"Emniyet" sözcüğü ile "iman" sözcüğünün aynı kökten gelmesinin işaret ettiği üzere, din, her şeyden önce, insan aklının metafizik güvenliğini saklar. Bu nedenle, Tanrı inancı, aklın en üst sınırı; bir manzume olarak din de aklın terbiyesidir. Güvenlik sözcüğü, ilk elde, ya dışarıdan gelen ya da içeriden kaynaklanan tehlikelere karşı tedbiri çağrıştırır. Tersine, din, öncelikle aklı terbiye ederek insanı kendisinden, nefsinden korumayı amaçlar; çünkü bir birey olarak kendisiyle barışık olmayan bir kişinin dışarıdan ya da içeriden korunmasının mantıki bir anlamı yoktur. Bu nedenledir ki iman kişiseldir; bireyseldir; herkes tek ve yalnız başına iman eder; başka bir deyişle iman ederken kişi, yapayalnızdır (amentu). Bir birey olarak insan aklının terbiyesi, bir tür olarak insanın; hatta canlı-cansız tüm evrenin insandan korunmasını sağlar; çünkü iman eden emindir; emin olan temin eder, etmelidir.
Terbiye, Türkçe karşılığı olan eğitim sözcüğünün de imlediği üzere, aklın belirli sınırlar dâhilinde iş görmesini, davranmasını sağlamaktır. Haram sözcüğünün sınırlamak, sınır koymak; helal sözcüğünün de (sınırdan) içeri girmek anlamı olduğu dikkate alındığında denilenler daha iyi anlaşılacaktır.
Yeri gelmişken, ayraç içinde, belirtilmelidir ki dinde bazı özel sınırlamalar bu genel sınırlama için hazırlık mahiyetindedir. En küçük ve en büyük maddi yapıların, dolayısıyla tüm evrenin bir din üzere olduğunun söylenmesi, bu anlamda her şeyin kendi sınırında durması ve o sınır içerisinde iş görmesi demektir. Nitekim kulluk en temelde, her şeyin sınırını bilmesi, yaratılışı üzere iş görmesi ve davranmasıdır. İnsan hariç evrende, şimdiye değin bildiğimize göre, her şey doğal yeri ve işleyişindedir; insan ise aklı ile doğal yer ve işleyişini aşar; başka bir deyişle yalnızca insan, doğal yer ve işleyişinin sınırlarını aklıyla çiğneyebilir. İnsan aklını sınırında, yaratılışı üzere tutmak; hayr, ihtiyar eylemesini sağlamak, insandan, bizatihi kendisinden, öncelikle yine kendisini, sonra öteki insanları ve tüm evreni korumak için elzemdir. Dinde biçimsel özellik gösteren ibadetler (kulluklar), insan aklının terbiyesi, büyük kulluğun, insan olmaklığın, doğru yol (sırat-i müstakim) üzere yani sınırında seyretmesi için son derece önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse urefa, namazı, genel anlamıyla insan nefsinin terbiye edilmesi olarak görür: Kıyam, insanın en önemli özelliği, ufka bakmasını mümkün kılan dik durma (kebed)'yı, dolayısıyla, tüm evrenin bir hülasası olarak, maddi, bitkisel, hayvani ve akli özellikleri birlikte içeren bir yapıyı temsil eder. Rükû, yani eğilmek, Tanrı karşısında, hayvani olanı, hayvani nefsin özelliklerini, secde yani toprağa düşmek, sürünmek ise bitkisel olanı, bitkisel nefsin özelliklerini -yok etmek değil- terbiye etmek, sınırında tutmak, anlamına gelir; iki secdeden sonra kazanılan hâl terbiye edilmiş nefistir, yani kelime-i şehâdet getirerek teslim olmuş (barışa, emniyete ermiş), dolayısıyla sükûnet bulmuş, ihtiyar yeteneği kazanmış akli selimdir. Bu nedenledir ki insana (dik durana), en zor gelen şey başkasının karşısında eğilmek, önüne düşmek, hatta yerde sürünmektir. Tüm biçimsel kullukların, hem bireysel hem de türsel anlamda insan nefsini terbiye etmeye yönelik olduğunun en güzel örneklerinden birisi hac ve kurbandır. Haccın hayat ve ahireti/kıyameti birlikte içeren ilahi bir senaryo olduğu söylenebilir. Bu senaryoda başrolleri, bir erkek (Hz. İbrahim), bir kadın (Hz. Hacer) ve bir çocuk (Hz. İsmail), kısaca bir çekirdek aile üstlenir. Kadının, kendisi ama daha çok Çocuğuna ilişkin, daha genel anlamıyla yaşamaya ilişkin telaşı, kaygısı ve korkusu, Sefa ve Merve arasındaki koşuşturması, yardım edecek ötekini araması, hayata tutunma arayışını temsil eder. İnsan türünün çoğalma ve sürekliliğini çocuğun, suyu bulması, yaşamın kaynağı olarak suyun merkezi yerine yalnızca bir işarettir.
