Güncel
Okuyup da adam ol(ama)mak!
Sadece zaferlerde ve kahramanlıklarda değil, hezimetlerde ve bozgunlarda da millet olmanın şuur kaynakları harekete geçer. Milletler ortak sevinçler kadar; keder ve tasalarda kıvam kazanır. (Cânım biz bizeyiz; haydi îitiraf edelim; biraz da Eurovision sonunculuklarında; 8-0’lık futbol hezimetlerinde millet olduk). Diğer taraftan yine inanıyorum ki; bir milletin sosyolojik şekillenmesinin izleri; ortak iftihar duygularından olduğu kadar, yaygın utanma kaynaklarında da tâkip edilmelidir.
Ä°ÅŸte “okumayı sevmeyen” bir millet olma vasfımız biraz da bunu anlatır. Aslında bu biraz da inancımızın kitâbında daha ilk ilâhî emrin “Ikra” yâni “Oku” fiili olmasıyla da baÄŸlantılı gözüküyor. (HoÅŸ; merhum ilâhiyatçı Prof. Dr. Sâlih Akdemir; Kur’anın nâzil olduÄŸu devirde “Ikrâ” kelimesinin “okumak” manâsına gelmediÄŸini; daha çok “anlat”, “söyle” manâlarına geldiÄŸini yazmıştı.) Her neyse… Okumayla ünsiyet kesbetmek ve bunu millî bir ölçeÄŸe kavuÅŸturmak için çok; ama çok uÄŸraÅŸtık. Millî seferberlikler ilân ettik. Olmadı da olmadı. Zaman içinde bu husustaki “eksikliÄŸimiz” bir kompleks hâline geldi. Bir kere acısını diploma fetiÅŸizminden çıkardık. Babalar, çocuklarına “Oku; adam ol” ÅŸiârını zerk ettiler. Böylelikle kendi okumamışlıklarını; yâni diplomasızlıklarını, mesleksizliklerini çocukları üzerinden telâfi etmek mümkün olabilecekti. “Evlâdım oku; benim gibi câhil kalma” sözü; aslında cehâletin îtirâfıdır. Bence de çok saygın bir îtiraftır. Hele hele pederşâhî geleneklere toz kondurulmayan devirlerde; bu millî utancın “baba” tarafından “oÄŸluna” yapılması dikkâte şâyandır.
Okumak bizde çift anlamlıdır. Fiil olarak okumak; insanın eline yazılı bir metin almasını ve onu alfabe bilgisinin kodlarına uygun olarak çözmesini ifâde eder. Ä°kinci ve daha yaygın manâsı ise okumayı tahsil ile iliÅŸkilendirir. Tahsil amacı olmayan; yâni bir diploma kazandırmayan okumaları; haber alma dışında; yâni gazete okuma dışında manâsız hâle getiren; marjinalize eden; hattâ bir adım sonrasında tehlikeli bulan bir bakıştır bu. Çocuklarına “okuyun adam olun” diyen babalar; yeri geldiÄŸi zaman çocuklarının odalarına dalıp; ders kitapları hâricinde “lüzumsuz” ve dahi “muzır” bulduÄŸu kitapları toplayıp sobalara yakıt desteÄŸi saÄŸlamaktan çekinmemiÅŸtir.
Tabii ki okuma iÅŸinin öncüleri “aydınlar”dır. Onlar okumuÅŸ, aydınlanmış insanlardır. Okuyarak “kararmak” mümkün deÄŸildir. Bunun da hayli dînî bir arkaplânı olduÄŸunu düşünüyorum. Ikra emr-i ilâhisi elbette hidâyete ve nûr’a yakınlaÅŸtıracaktır. Ama seküler bir okumada bunun garantisi ne olabilir ki? Sekülarist kafalar; dînin vaad ettiÄŸi aydınlanmanın aslında karanlıkları çağırmak olduÄŸuna hükmetmiÅŸ; “hakikî “aydınlanmanın; Gutenberg devrimiyle ucuzlamış ve yaygınlaÅŸmış “lâdinî” kitaplarda olduÄŸuna hükmetmiÅŸti. Ä°yi de meselâ Schopenhaure’ı; Kierkegaard’ı, Dostoyevski’yi okumanın aydınlatıcı ne katkısı olabilirdi? Ä°nsanın içini kararttıkça karartan kitaplar deÄŸil miydi onların kitapları?
