŸların önünü açmak ve onu bir rol model yapmaktır.”
Kasım ayı yaklaşırken Balfour Deklarasyonu’nu Britanya’nın utanç verici yüzü olarak gören liberal Ä°srailliler arasında huzursuzluk baÅŸ gösterecektir. Bazı Yahudi eleÅŸtirmenlerin de bu durumu “Ä°srail’in Güneybatı Asya’da koloniyel bir kanser olduÄŸu” ÅŸeklinde yorumlaması, Ä°srail destekçisi bir öğrenciyi ÅŸunu itiraf etmeye itecekti: “Ä°srail’in, nefret edilen Britanya Ä°mparatorluÄŸunun bölgedeki bir kalıntısı olarak etiketlenmesine izin verirsek ulaÅŸmak istediÄŸimiz hedeflerimizi ÅŸimdiden kaybettik demektir.”
Peki Ä°srail neden bu ÅŸekilde etiketlenmek ister? Yukarıda aktardığım üzere Balfour Deklarasyonu, Britanya tarafından Ä°tilaf devletleri ve ABD adına Yahudilere verilen vaatti. Milletler Cemiyeti’nde Britanya’ya karşı yükümlü olan manda aynı zamanda resmi ulusal bir Yahudi vatanı yaratma ideali, hukuki bir zorunluluk haline getirilmiÅŸti. Arthur Koestler ÅŸu konuda hatalıydı, Balfour Deklarasyonu sadece bir ulus vaadi deÄŸildi. Balfour Deklarasyonu’nu sümen altı yapmak ancak basitçe partizan bir tarih anlatısını oluÅŸmasına sebep olacaktır. Fakat, Filistinlilerin ve onların dostlarının gerçeklerin sümen altı edilmesine izin vermeyeceÄŸini bildiÄŸiniz halde neden hakikati ortaya koymuyorsunuz? Ä°ÅŸte bu kısa yazının amacı sadece bu soruyu gündeme getirmekti.
Bu arada, bildirinin yüzüncü yılı sadece Ä°srail’in dünya üzerindeki meÅŸruiyetinin bir dönüm noktası olarak anılmamalı aynı zamanda Siyonizmin Yahudiler arasındaki nüfuzlarını etkin kıldıkları bir milat olarak da görülmeli. Londra’dan New York’a, Kiev’den Odessa’ya Yahudiler coÅŸku içerisinde. Ä°saiah Friedman şöyle yazıyor: “Kasım 1917 yılından sonra Yahudi halkı asla eskisi gibi olmadı… Siyonistler muhteÅŸem bir zafer kazandılar. Bundan böyle, Siyonistler Yahudi halkı içerisinde en merkezi ve en dinamik rolü elde etmiÅŸ oldu.”
Bu, 1897 yılındaki ilk Siyonist konferansının ardından dahi söylenemezdi. Fakat Balfour Deklarasyonu ile birlikte Yahudi halkı Siyonizmin devrini yaÅŸamaya baÅŸlayacaktı. Bu konuda en net örneÄŸi modern Ä°branice uzmanı Eliezer Ben-Yehuda’da borçluyuz. O ölümünden önce mezar taşındaki ölüm tarihinin nasıl yazılacağına dair bir vasiyet bırakmıştı ve vasiyeti yerine getirildi: “26 Kislev, Balfour Deklarasyonu’ndan 6 yıl sonra”.
Ä°ÅŸte bu, bugün halihazırda içerisinde bulunduÄŸumuz Yahudi dünyasının bir örneÄŸidir. Tıpkı ilk baÅŸta diÄŸer Ä°tilaf kuvvetlerinin çekimserlik gösterdikleri gibi Britanya da daha sonraları Balfour Deklarasyonu’na sadık kalma konusunda tereddüt gösterecekti. Fakat Yahudiler hiçbir zaman tereddüt etmedi.
ÇEVİRİ: DÜCANE DEMİRTAŞ
Martin Kramer. Kudüs’teki Shalem Koleji’nde OrtadoÄŸu tarihçisi. Aynı zamanda Washington Enstitüsü Yakın DoÄŸu Masasında ziyaretçi edip. En son çıkan kitabı “The War on Error” (2016)
Bu makale mosaicmagazine.com sitesinden alıntılanmıştır.
https://mosaicmagazine.com/response/2017/06/the-balfour-declaration-was-more-than-the-promise-of-one-nation/
Henüz yorum yapılmamış.