Güncel
Tekke ve zaviyeler meselesini yeniden düşünmek - Mustafa Öztürk
Bugün dinî cemaatler ve tarikatlar ekseninde sürdürülen hükümsüz tartışmaların ana kaynağı, bu yapıların devlet nezdinde resmen tanınmamasına rağmen devletin birçok kritik kurumunda son derece etkin olmaları, yani resmî tescilden yoksun oldukları halde ticaret, siyaset, bürokrasi gibi hemen her alanda fiilen bulunmalarıdır. Bu tuhaf durum söz konusu yapıları kayıt dışı kılmakta, kayıt dışılık statüsü ise her türlü denetimden muafiyet imkânı sağlamaktadır. Hâl böyle olunca, dinî grup ve cemaatler ticari, siyasi, bürokratik nimetlerin paylaşımında hazır bulunmakta ve fakat külfet söz konusu olduğunda yahut hesap vermeyi mucip bir hal ortaya çıktığında hiçbir cemaat resmî tescilden yoksunluğun kendilerine sağladığı avantajla hiçbir sorumluluk almamaktadır. Bunun neticesinde de zarar ve ziyan faturası her zaman devlet ve topluma çıkarılmaktadır. Nitekim FETÖ vakasında karşımıza çıkan bilanço da tam olarak budur.
Mustafa Öztürk - Karar
Son günlerde tarikatlar ve dinî cemaatlerle ilgili kadük ve kakofonik tartışmalara ÅŸahit oluyoruz. Ä°brahim Kiras’ın “Tarikatlar Zaten Kapalı” (Karar, 07.09.2017) baÅŸlıklı yazısından iktibasla söylersek, “her zaman olduÄŸu gibi tezlerin ve antitezlerin ifratla tefrit arasında gidip geldiÄŸi tenis maçı benzeri bir tartışmanın seyircisiyiz. Bir yanda ‘tarikatlar ve cemaatler kapatılsın’ etiketleriyle kampanya yapanlar, öbür yanda ise ne olursa olsun kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla dini cemaatlerin hiçbir hatasını görmeye yanaÅŸmayanlar…” 1925 tarih ve 677 sayılı bir kanunla, yani tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklarla birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanunla birlikte tekke ve zaviyelerin kapısına kilit vurulduÄŸu, böylece tarikatlar ve diÄŸer müesses dinî yapıların resmî tescilden yoksun kaldığı malumdur. Ne var ki söz konusu kanun Cumhuriyet Türkiye’sinde tarikatlar ve cemaatlerin varlığını ortadan kaldırmamış, bilakis hem mevcut cemaatlerin güçlenmesine hem de birçok yeni dinî grup ve cemaatin teÅŸekkülüne vesile olmuÅŸtur. Çünkü kanuna mebni yasak bir taraftan ilgi ve merak duygusunu kışkırtmış, diÄŸer taraftan da dinî duyarlılıkları yoÄŸun çevrelerde güçlü bir maÄŸdur dili ve retoriÄŸi oluÅŸturmuÅŸtur.
***
Bugün dinî cemaatler ve tarikatlar ekseninde sürdürülen hükümsüz tartışmaların ana kaynağı, bu yapıların devlet nezdinde resmen tanınmamasına rağmen devletin birçok kritik kurumunda son derece etkin olmaları, yani resmî tescilden yoksun oldukları halde ticaret, siyaset, bürokrasi gibi hemen her alanda fiilen bulunmalarıdır. Bu tuhaf durum söz konusu yapıları kayıt dışı kılmakta, kayıt dışılık statüsü ise her türlü denetimden muafiyet imkânı sağlamaktadır. Hâl böyle olunca, dinî grup ve cemaatler ticari, siyasi, bürokratik nimetlerin paylaşımında hazır bulunmakta ve fakat külfet söz konusu olduğunda yahut hesap vermeyi mucip bir hal ortaya çıktığında hiçbir cemaat resmî tescilden yoksunluğun kendilerine sağladığı avantajla hiçbir sorumluluk almamaktadır. Bunun neticesinde de zarar ve ziyan faturası her zaman devlet ve topluma çıkarılmaktadır. Nitekim FETÖ vakasında karşımıza çıkan bilanço da tam olarak budur.
1925 tarihli mezkûr kanunun yürürlüğe girmesinden bugüne kadar geçen doksan küsur yıllık zaman zarfında görüldü ki hiçbir tarikat ve cemaat devlet baskısı ve kanunî yaptırım yoluyla ilga edilemiyor. Bu olgusal gerçeklik tekke ve zaviyeler meselesini yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Daha açık söylersek, tekke ve zaviyelerin ilgasına yönelik kanuna rağmen dinî cemaatler ademe mahkûm olmak şöyle dursun, pıtrak gibi çoğaldıklarına göre bugün bu konuda yapılması gereken en makul işlerden biri, sed (kapatmak) ve men (yasaklamak) hükmünün yürürlükten kaldırılmasını ve dinî cemaatlerin devlet nezdinde resmen tescillenip tanınmasını sağlamak olsa gerektir. Çünkü bu sayede cemaatler kaçınılmaz olarak gerçek hüviyetlerini ibraz etmek suretiyle büyük ölçüde şeffaf hale gelecek, kayıt dışılık statüsünün ortadan kalkmasıyla birlikte de her türlü faaliyetleri denetlenebilecektir. Ayrıca kanuni yasağın ortadan kalkması cemaatlere yönelik merakın azalması gibi bir sonuç da verecektir. Çünkü yasağın kalkmasıyla birlikte merak sahiplerinin pek çoğu hem cemaatlerden yana meram ve muradını alacak hem de cemaat aidiyetinin artık sıradanlaştığı duygusunu yaşayacaktır. Oysa bugün herhangi bir dinî cemaate mensubiyet laik düzene karşı cihad olarak algılanmakta ve bu algı söz konusu yapılara ulvi bir anlam kazandırmaktadır.
***
Tarikatlar ve cemaatlerin resmen tanınması bu yapıların devlet katında kurumsal bir muhatabının bulunmasını gerektirir. Bu süreçte devlet ile cemaatler arasındaki iliÅŸkiyi Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı yürütebilir. Osmanlı’nın son döneminde, tekkeleri denetlemek ve idarî iÅŸlerini yürütmek maksadıyla kurulan Meclis-i Meşâyıh müessesesi bu konuda az çok fikir verebilir. Şöyle ki 1866 yılında Åžeyhülislamlık makamına baÄŸlı olarak ulema ve tarikat ÅŸeyhlerinden oluÅŸan Meclis-i Meşâyıh kurumuyla birlikte tekkelerin yönetimi devlet tarafından önemli ölçüde kontrol ve denetim altına alınmıştır. Tekke vakıflarına ait vakfiyeleri kaydedip koruma ve bunların denetimini saÄŸlama gibi iÅŸler bu meclis marifetiyle yürütülmüştür. Öte yandan 1918 yılında Ä°stanbul’daki tekkeler Meclis-i Meşâyıh, taÅŸradakiler ise müftülerin riyasetinde oluÅŸturulan Encümen-i Meşâyıh’ın kontrolüne bırakılmıştır. Ayrıca evlâdiyet ve hilâfet usulüne baÄŸlı olan ÅŸeyhlik vazifesi, Meclis-i Meşâyıh’ın kurulmasından sonra doÄŸrudan meclis tarafından kontrol edilmeye baÅŸlanmıştır.
Henüz yorum yapılmamış.