Hâsılı, okumanın ve de kitapların serencâmı tuhaftır. Bana öyle geliyor ki,öncelikle bu iÅŸi yazarlar iki taraflı olarak berbât etti. Bâzıları kendilerine dünyevî bir misyonerlik; hattâ nübüvvet rolü biçti. En derinlikli ÅŸeyleri bile basitleÅŸtirmeye çalıştılar. Pratik amaçlar adına kemiyyet hesâbı yaptılar. Bunlar, nübüvvet iddialarını kaybettikten sonra kemiyyet hesaplarını, müşteri sayısı temelinde yeniden ürettiler. Ama daha hoÅŸu ÅŸudur: Bizzât yazarlar okumaya ihânet ettiler. Yazarlık okumayı gömen bir ilüzyondur çoÄŸu defâ. Avni Özgürel aktarmıştı: “Ãœstadın” evinde kitap göremeyince kütüphanesinin yerini sormuÅŸ. Necib Fâzıl cevâbı patlatmış: ”Evlâdım sen hiç süt içen inek gördün mü?” Gerçekten derin okuyanların kâhir ekseriyeti kitap denizlerinde boÄŸuldu. Kendilerinden bir daha haber alınamadı. Bâzıları o kadar çok okudular ki, ayaklı ansiklopedilere dönüştüler. Dünyâ hakkında hiçbir fikirleri olmadı. Sâdece etraflarına mâlumat saçtılar. ÇoÄŸu defâ da gerekli gereksiz bilgi saçmalarıyla ortalığı batırdılar. Bâzıları da; okunmaya rakiplerinden daha fazla mazhâr olmak için kendi aralarında tuhaf bir rekâbete girdiler. Ben buna “anlaşılmama rekâbeti” demeyi uygun görüyorum. Bu da keyfiyet meselesini derin bir karanlığa attı. Kim en anlaşılmaz olduysa, en deÄŸerli olduÄŸunu zannetmeye baÅŸladı. Zavallı okuyucular ise bu karmaşık metinlerin ağırlığı altında ezildi. Anlamak okuyanın mecbûriyeti olduÄŸuna göre; anlamamak okuyucunun baÅŸarısızlığıdır. Bu da îtirafı çok zor bir ÅŸeydir. “M.Blanchot’yu anlamadım, ne kadar anlaşılmaz yazmış demek” olacak iÅŸ deÄŸildir ve okuyan açısından bir “imân” eksikliÄŸine delâlet eder. Onun için anlayanlar -belki de anlamış rolünü bizden daha iyi yapanlar- karşısında “anlamış gibi yapmak” en doÄŸrusudur.
Herkesi okur ve yazar yapan görsel ve ikincil ÅŸifâhî devir imdâde yetiÅŸti de rahatladık. Bu evrede “mış gibi yapmak” zâten iÅŸin aslı hâline geldiÄŸi için; komplekslerimiz yatıştı. Zâten pek çok yazar; biz onları yazıyor zannederken “yazarmış gibi” yapıyordu. Biz de “okuyormuÅŸ” gibi yapıyorduk. Artık bu mecbûriyet ortadan kalktı. Okumazsan okumazsın. Kimse de sana; “neden okumuyorsun?” diyemeyecektir. Dese bile kime ne? BoÅŸ zamanlarınızda ne yaparsınız? sorusuna verilen en komik cevâp “Åžey; kitap ÅŸeklinde romanlar okurum” cevâbıydı. Ayıplanırdı. Okumak esas oÄŸlanların ve esas kızların en esaslı iÅŸiydi. Aydınlanmak ve yücelmek demek olan okumak; boÅŸ zamanın boÅŸ iÅŸi olur muydu? Ama boÅŸ beleÅŸ yazılmış kitapları boÅŸ zamanlarında okumak entelektüel ağırlıklarından ve çilelerinden kurtulmuÅŸ insanlığın yaygın paylaşımıdır. Merak buyurmayın; metrolarda kiÅŸisel geliÅŸim kitapları okuyan sayısız insan ile cep telefonlarına tapınan sayısız insan arasında artık hiçbir nitelik farkı yoktur.
Kaynak: Yeni Åžafak
Henüz yorum yapılmamış.