Genel
Penceresiz bir AÄŸustos
Taşrada bir yerde, neredeyse terkedilmiş köhne bir istasyonda, geleceğine dair zayıf bir rivayet bile olmayan hayalî bir treni bekliyor gibi donup kalmış yüzlerimiz
Gökhan Özcan - Yeni Şafak
Azıcık nefes almak, kendimizi derin uykuların kollarına bırakmak için, sıcak gecelerin içinde kendini kıyı köşe gizleyen küçük serinliklerin peşindeyiz. Pencerelerin gözleri yolda, kendini naza çeken esintileri bekliyorlar umutla. Uzun ve sıcak bir yazın ne başı, ne sonu oluyor, derin bir mecalsizliğin sanki hep ortasındayız. Taşrada bir yerde, neredeyse terkedilmiş köhne bir istasyonda, geleceğine dair zayıf bir rivayet bile olmayan hayalî bir treni bekliyor gibi donup kalmış yüzlerimiz. Nemli havanın asfaltın üstünde adeta sıtma nöbeti geçirir gibi titreştiği gibi titreştiriyor ince ince insanın tenini, hayatın yüzeyini. Yavaşlıyoruz, düşürüyoruz hayatın her şeyi önüne katıp sürükleyen, hıza boğan temposunu. Seyreltiyoruz içimizden geçirdiklerimizi bile... Bir ağustos böceğinin sesinden ibaret kalırdı öğle vakitlerinde eskiden bu mevsim. Şimdi, hafızamızda sancılanan eski hatıralar gibi yokluklarıyla çınlatıyor şehirleri, çok zaman önce toparlanıp giden, uzak kırlara çekilen o ağustos böcekleri...
“Bende hiç tükenmez bir hayat vardı/ Kırlara yayılan ilkbahar gibi/ Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı/ Göğsümün içinde ateÅŸ var gibi” diyor Sabahattin Ali, ÅŸarkısı dilimizden düşmeyen ‘Çocuklar Gibi’ isimli ÅŸiirinde.
Evin içini derleyip toplamak, dağılan şeyleri yerlerine koymak, kiri pası temizleyip paklamak mümkün. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın kafasının içini aynı şekilde düzene sokamıyor insan. Unutmak istediklerini, kafasından çıkarıp atmak, hafızasından silip temizlemek, parça parça düşünceleri derli toplu hale getirmek mümkün olmuyor. Her şeyi sınırlarına çekmeye imkan olmuyor, meselelerin birbirine karışmasına, duyguların ve düşüncelerin kontrol edilemez sızıntılarla birbirlerinin suyunu bulanıklaştırmasına engel olunamıyor. İnsan içindeki o koca gürültüyü bastırmaya güç yetiremiyor. Zamanla yorgunlaşıyor, beziyor, umudunu kaybediyor. Yaşını aldıkça bu yenilmişlik hissi, bu teslim olunmuş çaresizlik hali herkesin yakasına yapışıyor, herkesin üstüne siniyor.
“Bazen senin de ne yaÅŸayacağını bilemediÄŸin zamanlar oluyor mu?” diye sordu biri. “KeÅŸke olsa!” dedi diÄŸeri ve suskunlaÅŸtılar sonra.
Her gecenin kendine özgü, kendini ifade eden sesleri vardı eskiden. Şimdi geceler gürültücü zorbaların elinde adeta acı çekiyor.
“Su yeÅŸili gözleri var kâtibin, o güneÅŸ görmemiÅŸ, hasta ışığın altındaki sayrı yüzünde bile parlayabilen su yeÅŸili gözleri var. Bir daha dağıldım. Bunun da gözlerinde bir parçam kaldı. Bundan sonra bunu da hesaba katmalıyım. Beni tanıyanlar arasında bu da olacak. Olmaz ama. Unutur o. Benim tanıdıklarım arasında bu da olacak. Gelmeseydim keÅŸke, hiç gelmeseydim. Tanımayıverir, geçerdim. Åžimdi o da var. Parçalarımı toplarken, bunun gözlerinde, yeÅŸillerin dibinde kalanını da bulmak, unutmamak gerekecek.” diye yazmış Bilge Karasu, ‘Troya’da Ölüm Vardı’ kitabındaki öykülerinden birinde.
Tanıştığı her yeni insanı keşfedilmemiş bir ülke gibi gören, meraklı bir kaşif gibi bir uçtan bir uca keşfe çıkan insanlar da var.
“Nice sır var ki alemde” dedi meczup, “kendini aÅŸikâre gizler!"
Henüz yorum yapılmamış.