Kısaca denirse çöl, hayat, bir telaş, bir kaygı, bir korku, bir koşuşturmadır; yaşamak için bir arayıştır; türü -çocuğu- devam ettirmek için verilen bir uğraşıdır ve ancak ötekisiyle mümkündür. Erkeğin, babanın bu sahnedeki rolünün kısıtlı olması, hayatın, yaşamanın içyapısının kadın tarafından yürütüldüğünün bir göstergesi olarak okunabilir. Kıran haccında hayatı temsil eden bu sahnenin ihram ile yapıldığı, ihramın da, haram sözcüğüyle aynı kökten geldiği dikkate alınırsa, sınır koymanın, sınırlı olmanın hayatın her anında geçerli olduğu rahatlıkla anlaşılır; o kadar ki Zilhicce'nin dokuzuncu günü Kıyamet sahnesine giderken bile tekrar ihram giyilmesi, sınır kavramının ne kadar belirleyici olduğunu gösterir; insan kıyamette bile sınırını, insanlığını bilmelidir; zaten insana kıyamette sınırı, insanlığı hatırlatılacak, sahip olduğu iradeyi -ihtiyarı değil- kullanarak sınırından, insanlığından ne kadar uzaklaştığı önüne konulacaktır.
Hacda ÅŸeytan taÅŸlama olarak bilinen ritüel, nefis terbiyesinde zirve noktayı temsil eder. Küçük, orta ve büyük cemrenin anlamlarına dikkat edildiÄŸinde ilk göze çarpan, cemrenin "kor(köz) halindeki ateÅŸ" olmasıdır ki nefse ateÅŸin temsili bir hatırlatılmasıdır. Küçük cemre, nefsin bitkisel, orta cemre hayvani, büyük cemre ise insani tarafım temsil eder. Bu nedenle, aslında herkes kendi ÅŸeytanının/ÅŸeytanlarını taÅŸlar. Öte yandan Kurban’ın birinci gününde yalnızca Büyük'ün taÅŸlanması; ikinci, üçüncü ve dördüncü günler her üçünün taÅŸlanması; insani nefisteki iradenin, akli ihtiyara dönüştürülmesi sürecinin öteki nefsi güçlerin terbiyesinden daha zor olduÄŸunu gösterir. Daha da ilginç olanı, ulemanın taÅŸlama esnasındaki uyarısıdır; insan taÅŸları/közleri "öfke" ile atmamalıdır; çünkü öfke iradenin bir dışavurumudur; ihtiyarın deÄŸil. Tüm bu süreci, kurban keserek yakınlaÅŸarak bitirmek, hayata iliÅŸkin hareketin ilahi olana teslim olması ve sükûnete kavuÅŸmasıdır. Bir çocuk olarak türün bekasını, süreklilik arzusunu, hâkimiyet duygusunu, kısaca çokluÄŸun kendisini temsil eden Hz. Ä°smail’in yerini alan kurban, aslında insanın nefsi'dir ve mecazi anlamda, kesilerek yaÅŸamasına son verilerek, akli olanın maddi-bitkisel ve hayvani olana galebe çalmasını imler. Ulema'ya göre, Hac'da ev sahibi Tanrı olduÄŸu için, O'na takdim edilecek en deÄŸerli ÅŸey bizatihi insanın kendisi, yani nefsidir; insan da bu takdimi nefsini temsil eden bir kurbanla gerçekleÅŸtirir; bu nedenle kurban, mecazi anlamıyla nefsin ilahi terbiyesi yani sınırını bilmesinin bir itirafıdır.
Nasıl ki bilinenin tersine, asıl oruç iftar saatiyle; asıl Ramazan da bayramdan sonra başlarsa -ki Ramazan, oruç, nefsin terbiyesine ilişkin bir eğitimdir- asıl Hac da bizatihi Hac'dan sonra başlar. Kişi, nefsini/şeytanını hafife almamalı; sınırında durmalıdır; çünkü maddi ihram eğitimi, insanın nefsine manevi bir ihram giydirmek, yani sınır koymak; insanlığı içinde tutmak içindir. Heidegger'in dediği gibi: "Sınır/insanlık bir kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz."
Henüz yorum yapılmamış.